Gün batımı yolcusu / Güldem Eczacının
Cehennem insanın kendi ciğeri… (Turgut Uyar) Otogara giden servisin kalkmasına yarım saat vardı. Refik, tek bagajı olan kırmızı naylona sarılı deste deste markla dolu paketini sımsıkı tutuyordu elinde. O kadar zaman servis yazıhanesinde bekleyemezdi, kalbi yerinden çıkacak gibi, yüzü elindeki paketten daha kırmızı, huzursuzluktan soluk alamıyordu. Karşıda, çocukluğunda babasıyla balık tutmaya, denize girmeye geldiği küçük koyu görünce “Bu saatte manzarası da güzel olur, belki iyi gelir” diye geçirdi içinden. Servisi orada beklemeye karar verdi. Muhteşem güzellikte bir gün batımı vardı denizle göğün birleştiği yerde. Yorgun güneş kızıl ışıklarını yavaşça alıp giderken vedalaşıyor gibiydi günle. Refik ceketinin yakasını yüzüne kaldırıp anılarla dolu bu tanıdık manzaraya doğru ilerledi. Yazın insan kaynayan sahil, güzün gitmek için acele etmediği bu kasım günlerinde bomboştu. Hatta bir balıkçı oltasını bırakıp gitmişti ama o yine de tanınmamak için kaçırdı yüzünü, denizden, güneşten bile utanarak. Çöktü kaldı kıyıdaki tahta sıraya, gözlerini uzaklara kilitledi, manzarayı görecek hali yoktu. İçindeki savaşın top sesleri geliyordu kulağına, barut kokusu burnunda, kendi eliyle yıktığı değerlerin altında kalmış enkaz gibiydi. Yedi yıl önce karısını, yeni doğmuş oğlunu babasına emanet edip daha iyi imkânlarla iş bulmaya Almanya’ya gitmişti. Daha önce oraya yerleşmiş, her yaz değişik bir arabayla izne gelen çocukluk arkadaşı Acar’ın aklına uyup karısını boşayıp gitmişti, kâğıt üstünde bir evlilik yapıp oturma izni almak için. Çok para kazanınca dönüp ailesini de götürecekti bu zengin, medeni memlekete. İş bulmak her yıl daha da zorlaşıyordu kasabasında, mevsimlik kazançlarla kaynamıyordu tencere. Babası desteklemişti, karısı çaresiz kabul etmiş, ikisi de güvenmişti Refik’e. İlk zamanlar, para bile göndermişlerdi yaban ellerde iş tutana kadar kimseye muhtaç olmasın diye. Alışmıştı Refik bu ülkenin hem çalışma hem de yaşama düzenine. Fabrika çıkışı içki saatlerinde tanıdığı kadınların rahatlığı yalnızlığında iyi gelmişti, ne de olsa bekâr sayılırdı. Derken biri onu evine almış, nikâh yapmış, bankadan çektirdiği krediyle ortak etmişti lokantasına. Ne anlar yemek işinden Refik, ustası, garsonu, malzemesi, derdi bitmek bilmiyordu ondan başka koşturan yoktu işte. Bankadan aldığı kredinin üstüne tefeci borcu eklenince iyice iflahı kesildi. Alman karısı da borçlar ona kalmasın diye çoktan boşamıştı Refik’i. O sıralar Acar’dan duyduğu memleket haberlerinden babasının denize yakın taşlı tarlasının kıymetlendiğini, taliplerinin oraya yazlık lüks evler yapmak istediklerini öğrendi. Alacaklılarına ödeme sözü verip ilk uçakla döndü memleketine. Evdekiler bayram yaptılar yedi yıldır görmedikleri Refik’i birden karşılarında görünce. Babasına, karısına karşı yeniden güven kazanmak belki zor değildi. Çünkü kırıntı da olsa sevgisi kalmıştı kalplerinde biliyordu ama ya çocuk? Hiç emek vermediği, içine sevgi tohumu ekemediği oğlunda nasıl yeşertecekti baba sevgisini? Eve döndüğü gün dedesi yanına çağırıp “Oğlum bu senin baban, öp elini” diye buyurunca misafire hoş geldin der gibi söz dinlemişti Serhat, o kadar. Bir daha hiç yanına yaklaşmamıştı. Karısı Hatice desen gözlerini bile değdirmiyordu gözüne, onu nikâhsız bırakıp giden kocasına kırgınlığı okunuyordu her halinden. Günler geçiyor, Almanya’dan gelen telefonlarla iyice sıkışıyordu yüreği. Zamanı kalmamıştı. Karısına nikâh sözü verip onunla gelmeye ikna etti. Babası da onların yokluğunda işleyemeyeceği tarlasını satmaya razı oldu. Oğlan keyifsiz, suskun dolandıkça etrafta dedesi “Orada okur, yabancı diller öğrenir, büyük adam olursun evlat. Burada iş mi var? Arsanın parasını sana okul parası yaparız” diye durmadan öğüt veriyordu torununa. Zaten annesi nereye o da oraya. Hepsinin içini zehirli bir umut kaplamıştı. Bu sahte mutluluk tablosuna insan inanmasa da inanmak istiyordu işte. Refik bile kapılmıştı bu hayale. Çocuk da babasına yaklaşmaya zorluyordu kendini ama o bakışları… Oğlunun gözlerinde görüyordu kendini, yabancı, hatta düşman bakan çocuk gözlerinde. Aynalardan da kaçıyor, yüreği yüzüne vurmuş gibi bakamıyordu. Geç de olsa her şey yolundaydı, para avucunda, Almanya bileti cebinde. Gidebilirdi artık gönül rahatlığıyla. Bu parayla borçlarını kapatır, üstüne küçük bir ev bile alabilirdi. Sonra yine en başa dönecekti, fabrikada çalışmaya, ama olsun. Pürüz kalmayacaktı nasılsa. Zamanla palazlanır, ailesini bile alırdı yanına belki. Onları kendine bağlamaya çalışırken kendinin bağlandığının farkında değildi. Kendi toprağında yaşamak, havasını solumak nereye ait olduğunu hatırlatmıştı ona. Düşündükçe, karısının uzaklığındaki edebi, oğlunun soğukluğundaki hasreti, yaşlı babasının tükenmeyen güveni sızlattı içini. “Nerde kaldı şu servis!” dedi, hırsla kalktı küçük koyda oturduğu tahta sıradan. Şöyle bir baktı denize, o zaman gördü kendi yansımasını, sıranın, oltanın, hatta gökte uçan martıların. Bu muhteşem renklerin içinde simsiyahtı sureti. Sanki su ona ayna olmuş içindeki karanlığı gösteriyordu. Birazdan gün batacak, servis kalkacaktı. İçindeki bu cehennemle nasıl yaşayacak, onu özlemle kucaklamış bu insanları, ait olduğu bu küçük kasabayı ikinci kez nasıl bırakıp gidecekti? İki kez kırılmış dal tutunur muydu ağaca? Yazıhaneden bir genç seslendi “Otogar yolcusu kalmasın!” Düşünmeden koşturdu ayakları, oturdu minibüse. Servis ilerledikçe kalbindeki sıkışma artıyordu, nefesi kesildi sandı. Dayanamadı, içindeki bu cehennemle gidemeyecekti daha fazla. “Dur!” diye seslendi Refik şoföre. Güldem Eczacının
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR