İstasyon / Harun Özmen
Toroslar’a tırmanmaya başlayıp da Çukurova’nın sıcağını geride bırakan tren, üzerindeki yükü atmışçasına hızını artırdı. Yüksek platoda, kayaların arasından, tünellerin içinden, derenin üstünden, bir o tarafa, bir bu tarafa kıvrılarak, doğanın güzelliğine şahitlik ederek ilerliyordu. Lokomotifin buhar kazanı kömürle iyice beslenmiş olacak ki, bacasından dolu dolu kara, gri dumanlar çıkarıyordu. Ateş, kazanı coşturmuş, tren sel suyu gibi hızla akıp gidiyordu. Makinist, trenin acı düdüğüne sarılmış, varılacak istasyona haber verir gibiydi. Dağların ulaşılamayan yüksek zirvelerinde o hiç erimeyen karlar, havayı serinletmiş, güneşle ışıl ışıl yaylaya bereket vermişti. Bağlar, bahçeler meyveye durmuş, ağaçlar bu bereketle, sanki toprağa teşekkür ve minnet duygularını ifade edercesine başlarını eğmişlerdi.
Harun Özmen
Issız istasyon, günde iki defa zıt yönlerden gelen yolcu trenleri ile şenlenir, adeta küçük bir pazar yeri olurdu. İstasyona ulaşınca trenden inip pınardan beslenen çeşmeden su dolduranlar, molayı fırsat bilip keyifle dağ havasında sigarasını tüttürenler, taze meyvelerden almak için sıraya girenler küçük kasabaya hareket getirirdi.
Öbür taraftan, makinisti ve hareket memurunu kollayan birileri mutlaka olur, onlara kalmadan çoğu kez kondüktörün düdüğü hareket zamanının geldiğini duyururdu. Çeşmenin başı boşalır, sergideki meyve sepetleri azalır, yolcular trene biner, kapılar kapanır; tren, çalan düdüğüyle ve bacasından çıkan kara dumanları pöfürdeterek yavaşça yola koyulurdu.
Yolcular için sıradan sayılan bu kısa mola, istasyonun ev sahibi olan insanların hayatında önemli bir yere sahipti. Her seferinde farklı insan yüzleri ile büyük kentin hayatına dair ipuçları bulurlardı. Giyimleri, kuşamları, konuşmaları ile yolcular, kent hayatının canlı elçileriydi. Okunmuş gazetelerini bırakan yolcularsa en kıymetli olanlarıydı.
Osman, okullar kapanınca yaz tatilinde, bahçelerinden topladıkları kirazları sepet sepet istasyona çıkarıyor, evin harçlığını çıkartmak için babasına yardım ediyordu. Yanakları al al, biraz kilolu, kömür karası koca gözleri, gürbüz görünümü ile herkeste sempati uyandırabilecek bir çocuktu. Sabahları anasının yaptığı tarhana çorbasıyla iki yufkayı bitirir, hovardalık yaptıkları günlerde de bol patates kızartmasını çayın yanında yufkaya katık ederlerdi. Öğretmeni bir gün babasını çağırmış, “Bak bey… Bu çocuk çok zeki, sakın buralarda telef etme, okut, şehre gönder." diye tembih etmişti. Babası üstündeki altı nüfusun yükü ile çaresiz, kara kara düşünür olmuştu o günden beridir. Osman bu yıla kadar sınıfları derslerinden tam not alarak geçmişti. Öğretmeninin babasıyla konuştuğunda, babasının çaresizliğinden haberi bile yoktu. En büyük hevesi okumaktı; kitap, kitap bulamadığında da gazete.
Elinde iki sepet kirazla tren gelmeden çok önce istasyona ulaşmıştı. Okunmuş gazetelerden yaptığı kese kağıtlarını da anasının verdiği, boynunda asılı heybeye koymuştu. Önce trenin düdüğü duyuldu sonra kara dumanlar göründü tepelerin, ağaçların ardından. Kara demir yığını bir canavarı andırırcasına yaklaşıyordu istasyona. Sabırsız birkaç kişi daha tren durmadan kapıları açıp atladı aşağıya. Elinde bidonlar, termoslarla inenler, hiç görmedikleri dağlara, sık çam ağaçları ile bezenmiş doğaya hayretle bakakalıyordu. İstasyon pazarı kurulmuştu bile! Osman yaşına bakmadan eğitip, güçlendirdiği sesi ile kirazlarının satışına girişmişti. Maharetli elleri ile birer kiloluk olarak önceden ayarlanmış kese kâğıtlarına kirazları koyuyor, hızla tahsilat yapıyordu. Kısa sürede dalında yeni kopmuş, koca, al al kirazların çoğu alıcı bulmuştu.
Kalan son parti kiraza alıcı bulmak için çevik ayakları ile trene çıkmış, kompartmanlar arasında tatlı kiraz diye bağırarak gezinmeye başlamıştı. Bir kompartmanın önünde takım elbiseli, kravatlı, fötr şapkalı, uzun boylu adam yolunu kesti.
“Delikanlı ver şu kirazlardan bir kilo, ama çabuk ol tren kalkıyor” dedi acele acele.
Osman’ın maharetli elleri sepetin dibinde kalan son kirazları da çoktan kese kâğıdına doldurmuştu. Borcunu ödeyen adam, Osman’ın, koltukta bıraktığı gazeteye baktığını gördü. Küçük çocuğun heybesindeki gazeteden yapılmış kese kâğıtlarını süzdü, sonra koltukta bıraktığı gazetelere baktı..
“Anlaşılan gazete istiyorsun kese kâğıdı yapmak için. Al bakalım, zaten okudumdu.”
Başını onaylarcasına sallayıp, sevinçle gazeteye sarılan Osman teşekkür eden gözlerle adama baktı. Ama birden, "Tren kalkıyor amca” diyerek geldiği gibi geriye koşup vagonun kapısına ulaştı. Çevik ayakları ile merdivenden aşağı atlamaya çalıştı ama tren de çelikten tekerlerini döndürmeye başlamış, aşağı atlamasına müsaade etmeyecek kadar hızlanmıştı.
Çaresizlik içinde fötr şapkalı şık giyimli adama baktı… Korku ile kararan yüzünde zaten kara olan koca gözleri daha da büyümüş, dokunsalar ağlayacaktı. Hiç böylesi başına gelmemişti, kirazların hepsini satabilmek için biraz fazla hırs yapmıştı.
Adam vagonun kapısında adeta dona kalan Osman’ın yanına yaklaştı, başını okşadı, saçlarını karıştırdı.
“Ailen merak eder mi?” diye sordu.
Osman’ın adeta dili tutulmuş tek kelime edemiyordu. Bir süre sonra istasyondan yeni binenlerin biletlerini kontrol için gelmekte olan kondüktörün sesi duyuldu. Fötr şapkalı adamı görünce, “Bir problem mi var efendim" diye sordu.
“Evet bu delikanlı bana kiraz sattı ama trenden inemedi, bir sonraki istasyonda inmesine, diğer trenle geri dönmesine yardımcı olacağız.”
“Emredersiniz efendim.” diyerek kat’i itaatle davranan görevli yaklaşık yirmi dakika sonunda sonraki istasyona ulaşılacağını söyleyip, hemen geri dönmek üzere görevini bitirmesi için izin istedi. Osman’ın yüzündeki korku biraz azalmış, ama durumu ailesine nasıl anlatacağını çözememişti. Belli ki ailesi tren gittikten sonra onu arar olmuştu.
Adam gülen yüzle “Hadi bakalım üzülmeyi bırak. Bak hemen geri dönebileceksin eve merak etme. Ailene de olanları aynen anlatırsın. Hem ben istasyon şefine de telefon ettirir bilgi verdiririm. Ailen gerekirse onunla görüşür. Üzülme!”
Tesadüf bu ya iki tren bir sonraki istasyonda karşılaşacaklardı.
Adam cebinden Osman’ın hayatında hiç görmediği büyük paralar çıkardı, birkaç tanesini kıvırıp Osman’ın cebine koydu:
“Bak bunlarla kitap alır, kirazları sattıktan sonra arta kalan zamanında okursun” dedi.
Osman şaşkın:
“Ama bu kadar parayı babam nereden buldun diye sorar?”
Adam:
“Hani olanları aynıyla anlatacaksın ya, o zaman kızmaz” diye rahatlattı.
Zaman çabuk geçmiş, kondüktör yanlarına gelmiş, görevi yerine getirecek olmanın ciddiyeti ile beklemeye başlamıştı. Tren yavaşlarken, adam başını okşayıp, saçlarını karıştırdığı sevimli çocuğun yanaklarını parmaklarının arasına aldı, “Merak etme, evine ulaşacaksın.” diyen şefkat ve güven veren sesi ile bir kez daha rahatlattı.
Koluyla gövdesi arasına sıkıştırdığı bir tomar gazete ile endişe içinde olan Osman’ın gözleri ışıldamaya başlamış, eski neşesi gelmişti. O kara gözlerle binlerce teşekkür etmişti adama.
Kondüktörle birlikte indiler trenden. İstasyon şefi, emaneti alıp istasyonun diğer yolunda daha önce gelmiş, bekleyen trenin kondüktörüne teslim etti. Emir büyük yerdendi. Her iki tren de birbirlerine selam edercesine dumanlarını pöfürdeterek zıt yönlere hareket etmeye başlamıştı.
Adam karşı trenden kendisine sallanan bir çift küçük eli fark etmişti. Silüetine eşlik eden fötr şapkasının altında gözleri gülüyordu.
GERCEKEDEBİYAT.COM
YORUMLAR