Gümüşlük kavşağında bizi kimse görmedi / İnci Gürbüzatik
Araba kızgın öğle sıcağında yokuş yukarı yol alırken, gürültüyle homurdanıyor. Sen ayaklarımın dibindesin. Bir an önce bitmesini istediğim bir yolda ilerliyoruz. Coşkun bir yandan arabayı kullanırken bir yandan da küfrediyor, her saniye söyleniyor. Sesim hiç çıkmıyor, nefes almaya korkuyorum. Bir yerde duruncaya kadar böyleyim, suçlu, ezik, sessiz. Bugün onu, yalvarıp rica ederek şaşırttığımı biliyorum. Oysa kavga da edebilir, direnebilir, hır çıkarabilirdim. Ama yapmadım. Öyle sıcak bakma bana. Kıpırdanıp durma boş yere. Koşulsuz teslimiyetti davranışım. Senin için yaptım bunu. Sesimin en ince, en merhamet dilenen tonuyla hem de. En acınacak yüzümle ellerine sarıldım. Beni hiç böyle görmemişti. Ben de beni. ‘Sen delirmişsin’ dedi. ‘Aklını kaçırmışsın.’ Şaşkınlığından bana ‘hayır’ diyemedi. Olmaz bir şey istedim ondan. Hiç akla gelmez. Söylenip duruyor, kendisine, bana, sana. Ama en çok kendisine. Şimdi eve dönüyoruz. Siniri geçmiş değil. Bana kızamayacak kadar kızgın kendine. Ben hep dinliyorum, başımı da ona hak veriyormuşum gibi sahte sahte, inançsız sallıyorum. Dedim ya suçluyum. Oysa daha birkaç gün önce, bahçede bin bir özenle yetiştirdiği minik domatesleri- ilk hasadını, benim geldiğim güne denk getirmiş- övünçle bırakmıştı avuçlarımın içine. Görünce dayanamayıp yıkamadan birini ağzıma atıverdim hemen. Domates yaprağının kokusu burnumu yalarken, tadını damağımda duyumsadım. Nefisti. Bir tane daha yemeye kıyamadım. Onları, mutfakta nişin içinde duran ayaklı, antika meyveliğin içine ellerimle bırakırken gözüme pek dekoratif göründüler. Onca yol gelmiştim, yorgundum, Yattım erkenden. Bodrum’daki ilk sabahımda, kahvaltı hazırlığına giriştiğimde pek keyifliydim. Tam domatesleri almak için elimi uzatacaktım ki, öylece kalakaldım. Ayaklı meyvelik boştu. Canım sıkıldı. Benden önce kalkan Coşkun, daha dün, bir avuç mücevhermiş gibi ellerime bıraktığı minik domatesleri, beni beklemek gereğini bile duymadan yemişti demek. Hem de hepsini. El insaf! O an öyle sandım. Sofrada suratsızdım. ‘Domatesleri neden çıkartmadın?’ diye sormasa, öyle de devam edecek, belki günlerce kızgınlığımı, suskunluğumu -huyum kurusun- sürdürecektim. ‘Ne? Ne domatesi? ‘Dün topladığım domatesler.’ ‘Sen onları yemedin mi? Sabah. Erkenden.’ ‘Yoo, niye yiyeyim? Duyduklarımla, suratsızlığım şaşkınlığa dönüşüyor. Sen yemediysen, ben yemediysem nereye gitti? Ha?’ Dalga geçiyorsun, benimle eğleniyorsun.’ Sözünü kesiyorum şaşkın, bir o kadar da kızgın. ‘İyi de, domatesler yerinde yok!’ ‘Dolaptadır.’ ‘Ama dolaba koymadım.’ ‘Koymuşsundur.’ ‘Koymadım.’ ‘Dalgınlığını biliyorsun, koymuşsundur.’ Haklı, dalgınım. Bu konuda sicilim bozuk. Evin içinde herhangi bir şeyi kaşla göz arasında kaybeder, o an için önemli olan o şeyi, kendime küfredip söylenerek arar dururum. Neden sonra da olur olmaz bir yerden -çoğu kez de gözümün önündedir- bulurum. Bulunca da kendi kendime, daha dikkatli olacağıma dair sözler verir, ‘buldum’ diye sevinirim. Şu anda kendimden şüphedeyim, öyle ya, işte yine bir şey kaybettim. Ben şu minik domatesleri, şöyle elimle, şu meyveliğe koyduğumu sanıyorum. ‘Sanıyor muyum?’ Buzdolabını dip bucak arıyorum. ‘Yok’ diyorum. ‘Yok. Yok işte!’ ‘Çıkar… Çıkar, kim bilir hangi deliğe tıkmışsındır?’ Eline düştüm ya, oynar artık benimle. Yeminler ediyorum. Elimle pencerenin önündeki nişin içinde durmakta olan ayaklı meyveliğe koyduğumu bininci kez söylüyor, tarif ediyorum. ‘Şöyle koydum akşam.’ diyorum, ‘Şuraya söyle bıraktım ellerimle.’ İnanmıyor. İnanmaz. Çünkü oraya koysaydım, orada olurdu. İşin mantığı bu. Haklı. Demek başka bir yere koydum. Yol yorgunluğu, yaptım işte bir şeyler. Gün boyu, elimle koyduğum küçük domateslerin yok oluşuyla ilgili ciddi boyutta kuşkular yaşarken, aklım hep belleğimin beni içine düşürdüğü durumdaydı. O gün domatesleri, evin içinde bulamadım. Ama aklım dönüp dolaşıp domateslere takılıyor, ne olduklarını kurcalayıp duruyordu. Takmıştım. Hani takar ya insan. Ama haklıydım. Üçüncü günün akşamında, bahçede yemek yerken, masamızda Coşkun' un yeni topladığı domatesler ortadan kesilmiş, üstüne kekik serpilip bol zeytinyağlı sofraya konmuştu. Çatalımla birini ağzıma götürürken Coşkun’un gözlerinde yanıp sönen o ‘hain’ ışığı yakaladım. Bana, ‘Hala bulamadın, değil mi?’ diyordu bakışlarıyla. ‘Kim bilir hangi deliğe tıktın?’ Kekikli domateslerden birini daha ağzıma atıp yerken, çok kararlıydım. Boş çatalı ona doğru sallayarak söylendim. ‘Eğer ben, o domatesleri hiç akla gelmeyen bir yere koymuşsam ve eğer onları öylesine ilgisiz bir yerde bulursak, lütfen beni bir doktora götür’ dedim birden. Coşkun kuşkuyla baktı, şaşırmıştı. Belli ki böyle bir tepki beklemiyordu benden. ‘Ciddi söylüyorum’, dedim. ‘O bir avuç domates her nerede olursa olsun bulunduğunda, eğer ben koyduğum yeri hatırlayamıyorsam, lütfen beni bir doktora götür. Hafızamla ilgili ciddi bir sorunum var demektir bu. Aklım biraz başımdayken sana izin veriyorum. Öyle bir durumda ‘aklım başımdayken’ sözünün de geçersiz olacağını biliyorum ama yine de bir akıl doktoruna görünmeyi istiyorum. -Ama neden şimdi, hemen gitmiyor da, illa domateslerin bulunmasını bekliyorum, onu da anlayabilmiş değilim.- Bodrum’daki tatilimin dördüncü günü, beni doktora gitmekten kurtaranın bir fare olacağını dünyada aklıma getiremezdim. Bir fare. Evet, bir koca fare. Ya da koca bir fare. Onunla öykümüz eve geldiğim gün başlamış da benim haberim yokmuş. Domatesleri o meyveliğe koyduğumda. Ta, o zaman. Aklım da başımda imiş. ‘Ohhhh, çok şükür’ Hafta sonu temizlik günüydü. Aynur, ağır bedenini bir o yana bir bu yana yaslayarak oflaya poflaya geldi Milas’tan. Evi ben yokken ‘yalap şap’ temizlediğinden, bugün, o da biliyordu ki, iyi bir temizlik yapacaktı. Çoktan işe koyulmuştu, ben de sırtım ona dönük mutfakta yemek yapmaktaydım. Aysel anlamsız anlamsız konuşuyordu. Bir an için kafamı kaldırdığımda, avucunda pörsümüş minik domateslerle bana doğru geldiğini gördüm. Şaşkındı, söyleniyordu. ‘Bunların kanepenin arkasında ne işi var? Oraya düşürmüşsünüz. Nasıl olmuşsa? Alay eder küçümser gibi bir hali vardı. Kalakaldım. ‘Ben yapmadım. Hayır. Hatırlamıyorum.’ dedim. ‘Ben yapmadım.’ ‘Düşürmüşsünüz’ ‘Düşürmüş müyüm? Aman Allahım! Ama nasıl olur, ben onları şuraya.’ Kanepeyi hızla çekip ardına korkuyla baktım. Domateslerin çoğu oradaydı. Bazıları ezilmiş, suyu akmış parçalanıp kurumuş, bir pisliğe dönüşmüştü. ‘Onları oraya ben nasıl düşürmüş olabilirim? Ben koymadım. Ben şuraya şu nişin içindeki şu meyveliğe koymuştum, sonra yok oldular. Ben yapmadım. Yani şey, sanıyorum. Vallahi ben değilim. Onları oraya koyan ben değilim.’ ‘Fare’,dedi. Aysel bilgiç bilgiç. ‘O zaman fare! ‘Hııııı?’ Müjde verir gibi söylenmekteydi. ‘Ama fare tek gezmez, eşiyle gezer, evinizde en az iki tane fare vardır şimdi.’ ‘Ohhh! Dedim. Gözümüz aydın o zaman’ Hafifledim. Uçtum sanki o konuşurken. Hafızam temize çıkmıştı ya, fare iki değil dört olsun. Aklım başımda ya. Artık ne önemi var farenin de farelerin de? ‘Neee fare mi?’ Ne merettir o.’ ‘Aman Allahım!’ Coşkun daha farelerin adını duyduğu o an, savaşı başlatmıştı. Hemen depodaki kapanlarını kaptı geldi. Üç giyotin kapan. Bir tane de kafes kapan. Islıkla çalmakta olduğu mehter marşıyla küp küp kestiği minik tulum peynirlerini özenle çengellere taktı. Kapanların yaylarını gerdi, mekanizmalarını kurdu. Fareleri hemen yakalayacağından emindi, birini kapı girişine, birini merdiven altına, birini kanepenin ardına, birini de arka bahçe kapısının girişine yerleştirdi. Evin içi tuzaklarla donatılmış, pusu dolu bir bekleyiş başlamıştı. Coşkun 'un beklentisinde bir zaferin heyecanı, kendine güven, benimkinde, can sıkıntısı, ölüm korkusu, çok az da olsa farenin firar umudu vardı. O ne kadar fareyi yakalamak isteği içindeyse, ben de aksine, o ölümcül pusudan kaçıp kurtulmasını umut ediyor, her ne şekilde olursa olsun ölmesini istemiyordum. Hapishanelerden tünel kazıp kaçan mahkûmların bu gizli çabalarına hayranlık duyduğumu bilen Coşkun, onca korunan o binalardan kaçma başarısını gösterenlerin yakalandıklarında salıverilmeyi hak ettiklerini düşündüğümü de biliyordu. Böyle abuk fikirlerime sinir olurdu ama olsun. Yeter ki fareler yakalanmasın kaçsın gitsin. Giyotin kapan en kötüsüydü. Yayından kurtulan tel, hayvanın neresine inerse oradan yakalar, ezim ezim ezerdi çünkü. Farenin yakalanmadan kaçması için fikir üretiyordum. Evin kapılarını açık bırakıp çıkmasını sağlayamaz mıydık? Ya da bütün eşyaları yerinden oynatıp kaldırarak, saklandığı delikten uzaklaştıramaz mıydık? Dilimizden anlar mıydı? Rica etsek gitmez miydi? Coşkun kararlı, ben tedirgin, bir bekleyiştir başladı. Fare akıllıydı. O gün, hiçbir faka gelmedi. Ertesi gün de gelmedi. Ondan sonraki gün de. Coşkun' un umudu kırılmaya başladı. Farenin -Aysel'in söylediğine göre farelerin- evimizde bizimle birlikte yaşamayı sürdürdüğünü, evi terk etmeye niyetli olmadıklarını anlıyorduk. Geçip dolandığı, inip tırmandığı her yerde pisliklerine rastlıyorduk. Artık sabah, uyanır uyanmaz Coşkun' un ilk işi kapanları kontrol etmek oluyordu. ‘Gelmiş mi? Dokunmuş mu? Peynirler yenmiş mi?’ Her birini tek tek inceliyor, ‘Burası olmadı, şurası daha iyi’ diye söylene söylene her gün yerlerini değiştiriyor, sürekli konuşup farelere tehditler savuruyordu. Kapanlarla yetinmeyip, küçük kutulara koyduğu zehirli fare yemlerini de oraya buraya yerleştirmeyi ihmal etmeden bekleyişini sürdürüyordu. Farelerle biz, günlerdir aynı evde yaşarken bu durum Coşkun' u deli ediyor, orayı burayı sürekli silip temizlemekten bitap düşmüş olan benim de sabrımı taşırıyordu. Onca yorgunluğa, onca korku, ürküntüye rağmen yine de yakalanmalarını istemiyor evden gitmelerini, kaçıp kurtulmalarını düşlüyordum. Beklemekten başka yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu. Biz tetikte beklerken onlar da evin içinde pervasızca gezip duruyorlardı. Gece televizyon seyrederken, bir gölge ‘Pırrrrr’ bir duvar dibinden ince siyah bir çizgi çizip geçiyor giriveriyordu bir deliğe, ardından da bir başkası, biraz daha ince, küçük olanı. Bir başka gün, ‘Pırrrr’, koltuğun altından, televizyon sehpasının yanına, oradan da kanepenin altına süzülüveriyordu. Bize hiç aldırmıyorlardı. Akıllıydılar. Onca tuzağın hiçbirine yaklaşmıyorlardı çünkü. Çocukların geleceği, evin kalabalıklaşacağı gün, kapanların hepsini kaldırma kararı aldık. Zaten sürekli yeri değişse de işe yaramıyorlardı. Onları tek tek inceleyen, bir bozukluklarının olup olmadığını merak eden Coşkun derin düşünceler içinde kararını verdi. ‘Hıımm’ dedi, ‘Bunlar bu peyniri sevmediler galiba. Onlara sevdikleri cinsten bir şeyler alalım. İşi şansa bırakmayalım, çocuklar gelmeden bu fare işini bitirelim artık. Çok uzadı. Çok!’ dedi. Küçük bir kalıp tam yağlı beyaz peynir, bir parça İzmir Tulumu, sosis, sucuk, salamdan oluşan alışveriş faturamıza, Coşkun’ un kaşla göz arasında gizlice sepete attığı iki kapan, bir de -ne olduğunu tam olarak bilmediğimiz - fare tutkalını ekleyerek eve döndük. İlk kez aldığımız tutkal, iğrençti. Kimin buluşuysa, önce onu yapıştırmalıydı. Coşkun bütün kapanları yeniden kurdu. Cephane ikmalini yapmıştı işte. Savaş naraları atarak, sucuğu, salamı, sosisi, İzmir tulumunu küçük küçük kesip özenle yerleştirdi kancalarına. Bir yandan işini yaparken bir yandan da söylenip sevinerek, fareyi aptal yerine koyan, bunları yiyince başlarına gelecekleri en ince ayrıntısına kadar anlatan, acıklı konuşmalar, yorumlar yapıp uyarılarda bulunuyordu, ‘Alın size tabldot’ diyordu. ‘Açık büfe’ ‘Ben yiyemiyorum, buyurun... Buyurun siz yiyin.’ ‘Kimseye de söylemeyin. Millet bize kıçıyla güler. Hadi, bir an önce yiyin de beni şu kadına mahcup etmeyin. Zaten olduğumuz kadar olduk. Yiyin de görün gününüzü?’ Farenin şöyle bir değmesi halinde bile sımsıkı yakalanacağı, kurtulmaya çalışıp çırpındıkça daha çok yapışacağı güçlü tutkalı da bir parke taşının dörtkenarına tüpünden özenle sıkıp ortasına da bir ziyafet sofrası kurdu. Farelerin en son görüldüğü sedirin köşesine yerleştirirken de beni uyarıyor, ‘Dikkat et haa, sakın basayım deme. Yapışırsın sonra! Sen sakarsın, basarsın bilirim.’ O gece sabahı zor ettik. Meraktan. Fareler yine gelmedi. Hiçbir faka gelmedi. Zehir’e de tutkala da sucuğa da gelmedi. Onlara sunduğumuz yiyeceklerin hiçbirine itibar etmedi. Fareler artık evimizde bizimle yaşamaktaydı, biliyorduk. Kapanları kaldırdık. Gözdem, Gamze, Duru geldiler. Hiçbirinin evdeki fare olayından haberi yok. Söylemiyoruz. Bilseler gelmek ne, semtimize uğramazlar. O sabah, keyifle konuşa gülüşe, kahvaltı hazırlıyoruz, birden, mutfaktaki lavabonun köşesinden bir siyah gölge kafasını uzatıyor, parlak, kara boncuk bir çift göz, şöyle etrafına bakınıp bizi hiç umursamadan bedenini çıkartıp tezgâhı boydan boya kaplayan fayansların dar çıkıntısının üstünden yürümeye başlıyor. Koşmuyor, kaçmıyor. S-a-l-ı-n-ı-y-o-r adeta. Bu yürüyüşün gizli, sessiz kalması görülmemesi mümkün değil. Olay hepimizin gözünün önünde cereyan ediyor zira. Aleni. Alay eder gizlediğimiz varlıklarını ilan eder gibi. Hiçbir korku belirtisi yok. Sanki evin sahibi onlar. Pervasızlık ortada. Birden konuşmalar, gülüşmelerimiz, bardak-tabak gürültüsü bıçak gibi kesiliyor. Derin bir sessizlik. ‘Çıt’ çıkmıyor bizden. Bakışlarımız onun üstünde çakıl. Hep birlikte izliyoruz. Gamze şaşkın,‘Aaaaa, bu da ne?’ Ve kızların çığlıkları, gülüşmeler. Oysa durum görüldüğü gibi ciddi. ‘Evimizin faresi.’ diyorum, sessizce. ‘Bu Rüstem!’ ‘Bir de şey var...’ Gerisini getirmiyor eşini söylemiyorum.’ Coşkun görmesin. Bu küstahlığı, pervasızlığı görmesin. Faremiz herkesin şaşkın bakışları altında üst dudağına yapışık bıyıklarını titrete titrete, salına salına yürüdü, tezgâhın bittiği noktadan yere süzüldü, yine sedirin ardına girip yitti gitti. Herkes şaşkın, birbirinin yüzüne bakarken Gamze telaşla dışarıya süzüldü. Gülmeye başladık. Başka ne yapabilirdik ki? Gamze ve Coşkun' un birden yok oluverişlerine kimse bir anlam veremedi. Nereye gittiklerini benden başka kimse bilemezdi. Onların eve dönüşleri safariye aslan, kaplan, fil avına çıkacak avcılarınki gibiydi. Tam donanımlıydılar. Hemen işe koyuldular. Evdeki bütün eski ve yeni kapanlar çıktı, mekanizmaları elden geçti, yeni yemler takılıp kuruldular yeniden. Tahminler, mevzii planları, ölçümler yapıldıktan sonra, stratejik önem taşıyan noktalara, kuytulara bir bir özenle yerleştirildiler. Farelerin ağızlarının tadını bilmediği noktasında görüş birliğine varıldı. Kızlar evde yatmayı reddettiler. Ama çaresizlikten gece odalarını dip bucak kontrol ettikten, her deliği tıkadıktan, kapı altlarını sımsıkı kapatıp kendilerini güvenceye aldıktan sonra yattılar. ‘Traaak!’ Coşkun işte bu sesi duymak istiyordu. ‘Trak’ diye kapanan kapağın sesini. Bu günlerde başka hiçbir isteği yoktu. Tek vuruş. Altın vuruş. ‘Traaak’ Sabah erkenden denize giden çocuklar evden kaçmışlardı. Bu apaçık ortadaydı. Coşkun öğle yemeğinden sonra, sedirin üstünde hafiften kestirirken duydu işte o duymak istediği sesi. ‘Traaak!’ Çıplak ayak, ok olup fırladı tatlı uykusundan. Rüya değildi. Bir sevinç çığlığı attı. O sevinçle yerinden zıplarken benim içim ‘Cızzz’etti. ‘Cızz!’ Ses merdiven altından gelmişti. Dolabın içinden. ‘Kapan boşa atmış, kurtulmuştur’ diye geçirdim içimden ama sesler tıkırtılar sürüyordu. Kendisine kurulan tuzağa sonunda yakalanmıştı fare, kaçamadığı, hala canlı olduğu gürültüsünden belliydi. Dolabın kapağını açınca gördük onu. Tel kapana yakalanmıştı. Canlıydı. Parlak gri tüylü, küçük bir fareydi. Tel kapanın içinde deliler gibi oradan oraya dönüyor, kurtulmak için eriştiği her yere saldırıyor, her çubuğu, her bağcığı, teli dişliyordu. Coşkun’un sevinci sonsuzdu. Zafer çığlıkları atmaktaydı. Ama asıl şovunu çocukların gelişine bıraktığı, kapanı evin arkasına, kahkahalar atıp, fareyle konuşarak götürmesinden anlaşılıyordu. Uykusu bölünmüştü ama keyfine diyecek yoktu. Konuşuyordu fareyle. ‘Onu ne yapacaksın?’ dedim birden. ‘Ölecek ‘dedi gözleri ışıl ışıl. ‘Ne olacak? Bütün kapana kısılan fareler gibi ölecek.’ Bakmaktaydım öylece. İçim kararmıştı. ‘Ölümlerden ölüm beğen. Hele beni bu kadar uğraştırdıktan sonra. Hayriye gibi mi yapsak? Kaynar su döksek üstüne. Sonra da leşini assak ağaca ibret olsun diye. Ya da Sakine gibi kedileri çağırdıktan sonra kapağı açıp salsak mı sokağa. Çocuklara iyi bir seyir çıksa. Aç kedilerin saldırısını izlesek. Azıcık eğlence olsa. Ha?’ Benimle dalga geçmekteydi. Hiçbirini yapmayacaktı. Yapmazdı, yapamazdı biliyorum ama durumun tadını çıkartıyor benimle eğleniyordu. Keyfinden. ‘Sonuçta bu fare ölecek’ dedi. ‘Öyle ya da böyle.’ Bu kaçınılmazdı farkındaydım. Yüzümde nasıl bir ifade vardı bilmiyorum. ‘Hayır ‘dedim. ‘Ölmeyecek!’ ‘Anlamadım!’ dedi. İşte o zaman boyun eğdim birden. Sesimin en merhamet dilenen tonuyla konuşurken, en acınacak yüzümle gözlerimle, baktım gözlerine. ‘Lütfen’ dedim yeniden. ‘Ölmesin. Ne olur onu öldürme!’. Şaşırdı. ‘Yalvarıyorum’ dedim. İyice şaşırdı. ‘Hayır’ dese diz çökecektim. Ne olduğunu anlayamadı, gülümsemesi yüzünde dondu ‘Bağışla onu. Affet sal gitsin.’ Ellerini tuttum. Şaşkın baktı yüzüme. Ciddiydim. Kararlıydım. Eminim anladı bunu. İçeriye girdi hızla. Çıktı aynı hızla. Arabanın anahtarı elindeydi. Yüzüme bile bakmadan aceleyle merdivenleri indi. Bağırıyordu. ‘Al’ dedi.’ ‘Al fareni gel!’ Arabaya bindiğimde. Kapan ayaklarımın dibindeydi. Onu sapından tutup paspasın üstüne nasıl koydum hatırlamıyorum. O hala kurtulabilmenin nafile çabasını sürdürürken biz hiçbir çukuru sakınmadan hafif bir rampayı hızla çıkıyorduk. Farenin teli kemirip kaçabilmesi olası değildi ama ben ayaklarımın dibinde, hala ondan korkuyordum. Onun da benim gibi, bu yolculuğun sonunu hayal edemeyeceğini biliyordum. Araba taşlı köy yolunu zıplaya zıplaya geçip ana yola çıktı. Durmadı. Coşkun’a durmasını söyledim, ama o durmadı. Anlamsız bir şeyler söyledi. Kesin küfürdü. Gürece’ yi aştık gidiyoruz hala. Gümüşlük kavşağına geldiğimizde araba acı bir firenle durdu. ‘Ben atmam!’ dedi, ‘Madem ki azat edeceksin, kendi işini kendin gör! Muştu böceği mi bu? Farenin azat edildiği görülmüş müdür?’ Arabanın kapısını açtım bir robot gibi indim. Ayaklarımın altındaki kapanın uzun tahta sapını korkuyla tutup yolun kenarındaki çalılıkların arasına geldim. Bunu yaptım. Nasıl yaptım bilmiyorum. Kapağı yavaşça kaldırıp açtım. Fare kafasını bir sağa bir sola çevirip, ‘Ne oluyor?’ der gibi kıpırdamadan bakındı. Bir ok gibi fırladı, yitti gitti. Artık dönüyoruz, sessizlik. ‘Kimseler bilmemeli fareyi selametlediğimizi.’ diyerek sessizliği bozuyor Coşkun. Gülmemek için kendimi zor tutuyorum. ‘Selametlemek’, sözcüğünü nereden buldu?’ Tembih üstüne tembih. Ses tonu daha önce hiç duymadığım tonda. ‘Duymasınlar. Köylüler duyarsa rezil oluruz. Ne güzel dalga geçerler bizimle. Dillerine düşer, maskara oluruz. Yüzlerine bakamayız. ‘Hayriye hiç duymasın. Çocuklar da. Aysel de. Sakın ha, hele Nezihe hiç duymasın. Dişsiz ağzıyla ömür boyu güler bize, bir şölen kaçırdığı için de kızar. Salaklığımızla Bodrum’un tarihine geçeriz. İbretlik. Hele benim aptallığımı kimse duymasın, karı sözü dinleyip ‘fareyi salan adama çıkar adım da bir daha bu ünvanı silip atamam üstümden. Daha artık geçmiş olsun, ölsem de ünvanım yürür.’ O konuşuyor, ben dinliyorum. Öyle! Çok kızdığı ortadaydı. Sanırım aklıma uyduğu için pişmandı. Onca mücadeleyle yakaladığı fareyi o gün Gümüşlük kavşağında azat edişimizi, kimseye anlatmamam için bana sıkı sıkı tembihte bulunurken kendimi zor tutmaktaydım. Bütün bu olanların üstüne bir de gözlerimden yaş gelinceye kadar gülmeye başlamış olsaydım-ki bunu yapabilirdim- Gürece kavşağına geldiğimizde onun da beni arabadan atarak salıvereceği kesindi. O gün eve dönerken, Coşkun’a koşulsuz itaat ettim. Sevincimi, neşemi içime gömüp, hiç gülmeden ‘tamam kimselere anlatmayacağım söz’ diye ciddi ciddi yemin ederken, ‘yazmayacağım’ demedim. İnci Gürbüzatik Gercekedebiyat.com
‘Yarın sabah’’ dedim, ‘kahvaltıda yeriz.’
‘Bir dakika... Bir avuç domates, şuradaydı. İşte şurada... Şimdi yok.
‘Yooo vallahi dalga geçmiyorum. Hadi getir de yiyelim’, diyor. ‘Hadi!’
‘Taşııır, ne bulursa taşır.
YORUMLAR