İki arkadaş bir dağ evinin terasında sessizce şezlonglarına uzanmış, berrak sonbahar güneşinin tadını çıkararak aşağıdaki vadinin eşsiz manzarasını seyrediyorlardı. Tayfun aniden arkadaşına dönerek yaptığı iyiliklere karşı teşekkür etmesi gerektiğini düşündü. Bir an duraksadı ve hiç bir şey söyleyemeden tekrar uzaklara bakmaya devam etti. Ezikliğinden beslenen kibiri ve hak etmediği gururu teşekkür etmesine   engel olmuştu. Tayfun’un yüksek sesle dile getiremediği bilinç altında ki gerçek düşüncesine göre, her türlü olanağa sahip Ozan’ın payına düşen fedakar olarak, herkese kolaylıklar sağlaması zaten doğal bir sorumluluktu. Öyle ya daha adil bir toplum için herkes elinden geleni yapmalıydı.

Ozan ise başkalarında bulunmayan bir iç değere sahipti. Onun için yardımsever ve iyi insan olmak yerine getirilmesi gereken bir ödev bir sorumluluktu. Yetişkin Ozan’ın çevresinde sevilen bazen de gıpta edilen kişiliği çocukluğundaki evinin sıcak ortamında şekillenmişti. Varlıklı bir ailede evin en küçük çocuğu olmasından olsa gerek sevgi, güven ve neşe hep üzerinde olmuştu. Başarıları takdir edilmiş ve yeni bilgiler öğrenme konusunda her zaman yüreklendirilen bir çocuk olarak büyütülmüştü.

Karıştığı bir kavgadan ağır yara alan, tedavisi için bir ay hastanede kalan Tayfun kendini terk edilmiş hissediyordu. Bu düşüncesinde haksız sayılmazdı. Tayfun’u ağır bir şekilde yaralayanlar her yerde kolları olan çevrelerinde sözleri geçen insanlar olarak gerçekleri de değiştirme gücüne sahiptiler. Ailesi böyle insanlara bulaştığı için onu suçluyor arkadaşları da aynı sonla karşılaşmamak için Tayfun’dan uzak duruyorlardı. Gerçekte Tayfun haklıydı. Bu haklılık Ozan’ın Tayfun’a yardım etmesi için yeterliydi. Yardım, çeşitli tehlikeleri  barındırsa da yerine getirilmesi gereken bir sorumluluk, bir ödevdi.

Sonbahar güneşinin parlattığı sarı yaprakların ve bin bir türlü renklerin arasından süzülüp gelen gün ışığı, terasın ahşap döşemesinde uzun gölgeler oluşturuyordu. İki arkadaşın derinliklere dalan düşüncelerine, sallanan koltuğun ahşap döşemede çıkardığı ritmik ses eşlik ediyordu. Bu dingin, sessiz ve insana huzur veren mekan, can sıkıcı olaylardan kurtulmak ve yaşanan kötü anılar hakkında bir iç hesaplaşma yapmak için uygun bir ortam oluşturmaktaydı. Zaten Ozan da arkadaşının huzur bulmasını ve içinde bulunduğu olumsuz ortamdan ve kötü olaylardan uzaklaşmasının Tayfun’a iyi geleceğini düşünerek bu babadan kalma dağ evine birlikte gelmişlerdi.

Ozan, bir meşe palamutunun toprağa düşmesinden kocaman bir ağaç olmasına kadar geçen süreci heyecanla anlatıyordu ki Tayfun, konunun sıkıcı olduğunu ifade eden alaycı tutumuyla ‘’bu bilgilerin bize ne yararı var’’ sözü, Ozan’ı yaralamaya ve kendini değersiz hissetmesine yetmişti. Oysa doğanın yaratıcı çeşitliliğinden ve insana ilham veren derinliğinden söz açmanın bu sıkıntılı gününde Tayfun’a iyi geleceğini düşünmüştü.

Ülke ve dünya sorunları karşısında ulaşmak istedikleri ortak bir amaçları vardı. Ekonomik krizden insan davranışlarına, uluslararası ilişkilerden eğitime kadar akla gelebilecek her türlü konuya yanıt bulduklarına inandıkları bakış açılarının yetersiz kalabileceği bazı durumların da olabileceğini hiç düşünmüyorlardı. Paylaştıkları ispata dayalı, yol gösterici düşünceleri iki genç insanı arkadaş yapmaya yetmişti. Karşıt karakterlere sahip olmaları arkadaşlıklarına engel olarak görünmüyordu.

 Gerçekte Ozan ve Tayfun’un arkadaşlıklarında ilk bakışta anlaşılmayan ancak sık sık ortaya çıkan rahatsız edici bir sorun vardı. Sorun, bir tarafta gurur ve güce değer veren kişilikle, nezaket ve sıcakkanlılığın karşı karşıya gelmesinden başka bir şey değildi. Tayfun’un, çevresinde olup biten tüm küçük ve önemsiz olaylara karşı aşırı ilgisi alaycı hali bazen rahatsız edici boyutlara ulaşabiliyordu. Konu insan ilişkilerinde iyiliği ve nezaketi somutlaştırmak olduğunda farklı söylem ve davranışlar küçük sorunlar olarak görülebiliyordu. Sıkışmış ve dar bir çevrenin zorunlu kıldığı ilişkiler nedeniyle  Ozan, bu farkın küçük, geçici ve önemsiz olduğuna kendini inandırmıştı. Genel konularda uzlaşıldığına göre ayrıntılar önemsiz olmalı ve dostlukları güçlenmeliydi. Tayfun’un önleyemediği ara sıra ortaya çıkan davranış bozukluğu ile açıklanabilen tavrı, konuşulmadan ve utandırmadan insanın kendi çabasıyla düzeltmesi gereken geçici bir durum olmalıydı. Yıllar sonra Ozan ne derece yanlış düşündüğünü anlayacaktı .

Baskıcı bir babanın evde estirdiği şiddet, annesinin maruz kaldığı dayaklar ve çığlıkları, her çocuk gibi Tayfun’un da muhtaç olduğu neşe ortamından son derece uzaktı. Çocukluğunda yaşadığı ve tanık olduğu ruhsal travmalar, yetersizlikler peşini hiç bırakmamıştı. Bir yetişkin olarak sık sık başının belaya girmesine neden olan sert, kaba ve alaycı davranışlarından adeta hoşnuttu. Bu özelliğinin altında yatan nedenleri, kendisine bile itiraf etmekten çekindiği çocukluk deneyimlerinden kaynaklandığını biliyor ve büyük bir çabayla bu nedenleri sürekli gizlemeye çalışıyordu. İstediği halde soylu davranışlardan yoksundu. Hiçbir şeyden mutlu olmayan Tayfun’un kimse için küçük dahi olsa bir fedakarlık ya da karşılık beklemeden bir iyilik yaptığına Ozan tanık olmamıştı. Kıskançtı ve başarısızdı. Alaycı tarzından da artık sıkılmaya başlamıştı. Arkadaşlıklarının başında Tayfun’un geçmişine dair bilgilere sahip olmayan Ozan, rastlantı sonucu gerçekleri öğrendikçe şimdi yaşananları daha iyi değerlendiriyor ve zaman zaman keşke hiç arkadaş olmasaydım diye düşünüyordu.

Huzursuz geçen gecenin sabahında gelen bir telefon, Ozan’a yeni görev yerinin büyük ve kozmopolit bir kent olduğunu bildiriyordu. Böylece giderek sıkıcı olmaya başlayan bu dağ evindeki zoraki arkadaşlığın da sonuna gelinmiş olunuyordu. Sessiz ve sakin bu mekandan ayrılmak istemeyen Tayfun, diğer yanda yeni görev yerini şimdiden düşünen Ozan için ayrılık zamanı gelmişti.

Gideceği büyük kentte, iş arkadaşları dışında bir çevresinin bulunmaması Ozan’ı tedirgin ediyor, yalnızlığın heyecanını şimdiden hissediyordu. Bu deneyimi yaşamak tüm düşüncelerinin önüne geçmişti ki birden yalnızlığın insanı güçlü yapacağını hatırladı. Kibar, nazik ve anlayışlı olmak Ozan’a saygınlık kazandırsa da ailesinin ve toplumun dayattığı bu rolleri içselleştirerek benimsediğini ve bir görünmeyen ejderhanın zorbalığının altında olduğunu fark edip değişmesi kendisi için yeni bir başlangıç olacaktı.

Çalıştığı şirkette her zaman mesleki deneyimlerinden yararlanılan başarılı bir mühendis olarak tanınıyordu. Kısa sürede elde ettiği kariyeriyle sektöründe tanınması kendisine ekonomik olarak ta bir refah düzeyi sağlamıştı. İş ortamındaki saygınlığını babasının öğütlerine ve bugüne dek biriktirdiği deneyimlerine borçluydu. Çalışma arkadaşlarıyla her zaman mesafeli ve resmi olmanın insan ilişkilerinden kaynaklanan olumsuzlukları daha başlangıçta engellediğini öğrenmişti. Bu özelliğinin bir sonucu olarak ta çalışma ortamında samimi olabileceği bir arkadaşı bulunmuyordu.

Bu kozmopolit kent çarpışan iki farklı dünya gibiydi. Bir yanda binlerce yılın biriktirdiği kültürel hazinelerle dolu antik kentle, diğer yanda modernitenin giderek artan tüketim gereksinimlerine yanıt veren yüksek katlı yapılar ve yoğun trafiğin eksik olmadığı insana kaybolmuşluk duygusu hissettiren modern kent. Zaman tünelinden çıkıp günümüze ulaşan bu kadim kentin büyülü mekanlarının sakladığı hikayeleri keşfetmek bir girdap gibi insanı çekiyordu. Ozan antik kentin, gizemli daracık sokaklarında, insanın dokunabileceği sevimli, iki üç katlı konutlar arasında otomobil trafiğinin giremediği meydanlarında dolaşırken bir dejavu yaşıyordu.

İşinden artan zamanını hem yabancısı olduğu bu kenti daha yakından tanımak hem de yeni bir şeyler öğrenmek umuduyla her gün antik kentin bir mekanını tanımaya ayırmıştı. Bir gece yabancısı olduğu kentin sokaklarında dolaşırken açık bir kapıdan sızan loş ışık ve içeriden gelen müzik Ozan’ı kendine çekmeye yetmişti. Egzotik ortamın cazibesiyle mekana adım atmıştı ki vestiyer görevlisi kadının gülümsemesiyle nerede olduğunu düşünmeye başlamıştı. Ürkekliği kadının ayağa kalkmasıyla daha da artmıştı. Kısa bir süre kaldığı bu mekanda gördüğü manzara, Ozan’a sıradan insanların sorunlarını unutup gerçek hayatın acılarından uzaklaşmak için dans edip içtiklerini düşündürdü. Ortamdan sıkılmıştı. Daha fazla mekanda kalmanın anlamsız olacağını değerlendirerek dışarı çıkmıştı ki vestiyerdeki kadınla yeniden göz göze geldi. Kadının insanı delip geçen bakışları karşısında tamamen çözüldüğünü hissetti. Geçmişinin imbiğinden süzülüp gelen tüm karakteristik   özelliklerine bir anda sahip olunduğu duygusuna kapılmıştı. Sanki hipnoz edilmişti. Kadını tanımaya karşı içinden yükselen karşı konulamaz duygusunun önüne geçemedi. İçerideki müzikli danslı içkili ortam ile hemen yanındaki vestiyer arasında sanki gece ve gündüz kadar büyük bir fark vardı. Farkı yaratan da sarsılmaz özgüvenin arkasında yaşamın aydınlık hafifliğini hissettiren bu kadındı. Bir bakışıyla insanların derinliğine inebilen bir sezişe bir analiz gücüne sahipti. Kadın, rahat tavırlarıyla içerideki ortamdan kendini tamamen soyutlamıştı. Yüzünde gülümseme eksik olmayan tavrıyla Ozan’ı süzdükten sonra “anlaşılan burası sana göre değil’’ dedi.

 “Haklısın” diyebildi Ozan. Tam çıkarken kadın seslendi. ‘’Buradan daha iyi bir yere mi gidiyorsun? Şimdi nöbetimi bırakıyorum istersen birlikte çıkalım önerisini’’ Ozan düşünmeden kabul etti.

 Çok geçmeden solgun ışıkların hafifçe aydınlattığı, insanı sarıp sarmalayan serin havanının hissedildiği sokaklarda birlikte yürürken, sessizliğin tek sahibi sararmış at kestanesi yapraklarının çıkardığı hışırtıydı. Kısa bir zamanda gelişen bu arkadaşlığın sırrı ne olabilirdi? Bu ve benzer sorular Ozan’ın aklından ışık hızıyla geçiyordu. Birden ‘’benim adım Hicran’’ sesiyle kendine geldi ve doğal bir refleksle kendini tanıttı. Yabancısı olduğu bu kent Ozan’a son derece tanıdık geliyordu. Her şey doğal ve olması gibi akıp giderken Hicran’ın koluna girdiğini bile bir süre sonra fark edebilmişti. Konuşmadan yürüyorlardı ki sokak, sabit masaların ve bankların yerleştirildiği gölü gören sürpriz bir meydanda son buldu. Oturdukları masadan gölden yansıyan kentin renkli ışıklarını seyrederken Hicran  ülkesinde çıkan kargaşadan annesiyle  birlikte  canlarını kurtarıp kaçtıklarını,  geldikleri bu kentte bir süre sonra  annesinin  ölümüyle yalnız kaldığını, geçmişini, çocukluğunu ve ailesini  bir çırpıda anlatmıştı. Vestiyer görevlisi olarak bulduğu iş sadece yaşamak için gerekli parayı kazanmasına yardımcı oluyordu.

Acılar ve yalnızlıklar Hicranın yaşama daha sıkı sarılmasıyla sonuçlanmış, yaşadığı değişim kendine özgü değerler yaratabilmesini sağlamıştı. O konuşmaya başladığında Ozan, dudağının yanındaki küçük benden gözlerini ayıramıyor. Hicran ilgiyi hep üzerinde tutabiliyordu. Şefkatli ve anlayışlı olmasını yumuşak ses tonu tamamlıyordu. Diğer yandan, yaşam ve insanlar hakkında ki özgün görüşlerini tane tane ve anlaşılır bir üslupla anlatması Hicran’dan etkilenmek için yeterliydi.  Adeta bir insan sarrafıydı. Ozan’ı gördüğü ilk anda onda var olan iç değeri anlaması da kolay olmuştu. İyi yetiştirilmiş bir insan olan Hicran’ın çocukluğunun ve aile ortamının kendi çocukluğuyla benzer olması Ozan’ın Hicran’a olan ilgisini daha da arttırmıştı. Dünyayı, insanı kavramakta ki özgünlüğü ve sadeliği Ozan’ı bir mıknatıs gibi kadına yaklaştırıyordu.

Hicran’ın eleştirel ve sorgulayıcı yönü cesur, meraklı, ve yaratıcı hayal gücüyle bütünleşmişti. O konuştukça o güne kadar Ozan’a saygınlık kazandıran alçakgönüllü olmak ve eşitlik gibi kavramları yüceltmenin önemli olmadığını, bunların kıskançlık, zayıflık ve ikiyüzlülükle yan yana geldiğinde insanın kullanılmasına olanak sağlayan kavramlar olduğunu daha iyi anlıyordu. Duvara çarpmış gibiydi. Artık giderek kendini özgür hissetmeye başlamıştı. Yaşam rutinlerinden eski alışkanlıklarından uzaklaşarak gerçek yaşamı seçmek arzusu tüm benliğini kaplamıştı. Bir anlamda özüne dönmek olarak nitelenebilecek bu durum gerçekte Ozan’ın kişiliğiyle son derece uyumluydu. O güne kadar yücelttiği kavramların baskıcı normlarından kurtulmak kendi değerlerini yüceltmek, özgür olmak istiyordu. Geçmişini sorgulanmak yaşamaya değer bir ömür için şarttı.  Geçmişte kalan her şeyin ileriye yapılan bir hazırlık olduğunu sanmanın yanlış olduğunun farkına varmıştı. Bir yandan dışa dönük konuşmayı seven bu kadını dinlerken bir yandan da olup biten her şeyi açıklayabileceğini düşündüğü o ispata dayalı dünya görüşünü, arkadaşlıklarını ve çevresini içten içe sorgulamaya başlamıştı.

Ozan o gece lojmanına gitmedi. Hicranın evinde geçirdikleri gece iki insanı daha da yakınlaştırmış bütünleştirmişti. Ozan böyle düşünüyordu ki geceyi birlikte geçirdikleri yatakta uyandığında yalnızdı. Komodinin üzerine bırakılan not ne kadar yanlış düşündüğünü ve gerçeği tüm açıklığıyla anlatıyordu:

“Her şey için teşekkür ederim. Seni tanımak bana iyi gelen bir deneyimdi. Yaşamımı bir erkekle paylaşmaya hazır değilim. Tekrar görüşmemek ümidiyle başarılar dilerim. Hicran’’

Adeta attan düşmüş gibiydi. Her şey yolunda ilerlerken ne olmuştu? Bir kez daha anlıyordu ki bu kadını güçlü ve saygıdeğer yapan kendine özgü değerleriydi. İzolasyonunu koruyup kollayan bir kişilik olarak, izni olmadan dünyasına giremezdiniz. Güçlü bir insan olarak çevresinde saygı duyulan kişiliği kendine özgü değerlerinin bir sonucuydu.

Doğru bildiklerini yeniden ele alarak insanları ve olayları Hicran’ın özgün değerleri ışığında gözden geçirince taşlar yerlerine oturmuş oluyordu. İnsan ilişkileri zorunluluk ve görev duyguları üzerinde gelişmemeliydi. Her insanın içinde saklı olan gizli gücün açığa çıkmasına yardımcı olacak derin ve anlamlı bir düzeyde bağlantı kurmak önemli olmalıydı. Bunu da kendi değerlerimize bağlı kalarak yaşamın sevinçlerini ve zorluklarını birlikte paylaşarak yapabilirdik. Tayfun’la arkadaşlığının giderek sıkıcı ve zoraki bir niteliğe dönüşmesini şimdi daha iyi anlıyordu.

Kendini hafiflemiş yeniden doğmuş gibi hissediyordu. Ozan, önünde açılan kapıdan baktığında bambaşka bir insan olmanın anahtarına sahipti. Artık yaşam, arkadaşlıklar olaylar ve paylaşılan ortak kavramlar karşısında kendini yeniden konumlandırmalıydı. İnsanın tüm bilgi birikimi deneyimleri ve kazanımları sade ve temiz bir yaşam sürdürmeye hizmet etmeliydi. Bu anlayıştan uzak insanı içerisine çeken popüler dünya görüşlerinin dayattığı yaşam tarzları içinde sıkışıp kalmak, baskıcı toplumsal değerlerden kurtulmak kendi değerlerini üretmek zamanı gelmişti.

M. Topaloğlu / Y. Mimar

Gercekedebiyat.com  

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)