Son Dakika



Bazı bölgelerde alt yapı tamamen çökerken, içme suyu, doğal gaz ve elektrik sağlamada normale ne zaman dönüleceği belirsizliğini koruyordu. Onlarca ev sel sonucu çökmüş, yüzlerce evin bodrum ve birinci katları sular altında kalmıştı. Almanya'da hava durumunun ölçülmeye başlamasından bu yana 93 litre ile metrekareye düşen en yüksek yağış miktarı olmuştu. Acil olarak gerçekleştirilen bölgesel liderler toplantısında kamuya ve şahıslara ait ev, iş yeri, araç ve zarar gören altyapının onarılması için 30 milyar euro bütçe ayrıldığı açıklanmıştı. Ayni toplantıda  doğal afetlerin yaklaştığını hızlı bir şekilde öngörme konusunda halkı uyaracak alarm sistemlerinin geliştirilmesi için de 2023'e kadar 88 milyon euro bütçeyi onaylanmıştı. Gelecek için alınan kararlar umut vericiydi.

Felaket bölgelerinde devlet yardımını beklemeden halk imece usulu yardıma başlamıştı. Yollar, caddeler yıkılan evler sağ kalan ve üzerindeki şoku atlatan insanlar tarafından süpürgelerle temizlenmeye çalışılıyordu. Kurulan seyyar mutfaklarda, bir süreliğe de olsa ilkelliğe hapsolan, cereyan ve suları kesik, yatacak yerleri olmayan, tekrar yaşanabilecek bir sel felaketinde çürümüş evlerinin çöküp altlarında kalmaktan korkan insanlara sıcak yemek dağıtılıyordu. Ren nehrinin her yıl yükselmesine ve alçak bölgelerde yükselen nehir sularının altında kalmaya alışık köyler, kasabalar da yaşayanlar şaşkındılar. Almanya gibi modern, yaşanabilecek tüm olumsuzluklar için  önceden önlemler almaya alışık bir ülkede böyle bir felaketi kimse beklemiyordu. Öyle ki yağmurlar başladığında insanlar kendilerine güvende bildikleri için önlem almaya yönelmemişlerdi. Nasıl olsa yağmur yağıp nehir her zamanki gibi yükselir birkaç gün sonra da herşey eskiye döner düşüncesi, bu kez hepsini hazırlıksız yakalamıştı.

Selden zarar gören Troisdorf, Meckenheim gibi yerleşim birimleri Almanlar tarafından tercih edilmeyen yerler olduğu için göçmen nüfusunun yüksek olduğu bölgelerdi.  Sel felaketinde en büyük kaybın yaşandığı 893 yılında kurulan Ahrweiler ise Romalılar ve Fransızlar boyundurluğunda geçirdiği yüzyıllar boyunca  buna benzer bir  acıyı yaşamamıştı. Tehlike önceden haber verilseydi, sakinlerinin %48,6'sı Katolik, %12,7'si Protestan ve %38,7'si Ateist olan insanlar  Soğuk Savaş sırasında nükleer bir saldırı durumunda yaklaşık 3 000 seçilen hükümet temsilcileri için inşaa edilen 17 kilometrelik tünel sistemiyle Bunker olarak tasarlanan tünele saklanabilir, canlarını kurtarabilirdi. Bu nedenle Ahrweile halkı uzun yıllardır oy verdiği Hırıstiyan Birlik Partiler(CDU/CSU)ne tepkilerini açıkça ortaya koyup protesto etmişler, yaklaşan seçimlerde görüşeceklerini söylemişlerdi.

Ahrweile bölgesi, kaplıca ve şaraplarıyla tanınan, kumar gazinolarıyla renklendirilen sevimli, sıcak kanlı bir tatil bölgesiydi. Mükemmel kırmızı şaraplarıyla (Pinot Noir, Dornfelder ve Portugieser) tanınan ve Rheinland-Pfalz'ın en kuzeydeki şarap üretim bölgesiydi. Çalışanlarının çoğu memur ama tatile gelenlerin hepsi varlıklı ailelerdi. Bonn’da bir liraya içtiğiniz bir kahve burada on liraydı. Caddelerde son model lüks arabalarının resmi geçit yaptığı canlı kanlı ufak bir kasabaydı. Geceleri ise Ahr nehrine düşen ışıklar içinde bir başka güzel görünüyordu. Kumarhanelerde malını mülkünü kumarda kaybettikten sonra intihar eden, deliren insanlardan konuşuluyordu... Evlilik yoluyla Almanya’ya gelen üç mısırlı arkadaşı ile gelmişti bir kaç kez. Sonra gazetecilik yaptığı dönemde ise  İslam Konseyi’nin üç gün süren çalışmalarını takip etmişti. Birkaç kez özel haber yapmak için gelmişti... “İthal Damatlar” konulu bir yazı dizini hazırlarken tanıştığı Mahmud bunlardan biriydi. Kahire’nin kenar semtlerinden birinde yaşıyordu. Lüks otellerin birinde garsonluk yaparken kendisinden 25 yaş büyük bir Alman kadınla tanışmış ve evlilik yoluyla Ahrweile’ya gelmişti. Kadın kocasının arkadaşlarının eve gelmesini istemiyordu. Yasaktı. Mahmud’u etrafını kapattığı balkonda seyyar bir yatakta yatırıyordu. Haftada üç gün sevişmeleri için imza attırmıştı. O günler Mahmud’u tavuklarla, ballarla besliyordu. Mahmud’a inanmamıştı! Olur mu canım! Buna neden izin veriyorsun gibi kalıplaşmış cümleler kurmuştu... Mahmud’un diğer, evlilik yoluyla buraya gelen arkadaşları Mahmud’u doğrulayınca beraber yaşadığı eve gitmişlerdi.  Kendisini, evlilik yoluyla Almanya’ya gelen insanlar arasında söyleşi yaptığını söyleyip gazeteci olarak tanıtmıştı. Kadın –gazeteci– tanıtımından ürkse de tepkisini belli etmemişti. Bir kaç ay sonra üç seneyi doldurdukları için Mahmud’un kendisinden ayrılmak için mahkemeye gideceğini bilen kadın, yaptığı uzun sohbet sırasında kendisine bu insanların hepsinin nankör olduğunu anlatmıştı. Mısır’ın fakir mahallesinde iki odalı bir evde yaşayan 10 çocuklu bir ailenin oğlu olan Mahmud şimdi ayrılmak isteyerek kendisine nankörlük yapıyordu.  Oysa o üç yıl boyunca her yıl ailesin yardım etmişti. Oğullarının yaşamını kurtarmıştı. Onu fakir ülkelerdeki insanların hayalinde yaşattığı Almanya’ya getirmişti. İş bulmuştu. Karnını doyurmuştu. Yatacak yer vermişti ya o! Şimdi kendisinden ayrılmak istiyordu. O bunu hak etmemişti! Evlilik yoluyla Almanya’ya gelen ve Bonn’da bir otelde çalışan yaşları 22-24 olan diğer iki arkadaşı da boşanmak için üç senenin dolmasını bekliyorlardı. Yaşlı Alman kadınlarının vazgeçemediği bir alışkanlığıydı. Sadece Mısır’dan değil Afrikanın her bölgesinden kendisinden çok genç erkeklerle evlenip Almanya’ya getiriyorlardı. Homoseksüller için de geçerliydi bu. Bir dönem Almanya’da para karşılığında yapılan evlilikler geçerliydi. On bin ile yirmibeş bin Mark karşılığında üç yıl sürecek sahte bir evlilik yapıp Almanya’ya gelmek isteyen kişiyi getirebiliyordunuz. Ama sahte evlilikle gelenlere yaşatılan insanlık dışı davranışlara, tecavüzlere, dayaklara dayanamayanlar savcılığa yaptıkları şikayetler çoğalınca Alman Hükümeti yapılan sahtekarlığı uyguldıkları sert önlemlerle sonuçlandırmıştı.    

Uzmanlar, Almanya'da daha önce benzeri yakın tarihte yaşanmamış bu sel felaketine küresel ısınmanın yol açtığını söylüyorlardı ısrarla. Uluslararası Dünya-Hava İlişkisi (WWA) örgütü ile Alman Meteoroloji Dairesi'nin birlikte hazırladığı araştırmaya göre, Almanya'da meydana gelen bu sel felaketi, iklim değişiminin muhtemel sonuçlarından biriydi ve hemen gerekli önlemler alınmazsa önümüzdeki yıllar için karamsar tablolar çiziliyordu. Sibirya'daki sıcak hava dalgasın, Avustralya ve ABD'de yaşanan orman yangınları...

Ne oluyordu? Bir tarafta bir yıldan uzun bir süredir insanlığın ve dünyanın dengesini bozan Salgın, diğer tarafta tüm dünyada başlayan yangınlar, sel felaketleri. Diğer tarafta kuraklık, sıcak hava dalgası, Her an yeni felaketlere yol açması beklenen yanardağlar. Zamanında gerçekleşmediği için istatistikleri şaşırtan ama her an olması beklenen büyük depremler... Üstlerinde yaşadıkları dünya kendisini bozan, kurcalayan, oyuncağa dönüştüren, kirleten, ciğerlerini yakan insanlardan intikam alıyorcasına hiddetli ve saldırgandı.  Ne zaman, nasıl vuracağı, insanoğlunu nasıl bir felakete sürükleyeceği bilinmiyordu.  

Sokak arasına bir süre önce açılan beyaz badanalı dört katlı ufak, kibrit çöpüne benzeyen, sıradan, gösterişsiz, tabelası bile zor görünen, daha çok kimsesizlerin, Almanya’ya kaçak olarak giren göçmenlerin, kaçakçıların, kullandığı otele ikisi annesinin elinden tutan, biri babasının kucağında uyuyan üç çocuklu bir aile girdi. Her polis baskınında aranılan ilk yerlerden biriydi. Savaş bölgelerinden kaçan göçmenler beraberinde getirdikleri altınları bozdurup yaşamaya çalışırken ucuz otelleri tercih ediyorlardı. Bir çoğu uzun süre Türkiye’de yaşadıktan sonra buraya gelmişler ve gelir gelmez de Türkiye’yi kötülemeye başlamışlardı. Türkiye’nin yaşanmaz bir ülke olduğunu, kamplarda yaşayan göçmenlere kötü davranıldıklarını, yiyecek verilmediklerini aç kaldıklarını söylüyorlardı kendilerine mikrofon tutan televizyonculara. Almanya cennetti. Almanya’da kalmak istiyorlardı. Çocukları Almanca konuşmaya başlamıştı bile...Almanya için ölürdü... Zaten Almanya’ya gelmek için yola çıkmış ama Türkiye’de kalmak zorunda kalmıştı. Türkiye’de yaşadıkları acıyı, ayrımcılığı anlata anlata bitiremezlerdi. Kendilerini öldürseler de artık geriye dönemezdi. Suriye’de savaş vardı. Afganistan’da savaş vardı. Irak’ta savaş vardı... Almanya demokratik, insan haklarına saygılı bir ülkeydi. Kendilerini ölüme göndermezdi...

Yanından kızarmış patates kokan, saçları saman sarısı bir Bulgar göçmeni geçti. Vücudunun ayrıntılarını ortaya çıkaran daracık bir kot pantolon giymişti. Bankanın önü her ay sonunda olduğu gibi kuyruğa giren insanlar doldurmuştu. Almanya’da işsizlik parası ile sosyal yardım ayın sonuncu günü ödendiğinden caddelerin en kalabalık olduğu gün oluyordu. Afganlı bir aileye hesap numarası açmak için gerekli şartları soran uzun boylu, İngiliz’e benzeyen kadın bankanın önünde bekleyen yaşlı bir çiftin yanına yaklaşıp bankadan aldığı bilgiyi aktarmaya başladı. Yaşlı adamın yeleğinin cebinden altın bir köstek sarkıyordu ve saçları boyalıydı.

Efendim, Nimet, YeDoy ve diğer Türk restorantlarından caddeye yayılan kebap kokuları insanın karnını acıktırıyordu. Podolski’nin döner dükkanının önünde kuyruklar oluşmuştu. İstanbul/Fatih’te ilk yediği kebapı anımsadı. Her gün ellerini en az elli sefer yıkayan, oturduğu masayı yüz sefer silen, ellerini kolanya ile defalarca temizleyen babasının arkadaşı gazeteci A. Rahim Balcıoğlu’nun müdürlük yaptığı bir giyim deposunda uzun bir süre çalışmıştı. Fatih’in alt sokaklarında tarikatçıların yuva yaptığı sokaklardan birindeydi çalıştığı yer. Deponun hemen karşısında olan kara sakallı, dantel takkeli, elinden tespihini düşürmeyen, kara çarşaflı kadınların, kızların girip çıktığı bir bakkal dükkanını çalıştırıyordu. Bir kaç kez dükkanda oturan kendi yaşlarında bir kızın bakışlarıyla karşılaşmış uzun süren bakışmaların verdiği cesaretle dükkana gitmişti alışveriş yapmak için ama dükkanın içinden oturduğu eve açılan kapıdan çıkan Bin Laden’e benzeyen dükkan sahibi nefret dolu bir sesle kendisini bir daha dükkanında görmek istemediğini söyleyince bir daha uğramamıştı. Fatih onların kurtarılmış bölgesiydi... Arada bir onun depoyu izleyen kara bakışlarını görüyordu. İşte o günlerden birinde Fatih’in ana caddeye yakın kebapçıların birinde yemişti acılı urfa kebabını. Ama Bursa İskender kebabı kadar beğenememişti doğrusu. Annesinin pişirdiği kuru fasulye en güzel yemekti onun için hele yanında ufak çuçka biberleri ve ev yapımı turşu olursa, ziyafetti...

Boynuna astığı koskocaman bir teypli radyo ile evsiz Almanlardan biri caddeye yaydığı – Queen-Bohem Rapsodi– yi ardında bırakarak geçti. Bir dönem Amerika’da moda olmuştu. Özellikle Amerika’nın gettolaştırılmış yerleşim birimlerinde latino ve zenciler arasında yaygınlaşmış, karanlık sokakları omuzlarında koskocaman radyoların rengarenk ışıklarının içinden sokaklara taşan –HipHop–  müziği dinleyen ve dinleten  gençler doldurmuştu. Ama kısa bir süre sonra yorucu olabileceği için  omuzda taşımaya da çözüm bulunmuş, radyolara kalın askılarla çanta gibi taşınmaya başlamıştı.

Almanlar maskeli yabancıların ise çenesi ve dirsekleri maskeliydi.

İranlının 15 masaya büyüttüğü açık hava kahvesinde sadece 7 masa doluydu. Dördünde Türk müşteriler vardı.

Hadi Olcay’a benzettiği ikinci el telefon satan ve tamir eden –Telefon Doktoru–  dükkanının sahibi kısa pantolonuyla dükkandan çıkıp yol kenarındaki ağacı korumak için çevresini saran demir korkuluklara oturup  dükkanına baktı beğeniyle. Kendi kendine bir şeyler mırıldanıp bir sigara yaktı. Gerçekten de bir süre yanında çalıştığı Hadi Olcay’a çok benziyordu. Nişantaşı’ndaki kitapçı dükkanında çalışmaya başladığında sevinçliydi. Ama bu sevinci Hadi Olcay’ı tanımaya başlamasıyla bir kabusa dönüşmüştü. Bir dakika durmasını istemiyordu. Her an her saniye çalışmalıydı ona göre. Babasının torpili işe alınıncaya kadardı. Arada bir kitapçının karşısındaki konservatuardan gelen müzik seslerinin bulutlarına binip uzak ülkelere gidiyordu. Rami yokuşunda kendisini Konservatuara yazdırmak için babasına yalvardığı günü anımsadı... Babası yarım saat hippilerden, gece yaşamından, uyuşturucudan örnek verdikten sonra “Biz fakiriz olma...” demişti sıkıntıyla. Akşamüstleri Konservatuarın önüne kız tavlamak için gelen saçları biryantinli, limonlu gençlere bakıp kıskanıyordu onları. Bazılarının altında babalarının aldığı pahalı arabalar vardı. Bir gün Adnan Menderes’in torun gelmişti. Sarı saçlı donuk yüzlü bir kızdı. Beraber çalıştığı TİİKP davasından yargılanıp serbest bırakılan ama hapiste gördüğü işkenceler nedeniyle yaşadığı sorunlar olan iş arkadaşı, kızın kimseye yüz vermediğini söyleyince ilgilenmemişti. Onun gözü kitapevinin hemen yanında ufak bir derici dükkanı işleten dul esmerin üzerindeydi. Onunla ilgileniyor, sabahları - Günaydın- diyordu açık kapısından içeri. Siyah deri elbiseler giymeyi alışkanlık haline getiren siyah kısa saçlı esmer kadın arada kendisini yanıtlıyordu gülerek. O zaman içinde umut ışıkları birden kıvılcımlanıyor ve bu kıvılcım ta ki onun asık suratını, ilgisizliğini, umarsızlığını görene kadar devam ediyordu. İş arkadaşı kadının Lezbiyen olduğunu söyleyince şaşırmış ama umudunu bir gün işe yarayabilir düşüncesiyle beyninin saklama depolarından birine kaldırmıştı. Arada bir çalıştığı yere çok yakın olan bir pasajda eşi ile bir mağaza açan şarkıcı Neco ve eşini görmeye gidiyordu neden gittiğini bilmeden... Bir gün okul kitaplarının alımını yaptıktan sonra geldiği kitapevinin kapısında Edip Cansever ve eşiyle karşılaşmıştı... Edip Cansever kendisini görünce şaşırmış, “Cezayirli senin burada işin ne?” diye sormuştu. Anlatınca babasına öfkelenmişti. Bir ihtiyacım olması halinde kendisini aramam için telefon numarasını vermişti. Giderken eşine, “Çocuğu mahvetmiş... Böyle baba mı olur...” dediğini duymuş, üzülmüştü. Gün geçtikçe işten ve patronundan soğumaya başlamıştı... Sosyalizmi savunan ama işçisini ezen bir patronun yanında çalışmak istemiyordu. Her gün sadece üç saati yollarda geçiyordu. Sigortası yoktu. Yol parası, yiyecek parası derken, hak ettiğinin çok altında bir ücretle çalışıp eline geçen para birkaç gün içinde tükeniyordu. Okullar açıldığında bütün günü okul kitaplarını temin edebilmek için sağa sola koşuşturmalarıyla geçiyor, akşamüstü gelip kitapları teslim ettikten sonra paydos edip eve döndüğünde yürüyecek hali kalmıyordu...

Bir gün Hilmi Yavuz gelmişti kitabevine. Arada bir Türk edebiyatının tanınmış yazarları geliyor Hadi Olcay ile taze tuzlu badem ve çukulata ile Viski içiyorlardı. O gün okul kitaplarını alıp dönmesi kısa sürmüştü.. Olcay, Hilmi Yavuz gelince viskisini çıkartmış kendisinden badem almasını istemişti. Adam kendisini ayakçı yapmış kullanıyordu. Canı sıkılıyordu. Bunalmaya başlamıştı. Burada neden çalıştığını sorgulamaya başlamıştı. Annesiyle konuşmuş işten çıkmasına şaşırmamasını söylemişti. Bu iş bitmeliydi. Pasajdan bademi alıp geldiğinde 16-17 yaşlarında, dalgalı saçlı, orta boylu, güzel sayılabilecek beyaz tenli, yumuşak bakışlı genç bir kız Hilmi Yavuz’la viski içen Hadi Olcay’a bir şeyler anlatıyordu. Bademleri bırakırken kızın korkak, çekingen, ürkek bakışlarıyla karşılaştı. İş aramak için geldiğini anlamıştı. Kim bilir kim aracılık yapmıştı. Üç basamaklı merdivenden inip kendi yerine geçti. İş arkadaşı eliyle sus işareti yaptı. Hadi Olcay, “O zaman gel seninle bir konuşalım” diyerek kızı arka tarafta depo gibi kullanılan odaya soktu. Biraz sonra önce bir çığlık sesi duyuldu sonra kız saçı başı dağılmış bir halde odadan kaçarcasına çıkıp kitapevini ter etti... Ne olduğu belliydi. Olcay, hiç bir şey olmamış gibi çıkıp yerine oturdu ve içmeye devam etti. Aradan on-onbeş dakika sonra kız yanında annesi ile tekrar geldi kızını taciz eden Olcay’a ağzına ne geliyorsa söylemeye başladı hiddetle... İçinden gidip Hadi Olcay’ın yüzüne iki tokat atmak geldi. İş arkadaşı bunun ilk olmadığını daha önce de buna benzer olayların yaşandığını söyledi kitapçıda. O gün kitapçıda geçirdiği son gündü. Hiçbir şey söylemeden, haber vermeden, aylığını almadan ayrıldı işten. O günden sonra, olay sırasında putlaşan ve hiç bir tepki vermeyen Hilmi Yavuz’u da okumadı.

Büyük beyaz çadırların üstünde yağmurun ayak seslerini duydu önce sonra asfaltta yuvarlak ıslaklıkların çevresine dağılarak büyüdüğünü gördü. Pat-pat-pat diye ritmik bir müzik eşliğinde başlayan yağmur yaz mevsimine uygun giyimli insanların keyfini kaçıramamıştı. Günlük yaşam yağmuru da içine alarak devam ediyordu... Pat-pat sesleri kalınlaşmadan aniden kesildi.

Nerden çıktığı belli olmayan bir çete dilencisi insanların önünü kesip para istemeye başladı. Kahvedeki müşterilere de sormak isterken kahvenin sahibi sert bir tepkiyle kendisini uzaklaştırdı. Sahte dilenci uzaklaşırken Bulgarca küfürleri bıraktı ardında ve iğrenç suratının görüntüsünü.

İki masa uzaktaki masaya iki tane romen vatandaşı oturdu. İkisinin de başında ABD bayrağı olan siyah bir kep ile üzerinde Newyork yazılı birer tişört giymişlerdi ikiz çocuklar gibi.

Güneşin taze gelin gibi yüzünü örttüğü günlerden geçiyorlardı. Dünyanın bir bölümünde sıcaklık rekorları kırılıp, insanlar yaşamını yitirirken kendilerinin yaşadığı bir bölümde ise yağmurlardan, sel baskınlarından kurtulup bir –oh!- çekemiyorlardı. Umutla yazın başlamasını beklerken tropikal yağmurlar gibi bir mevsim yaşanıyordu Almanya’da. Seller, su baskınları, yıkılan evler, sularda kaybolan insanlar, telef olan yüzlerce ev hayvanı...

Bild gazetesi Olimpiyatlarda başarısız olarak gördükleri Alman kafilesinden hesap soruyordu: Bizim vergimizle bize getirdiğiniz madalyalar bunlar mı? Biz beş sene bize bu madalyaları getirmeniz için mi size baktık? Sadece 37 madalya için 503 milyon Euro vergi parası size harcandı. Değer miydi? Diyerek. Türkiye’de ise ‘Başarısızlığı övmeyen insanlar başarılı olamaz’gibi uydurma, yandaşlığı savunan açıklamalar yapılıp kazanılan madalyalar için övgüler, destanlar yazılıp, törenlerle karşılanıyordu. Eleştirmek isteyen bir kaç kişi ise hemen medya tarafından afaroz edilip çarmıha geriliyordu.

Yan masaya orta yaşlı iki Türk kadın oturdu. Kadınlardan birinin kucağında beyaz bir süs köpeği vardı. Sütlü kahve ısmarlayıp ikisi de ayni anda birer sigara yaktılar. Düzgün Türkçesi olan kadın sesinin tonunu ayarlayarak semtteki ev kiralarının pahalılığından söz etmeye başladı... Ardından eşiyle nasıl tanıştığını ve evlendiğini anlattı. Hata olarak gördüğü ilk evliliğinden sonra 5 yıl Muğla’da yalnız yaşamış. İstediği gibi bir erkek bulamadığı için tam umutlarını yitirmişken bir arkadaşının erkek kardeşi ile tanışıp hemen evlenivermişler.

Hava birden karardı.

Havanın kararmasıyla kahvede boş yer kalmadı.

Kadın arada bir etrafına bakınıp ilgi çekip çekmediğini anlamaya çalışıyor sonra devam ediyordu. Virolog muş. Kazancı iyiymiş. Her hafta sonu bir arkadaşında toplanıp oyun oynuyorlarmış. O sırada da eşi evde işleri hallediyormuş. Çok anlayışlıymış. İsterse olmasınmış... Zaten erkekler ne işe yarıyormuş ki... Sadece üremek için kullanılabilir canlılarmış. Kadınlar erkeklerden çok daha güçlü ve değerliymiş... Erkeklerin olmadığı bir dünyada savaş ve kadına şidet olmazmış... Sonra Almanya’da uzun yıllar yaşamalarına karşın Almanca öğrenemeyenlere olan tepkisini anlatmaya başladı. Ona kalırsa hepsini bir uçağa bindirip geri gönderirmiş... Bazen kucağındaki köpeğiyle öpüşüyordu. Karşısındaki kadın bunalmıştı ama sesini çıkaramıyordu. Belki de iş için kendisine başvurmuştu... Kadının telefonu çaldı. Bakmak isterken masadaki sigara ve çakmağı yere düşürdü. Diğer kadın hemen eğilip aldı ve masaya koydu. Kadın Almanca konuşmaya başladı.

Sel mağdurları kendilerini yalnız bırakılmış hissediyordu. Seçimlerden önce verilen sözler henüz yerine getirilmemişti. Nasılsa sandıkta hesaplaşacaklardı. Mart 2022'ye kadar evlere gaz verilemeyecekti. Ilık su 2021'in sonunda akmaya başlayacaktı. Yeniden yapılanma için kendilerine söz veren yetkililer ortadan yok olmuşlardı. İlk aşamada yapılan ufak yardımlar evlerini, dükkanlarını kaybeden insanlar için denizde bir damla gibiydi. Almanya gibi zengin bir ülkede Ahr vadisindeki insanlar için yeterince bina kurutucusu, çivisi, aleti bulunamıyordu. Sel felaketinden etkilenen, sele kapılan bir çok kedi ve köpek kurşun zehirlenmesi yaşıyordu. Sahiplerinin her yıl yüzlerce euro vergi ödedikleri kedi ve köpeklerini tedavi ettirmek için gerekli yüksek veteriner masraflarını devlet karşılamıyordu. Yüzlerce ev hayvanı ve sular altında kalan hayvan barınağında yüzlerce yeni bir yuvanın hayaliyle yaşayan hayvan yok olmuştu. Birde fırsatçılar çıkmıştı piyasaya. Kırık bir camın yerine iki sunta takmak için 690 Euro isteniyordu. Bazı mallar karaborsaya düşmüştü. Merkel giderayak verdiği sözleri tutmamıştı. Evlerini, eşyalarını, geleceklerini kaybeden insanlara yapılacak ilk ödeme sadece 3 bin 500 Euroydu. Sel sadece evleri değil insanlığı da alıp götürmüştü.  Sel gitmiş arkasında kendilerini insanların gözyaşlarıyla zengin etmek isteyen fırsatçıları bırakmıştı...

Sigarasını küllüğe söndürüp kalktı ve ahmak ıslatan yağmurun içinde yürümeye başladı.

Erdem Buyrukçu
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM