Hazin iktidar / Coşkun Kartal
'Dünya tarihi, sırtlarını dayadıklarına güvendikleri gücün bir anda yok oluvermesiyle her şeyini yitirmişler safına katılanların yürek paralayıcı öyküleriyle doludur!'
Elindeki fotoğrafa baktı. Fotoğrafın çekildiği günleri anımsayıp bir kez daha canı sıkıldı, hüzünlendi, öfkeyle yumruğunu sıktı, yaşamı bu hale getiren herkese ve her şeye lanet okudu. İçi, ülkenin tüm iyi insanlarının yüzüne gülüp, onlara kendini yurtsever ve insan sever gösterip her türlü kötülüğü, alçaklığı yapanların kahrolası düzenine karşı başkaldırı duygularıyla dolup taştı. Coşkun Kartal
“Bakın” dedi, evine gelen arkadaşlarına fotoğrafı uzatarak, “Böyle bir pozu kolay göremezsiniz! Bu, hakkın haksızlıkla, başkaldırının uysallıkla, gündüzün geceyle, bugünün yarınla birlikte verdiği pozun ta kendisidir.”
“Güç” dedi, “yaşamın en oynak, en güvenilmez, en dönek unsurudur. Yaşam güce dayanır ama güç öylesine kalleştir ki, bir anda çekiliverir arkadan; sonra yaşam paramparça!”
Arkadaşlarının her zaman eleştirdiği, hatta “ukalalık” diye nitelendirdiği o ders veren tavrıyla devam etti:
“Dünya tarihi, sırtlarını dayadıklarına güvendikleri gücün bir anda yok oluvermesiyle her şeyini yitirmişler safına katılanların yürek paralayıcı öyküleriyle doludur!”
Evine gelenlere göstermekten hoşlandığı, yıllar öncesine ait bir sürü fotoğrafı vardı. Bunları, söyleşi ortamlarında yeri geldikçe ortaya çıkarmaktan ve öykülerini anlatmaktan büyük haz alırdı. Fotoğrafların, bugün dile getirilen geçmişteki yaşanmışlıkların gerçekliğine ilişkin en güçlü belgeler olduğunu savunurdu; yeter ki doğru yorumlanabilsinler!
O gün de, söylemesi ayıp, evinde kurulan muhabbet masasında kafalar hayli yükselmişken, büfenin altındaki çekmecelerden birini açmış, siyah-beyaz fotoğrafların tıka basa doldurulduğu büyükçe sarı bir zarf çıkarmıştı. İçindekileri eliyle çıkarıp sehpanın üzerine koyduktan sonra, burnunun üst kısmına daha önce yerleştirdiği okuma gözlüğünü boşta kalan elinin parmaklarıyla düzeltmiş, fotoğrafları birer birer, her baktığının üzerinde düşünerek, kim bilir kaçınca kere dikkatle incelemeye başlamıştı. Bazılarına baktığında başını sağa sola sallayarak “çık çık” ses çıkarıyor, bazen de gülümsüyordu. Kimilerini gördüğünde ise gözlerinde kimseye göstermek istemediği ama saklayamadığı özlem pırıltıları çakıyordu. Fotoğrafları, geride bırakılmış koca bir ömrün satırbaşlarını inceler gibi, sevgi, öfke, pişmanlık belirtileriyle konuşmadan ve konuşmak isteyenleri de tavrıyla susturarak inceliyordu. Odadakiler de onu izliyorlardı, sonu bilinen eski bir filmi izler gibi.
Bu karşılıklı incelemeler, insana saatler gibi gelen dakikalar boyunca sürdü.
Sonra, incelediği fotoğraflardan yukarıda söz ettiğimizi seçti, yanında oturana uzattı.
“İyi bak şuna!” dedi, “bu fotoğrafın öyle her yerde duyamayacağın bir öyküsü vardır. Bu fotoğrafın öyküsü, hem devletin gücü karşısındaki yurttaşın güçsüzlüğünü anlatır, hem de bu ilişkinin kimi zaman nasıl tersine dönebildiğini…”
Fotoğrafı uzattığı arkadaşı, ilk bakışta demir parmaklıkları gördü resimde, cezaevinin demir parmaklıklarını. Parmaklıkların ardında, uzun saçlarını geriye doğru dümdüz taramış, dudaklarının üzerinde inceltilmiş bıyıkları olan genç bir adam, yani kendisinin o zamanki görüntüsü vardı. Elleriyle demir parmaklıkları kavramış, hafifçe gülümsüyordu. Parmaklıkların önünde ise eskilikten renginin attığı bu siyah-beyaz fotoğrafta bile anlaşılan üniforması ve deforme resmi şapkasıyla gariban görünüşlü bir gardiyan duruyordu. Fotoğraf karesinde profilden görünen gardiyan, bir eliyle parmaklıkları kavramış, yan gözlerle makineye bakarak, resmi duruşunu yitirmemeye özen gösteren bir tavırla gülümseyerek poz vermişti. Fotoğrafta oldukça dikkat çeken iki ayrıntı daha vardı. Birincisi, içerden parmaklıkları kavrayan tutuklunun bir eli,aynı çubuğu kavramış gardiyanın elinin üst tarafına dokunmaktaydı. Dokunmak dostluktur; onlar da birbirine saygılı iki eski ve ayrılmaz dost gibi poz vermişlerdi. İkinci ayrıntı ise sanki daha hüzünlüydü: Dikkat edildiğinde, tutuklunun doğrudan objektife değil de gökyüzüne doğru gözlerini diktiği anlaşılıyordu. İnsan, bu bakışların sahibinin, özgürlüğün olduğu yerleri aradığı duygusuna kapılıyordu.
Fotoğraf o kadar doğaldı ki, bakanlardan kimse garipsemedi. Tutuklu tutuklu gibi değildi, gardiyan da gardiyana benzemiyordu. Senaryosu çok önceden yazılmış bir sinema filminin, çekim arasında sette hatıra fotoğrafı çektiren oyuncuları gibi duruyorlardı . Oysa, bu insan hayatına dair çok ciddi oyunda gardiyan, gazeteciyi orada tutup hiçbir yere bırakmamakla görevliydi. Gazeteci de kendi iradesi dışında içeri atılmış ve yargıç tarafından orada tutulmakla yükümlü kılınmıştı. Herkes rolünü kabul etmiş, gülümsüyordu sararmış fotoğrafta. Devletle tutuklusu, bir elmanın vazgeçilmez iki yarısıydı ya da bir bakkal terazisinin biri inerken diğeri çıkan iki kefesi gibi iktidar-muhalefet oyunu oynuyorlardı sanki. Hayatın kendisinin abartılı bir karikatürü gibi.
Arkadaşlarının bütün dikkatleriyle dinlemeye hazır olduğuna görünce öyküsünü anlatmaya başladı.
*
Yalnızca bir yazı yazmıştı…
Ülkenin daha iyiye gitmesi için içtenlikle çaba gösterdikleri o “idealist” günlerinde, çalıştığı aslında fazla bir satışı da olmayan gazetede yalnızca bir köşe yazısı kaleme almıştı. Muhaliflere nefes alacak en ufak bir demokratik boşluk bırakılmadığı, hem bürokrasinin, hem de yargının siyasal iktidara bağımlı olduğu o kara günlerde, hükümetin bir icraatını ve uygulayan yetkilileri sert ifadelerle eleştirmiş, olayda usulsüzlük ve zincirleme yolsuzluklar olduğunu kanıtlayan bir de belgeye yer vermişti. Bununla da kalmamış, devletin ezilip sömürülmelerine yol açtığı sosyal sınıflardan, tüyü bitmedik yetim haklarından söz etmiş, bütün bunların hesabının sorulmasını kamuoyunun sesi olarak talep etmişti.
Yazısını bitirdikten sonra, kimseye göstermeye de gerek duymadan dizilmesi için mürettibe bırakmış, sonra da arkadaşlarıyla birlikte “iki kadeh parlatmaya” bir yerlere gitmişti. Bunlar günlük olağan işleriydi doğrusu. Haberlerini, yazılarını yazarlar, sayfaları bağlarlar, günün gerginliğinden kurtulmak için iki tek atıp evlerine yollanırlardı, ertesi gün yaşamlarını benzer şekilde sürdürebilmek için.Yazı, virgülüne dokunulmadan gazetenin ertesi günkü sayısında yayınlanmıştı.
Yazı yayınlanınca, suçladığı yetkililerde tedirginlik, hükümetin ilgili üyelerinde de büyük tepki yaratmıştı. “Meğer fincancı katırları önce şaha kalkmış, ardından bir Arap kısrağı gibi dörtnala uzaklaşmışlar oradan!” diyordu, “Hiç dokunulmaması gereken bir hassasiyete bodoslama dalmışım, ortalığı ayağa kaldırmışım! Bir yazıyla, ortalığı ayağa kaldırmanın her zaman ödenecek bir bedeli olmuştur bu ülkede, fincancı katırlarını ürkütenler, bunun sonucunda kırılan fincanların karşılığı olarak içeri atılmışlar, zindanlarda süründürülmüşlerdir. Bunu unutmuşum işte!”
Sonradan el altından öğrendiğine göre, olaya resmi düzeyde karışan ilk yetkili vali olmuştu. Vali’ye de ya Başbakanın kendisinden ya da “Beyefendi çok öfkelendi” diye “vazife çıkarılacak duruma işaret eden” bir bakandan telefon geldiği söyleniyordu. Vali, durumu müddeiumumi diye bahsettiği savcıya yansıtmış, soruşturma başlatan savcı nazik davranarak kendisini ve sorumlu yazı işleri müdürünü yazısından dolayı ifade vermek üzere telefonla davet etmişti. Böyle nazik bir daveti kıramazdı elbette! Kendi ifadesiyle, aklının köşesinden geçirmediği halde, “tutulmak” üzere koşa koşa gitmişti Adliye’ye.
Savcılıkta yazısını sorumlu müdürden habersiz yayınlattığını söylemişti ve onu “şimdilik” kurtarmıştı! Daha sonra mahkemeye çıkarılmış yargıcın konuşmasında içinde “tevkifine” sözü geçen bir cümle duymuş, ancak, gövdeye giren kesici bir aletin acısının olay sıcakken duyulmaması gibi, ilk anda ciddiyetini kavrayamamıştı. Doğrusu bunu pek beklemiyordu.
Bundan sonrası, insanı uyandıktan sonra da saatlerce kendine getirmeyen kötü düşler gibiydi.
Daha dün gibi anımsıyordu artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı duygusunun yüreğini demirden bir pençe gibi kavrayıp olanca gücü ile sıkıştırdığı o anı.
Demir kapı arkasından kapatıldıktan sonra kirli camlarına sararmış bir tül takılı camekanlı odada, yeni gelen “müşterileri” kanıksamış, bıkkın bir yüz ifadesiyle karşılayan memur tarafından işlemler yapılmış ve “içeriye” girme eylemi bundan sonra başlamıştı. Herhalde kaçmasın diye kolunu kocaman eliyle kavrayan pos bıyıklı gardiyan bir koridora götürmüştü onu. Duvarları kirli turuncu boyalı, üzerinde badana damlaları bulunan ölgün sarı ışıklı ampullerlin yetersiz ışığıyla aydınlatılmış koridorda biraz yürüdükten sonra 10 kadar düzensiz basamağı olan bir merdivenden aşağı inmişlerdi. Beş- altı metrelik alt koridorun bir avluya çıktığı anlaşılan öteki ucundaki yukarı çıkış deliğinden özgürlüğü vaat etmeyen günışığını görmüştü. Az sonra çevresi parmaklıklı küçük pencereleri olan binalarla çevrili bir avluya çıkmışlardı. Tutulacağı yerin, buralardan birinin koğuşu olacağını düşünmüştü.
Ne var ki, gardiyan onu önce cezaevine yeni girenlerin ilk gece tutulduğu “müteferrika” koğuşuna götürecekti. Tek kişinin kalabileceği şekilde düzenlenmiş bu karanlık hücrede ilk gecesini tek başına geçirecek, kendisini arayan kimsenin bulamayacağını, devletin korku veren gücü karşısında bir hiç olduğunu düşünecekti: Bir çukurun içinde yitip gitmiş, yok edilmekten işkenceye kadar bin bir türlü saldırıya açık, zavallı kocaman bir hiç!
Hapse girmeden önce girip çıkan tanıdıklarının anlattığı “müteferrika” öyküleri gelmişti aklına. Hiç kimseyle görüştürülmeyen, hapishaneye alışmaları ve burada “aslında kim olduklarını” öğrenmeleri için gardiyanların insafına terk edilmiş insanlar kalırdı burada. Dayak yiyen, işkence gören “ziyaretçilerin” çığlıklarını herkes duyar, ama kimse müdahale edemezdi. Buradan ertesi gün çıkanlar, koğuşa geçtiğinde cennete girmiş gibi hissederlerdi.
Gardiyan hücrenin demir kapısını üzerine kapatmadan önce dışarıdan yemek isteyip istemediğini sormuş, bir ihtiyacı olursa kapıya vurarak kendisini haberdar etmesini istemişti. “İnşallah tez zamanda buradan çıkarsın beyim!” demişti, “hırsızlık yapmadın, cinayet işlemedin ne de olsa. Bir yazı yüzünden buraya atılanlar hep yüreğimi yakmıştır benim. Buralara son zamanlarda senin gibi bir çokları misafir oldu!”
“Üzülme” diye sürdürmüştü dinlediği işkence öykülerindekilere pek benzetemediği gardiyan, “Sen idarecilerin de siyasetle uğraşanların da saygı göstermek zorunda olduğu bir adamsın.Yarın devran döner, bakarsın onlar senin önünde ceketlerini iliklerler.”
Gardiyan gittikten sonra tek kişilik hücresinde geçirdiği ilk geceyi, kapıyı açıp dışarıya yürüyüverme özgürlüğünün bu denli elle tutulur biçimde yok edildiği, o lanetli, kirli loşluğu hiç unutamayacaktı. Daha sonra normal koğuşa geçirilmiş, kendi deyimiyle “iki insan yüzü” görerek “rahatlamıştı”!
Aslında, muhalefet ettiği için, kalemiyle dile getirdiği aydınlık düşünceleri yüzünden tutuklanıp hapse girmenin kendisi için her zaman bir “onur” vesilesi olduğunu söylüyordu. Bu tür baskı dönemlerinde ekmeğini geniş halk yığınlarına yönelik haberleriyle, yorumlarıyla kazananlar, rejime aykırı düşünce sahipleri, muhalif siyasal örgütlenme mensupları, kendisinin de sonunda gitmek zorunda kaldığı o kapalı mekanı her zaman göz önünde bulundururlardı. Hatta, ülkenin yetiştirdiği en büyük ozanı, komünist olduğu gerekçesiyle gözünü kırpmadan 12 yıl içeriye atmış bir devletin düşünen insanları oldukları için uzun süreli hapis cezalarına, hücre hapislerine, dayağa ve işkencelere hazır olurlardı. Ancak kendisi, siyasi tutukluların ileride önemli görevler üstleneceğine inanan bir gardiyanın himmetiyle hapishanede özel muamele görmüştü. İçerde kaldığı sürece birlikte yattığı “kader mahkumlarıyla” arkadaşlıklar kurmuş ve toplumun en aşağı kesimi olarak nitelediği insanlardan kendisi için canını verecek dostlar edinmişti. Bu dostlar arasında üç kuruş ekmek parası için hırsızlık yapanlar,kimisi en yakınlarını katletmiş azılı katiller,suç öyküleri gazetelere tefrika konusu olmuş dolandırıcılar,kendinden menkul delikanlılık raconuyla mahalle esnafını haraca kesen kabadayılar ile bunlara bekçilik eden gardiyanlar vardı. Ülkenin kim bilir hangi köşesinden gelmiş,sevdiklerinin duyduğuna inandıkları yanık türküler söyleyerek gün sayan jandarma erleri,hapishane müdürü,dışardan öte beri aldırdığı tutuklu yakınları da bu dostlar arasında bulunuyordu. Hepsine, çıktıktan sonra onlardan duyduğu öyküleri ve birlikte yaşadıklarını bir gün kitaplaştıracağına söz vermişti.Ama zaman bulamaması,üşengeçliği, tembelliği,ne ad koyarsanız koyun,araya engeller girmiş,verdiği sözü bir türlü yerine getirememişti. Çoğunu bir daha görmeye fırsat bulamadığı o iyi insanlar kim bilir şimdi neredeydiler, hangileri ölmüş,hangileri kalmıştı!?
Gün gelip devran döndüğünde kendisini “sanki hiçbir şey olmamış gibi” bir günde salıvermişlerdi. Cezaevinden tahliye edilince işine dönüp çizgisini değiştirmeden muhalif yazılarına devam ettiğini anlattı. Bir gün kendisini çok şaşırtan bir konuk çalmıştı kapısını. Hapisten çıktıktan sonra mutlaka uğramasını istemesine rağmen geleceğine pek ihtimal vermediği gardiyan, içeride kendisine yaptığı“özel muamele”den kaynaklanan samimiyetin verdiği güvenle ziyaretine gelmişti. Hayatı boyunca,üzerinde daktilo,telefon,takvim,kalemlik ve isimlik,arkasındaki duvarda da Atatürk resmi bulunan geniş masalarda oturanlardan biriyle samimiyet kuramamış ve böyle insanlardan ürkmüş olan bu gariban köylü çocuğu,demir parmaklıkların arkasındayken rahatlıkla konuştuğu, kimi zaman bir baba edasıyla öğütler verdiği, gülüp şakalaştığı insanı bu şekilde görünce çekingenleşmişti .Parmaklıkların önündeki ve ardındaki güç,şimdi masanın önündeki ve ardındaki güç olarak yer değiştirmiş görünüyorlardı.Hapishanede ona karşı kullandığı “sen” seslenişini,burada “siz”e çeviren gardiyan, buyur edildiği masanın önündeki koltuğa ilişip deforme resmi şapkasını elinde evirip çevirerek ve de kızararak ,bir maruzatı olduğunu söylemişti. Malum, yoksulluk vardı serde, denize düşen yılana sarılırdı!O içerdeyken geçirdikleri “güzel günlerin” hatırı olduğuna güvenerek gelmişti buraya,yoksa rahatsız etmek istemezdi!Estağfurullah ne demek,sevinmişti gardiyanın onu unutmayışına!Gelmiyor diye zaten için için üzülüyordu bile,öyle demişti bizimki.Sonra sadede gelmişti,konu neydi acaba?
Gardiyan’ın bir yeğeni vardı, ablasının oğlu yani! Askerden dönmüştü. Köyün yoksulluğunda ne okuyabilmiş, ne de bir iş tutabilmişti. Tarla-tokat da yoktu,yakında evlenecekti.Hani,diyordu gardiyan,gazetecinin eli uzun olurdu,yeğenine devlet kapısında bir iş bulunması için her an ulaşabileceği yetkililer nezdinde tavassutta bulunması mümkün müydü acaba?
Bizim eski tutuklu, kendi ifadesiyle biraz da ayıp ederek sanki “bak ben nelere muktedirim” dercesine gardiyanın yanında telefonla valiyi aramış; telefona bekletmeden çıkan vali, kalemine ve şahsiyetine büyük hürmet beslediği gazetecinin “emrini” sormuştu. O da, estağfurullah efendim emir ne demek gibi nezaket cümlelerin ardından askerden yeni dönmüş bir köylü çocuğuna iş bulunması hususunu, bu yüce gönüllü devlet adamının emirlerine arz etmişti. Önceki vali, kısa süre önce “hükümetin emriyle” kendisini savcılığa şikayet ederek, büyük olasılıkla mahkemeye da baskı yaparak tutuklanmasını ve kapalı cezaevine sevk edilmesini sağlamıştı. Yerine gelen meslektaşı ise telefonla arayan bu eski tutuklu dostun ”hatırını kıramayarak" gardiyanın yeğenini devlet su işlerinde baraj işçiliğine yerleştirmişti.
*
Fotoğrafın öyküsünü bitirirken, hüzünlenmiş gibiydi! Aradan yıllar geçtikten sonra, kendisini içeriye attıran valinin uzak bir kentte öldüğünü, onun yerine gelenin ise emekli olup bir sahil kentine yerleştiğini duymuştu.Gardiyan, utangaçlığından olacak, bir daha teşekkür etmek için bile uğramamış, işe aldırdığı çocuğu görmek ise hiç kısmet olmamıştı.
“En hazin iktidar, hakikatte asla sahip olunamamış ama sahip olunduğu sanılan iktidardır” dedi ağdalı bir dil kullanarak fotoğrafı zarfa yerleştirirken.
“Bakın çocuklar ben size bir şey söyleyeyim: Ne kadar baskı kurulursa kurulsun, ne kadar kan dökülürse dökülsün kalıcı iktidar yoktur. Öyle olduğunu sananlar, bunu çok acı biçimde anlarlar bir gün ama verdikleri hasar ne onarılır ne de unutulur!”
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR