Güldar / Şahnaz Kemal
İnce kaşları yukarı kalktı. Gülümserken elmacık kemikleri daha da ortaya çıkıyordu. Gülümsemesinde daha çok bir bakış vardı. Dudağının kenarında beliren acı gülümseme Güldar'a daha anlamlı bir güzellik katıyordu.
Bu üniversite Rusya'da meşhur olsa da yerleşke ve binalar çok kötüdür. Binası oldukça eski tarihi bir binadır ancak böyle önemli bir üniversitenin eğitim verdiği yer biraz bakımlı olmalı. Yürürken ayağımın altında döşemelerin cızırdamasına önceleri epey şaşırmıştım. Bir kez bu düşüncemi hocalardan birine söyledim: "Petersburg'da öyle bir üniversite için normal bina yoktur!" dedi. Sonra da biraz alaycı: "Yöneticilerin spor ve musiki tutkunluğu yüzünden bilime saygı göstermeye da zamanları yoktur!" dedi. Nikolay Nikolayeviç'in yarasının kabuğunu kopardığımı duyumsamış ve fazla üstelememiştim. Yemekhanenin içi görkemliydi. Binayı taşıyan büyük daire sütunlar ve her sütunun etrafında yemek masaları vardı. Gözü kıyık Özbek görevli kızdan çorba, kotlet ve elma kompostomu alıp kenardaki boş masaya oturdum. Başımı yemek tabağıma gömüp sevdiğim yemekleri tadını çıkara çıkar yiyordum ki bir ses işittim: "Oturabilir miyim?" "Tabi, buyurun!" Bu, orta boylu, ince belli, kara saçlı, fındıkburun (burnu doğrudan fındığa benziyordu) görünüşünden, görkeminden Rusa benzemeyen bir kızdı. Üzerinde dikkatimi çeken çok garip ama çizgili, güzel bir giysi vardı. Bu kısa sürede öyle etkilenmiştim ki ressam olsaydım mutlaka bu kızın portresini yapmak isterdim. Kız benimle ilgilenmiyordu. Kendi aleminde yemeğini yiyordu. Öyle ki ona baktığımın, ondan etkilendiğimin bile ayırdında değildi. Sanki bu bakışlara alışkındı. Bense mümkün olduğu kadar sezdirmeden ona bakıyor, onu inceliyordum. Yemeğim ilgi alanımdan çıkmıştı artık. O çantasından nemli mendili çıkarıp özenle ellerini silmiş, sonra salata tabağındakileri iştahla yemeğe girişmişti. Kızın içinde göğsünü açıkta bırakan yeşil renkli gömleği vardı. Yakası o kadar açıktı ki yuvarlak göğüslerinin az kala yarıdan fazlası görünecekti. Paltosu ise çok yakışıyordu; kız sanki bu giysiler içinde doğmuştu. Birden gözüm kızın sağ kolunda yukarıdan aşağıya yazılmış dövme yazıya takıldı: "Manastar ğırza!" Sözler dilimden gayri ihtiyari çıkmıştı. Kız işte sanki o an, ilk kez görmüş gibi hayret bana bakarak: "Siz Uygurca okuyabilir misiniz?" "Ben Türkologum!.." "Ne güzel... Ben de Türkolojide okuyorum..." Elini bana uzattı: "Güldar..." "Sevinç..." İkimiz de bir anda gülümsedik. “Neredensiniz?” “Azerbaycandan.” “Ben de Doğu Türkistandanım..." Sıcak bir biçimde yeniden gülümsedik. "Günahınız çoktur! 'Manastır ğırza' geçmişten mani dinine gelen Uygurların duasıdır... 'Benim günahlarımı bağışla' anlamındadır...” "Olmamış... Olmaz..." İnce kaşları yukarı kalktı. Gülümserken elmacık kemikleri daha da ortaya çıkıyordu. Gülümsemesinde daha çok bir bakış vardı. Dudağının kenarında beliren acı gülümseme Güldar'a daha bir anlamlı güzellik katıyordu. “İşinizi başından sağlam tutuyorsunuz galiba...” “Öyledir...” Gülümsemesi saygısız denecek biçimde serbestti. Salatasını biraz lakaytça yeyip duruyordu. Sonra birden yarıda bırakarak kalktı: “Dersim var.. Gitmeliyim. Tanıştığımıza memnun oldum.” “Ben de. Sağlıkla kalın. Görüşmek ümidiyle.” “İsterseniz bana yazın... İnternette de olabilir..." “Yazarım...” “Sağ olun...” Yürüyüşü de bir başkaydı. Sanki uçuyordu. Güldal, bütün hareketleriyle, “Ben yaşamayı seviyorum; bildiğim gibi yaşayacağım; kendi yaşamımı kuracağım..” diyordu. Birden, peşinden, ince uzun boyuna dalgın, hayranlıkla baktığımı duyumsayıp utandım. Herkes bana bakıyormuş gibi özür dilercesine çevreme bakındım: Başkaları da onun arkasından bakıyordu! Bu kez onurlandım: Güzele bakarlar! Eve gelince facebookda Güldar'ı aradım ve buldum. * Gördüklerime, öğrendiklerime inanmayabilirsiniz; bu sizin hakkınız. Ancak ben yalan konuşmayı sevmem. Bunun için bana inanmalısınız. Benim yazdıklarımı bir somut gerçek olarak kabul etmelisiniz. Güldar, güzel ve çok güzel bir kızdı! Şimdi onun internetteki fotoğraflarına, yarı çıplak duruşuna, değişik ruh hallerindeki bakışlarına bakıyorum ve bunu daha iyi anlıyorum. O kız bir şarkının sözlerine benziyor. Bu yazdıklarımı isterseniz bir şarkı dinleyerek okuyun. Bu durum Güldar'ı daha iyi anlatacaktır. Bir süre sonra Onunla üniversitenin Sultan Dehlizi denen bölümünde karşılaştım. Birer yabancı gibi selamlaştık. “Facebook'daki fotoğraflarınıza baktım...” “Beğendiniz mi?” “Hem de çok.” “Oradaki şekilleri fotoğrafçı çekti. Onun için güzeldir...” “Sizin özünüz anlamlı ve güzel. Komplekssiz olmanızdan, kendinize güveninizden çok etkilendim. Sizinle yakın tanış değiliz ama olabiliriz...” “Elbette... Benim için yalnızca insan vardır... Onları cinsiyetlerine göre değerlendirmem...” “Fotoğraflarınızdan ben de bunu anlamıştım zaten...” “Doğulusunuz ama benim kadın ve erkeklerle olan fotoğraflarımı anlayışla karşılıyorsunuz...” “Kimsenin özel işine karışmayı doğru bulmuyorum...” “Annem de bunu öğütlerdi.” “Anneniz sizin çıplak fotoğraflarınızı gördü mü?” “Elbette gördü. Ben gösterdim. Önceleri, yarı çıplak fotoğraflarıma bakıp, sen buna güzel mi diyorsun' diye sormuştu. Ben de ona 'Dikkatle bak' demiştim ve sonunda bana hak vermişti. Hem ben orada tam çıplak değilim ki...” “Annenizle hiç bir problem olmuyor demek...” “Hiç bir zaman olmadı. Ben çok güzel, sorunsuz bir çocuktum... Evden kaçmak, intihar gibi yollara hiç baş vurmadım... İstediğimi söyleyip istediğimi yapmışım... Onlar da biliyor ki ben kötü bir şey yapmam. Bana güvenirler.” İçimden gelen bütün istekleri yaşama geçirmeyi bütün varlığımla isteyen biriyim. İnsan içinden gelen duyguları sevmeli, ciddiye almalı. Çünkü insan güzeldir, doğuştan saf doğar ve zamanla ne kadar korlansa da o saflıktan bir parça kalır. İçinde kalan bu bir parça saflık arzu ve istek biçiminde kendini gösterir. İnsan içinden gelen bu duyguları bastırdıkça kötüleşir, her şeyden nefret eden birisi olur; dünyadan, yaşamdan, insanlardan, kendinden neret eder... Yaşadığına yaşam denmez, hep acı çeker ve öyle ölür. Ben, içindeki arzu ve istekleri duygular kabristanına göndermiş, bastırmış “namuslu insan” adlandırmasıyla yaşayan insanların karşısındayım. Namuslu insan önce kendisine ihanet etmemeli, arzularının katili olmamalıdır. Eğer bir insan kendine yalan söylüyorsa, duygularını kontrol edip bastırıyorsa, içindeki sevgiden korkuyorsa başkalarını sevebilir mi? Derin düşünceler içinde sustuğumu görüp devam etti: “Bakın, genellikle toplumumuz bu tür insanları namuslu, terbiyeli olarak kabul eder. Sanıyor ki böylece karşısındaki gerçekleri yüzüne vurmayacak, bildiklerini kendi içinde tutacak. Ancak unuttuğu bir şey var. İnsanın söylemeyeceği şeyler bir gün dilinin ucuna gelir ve en kötü zamanda dökülür. Bu durumda da psikolojisi bozulur. Ben demiyorum ki insan en kızgın anında bile istediklerini söylesin. Ancak örneğin bir sınavda beni haksız olarak başarısız kılan profesöre 'köpek oğlu' demişsem, bunu dememiş olsaydım imtihana giremeyen arkadaşlarıma ve kendime hıyanet etmemiş olacaktım. Sonuçta o beni sınava almadı, üniversiteden kovmaya çalıştı, ancak dikkate alınmadı. O işte böyle sövülesi bir 'köpek oğlu'ydu..." “Garip bir mantığınız var...” “Ben yaşamı seyretmiyorum, onu yaşıyorum!..” Bir süre sustuk. Sonra bir şiir okumaya başladı: “Kelebek kadar ömrümüz var Güzel şiir değil mi?” “Güzel.. Siz de güzel okudunuz...” “Çünkü yaşayarak okudum... Yaşanarak görülen her iş güzel olur...” Ders başlayacaktı. Geç kalmıştım. Konuşmamızı kesmeliydik. “Hoşça kal...” dedim. “Hoşça kal...” dedi. Bu tarihten sonra Güldar'la uzun aralıklarla görüşsek de onunla konuşmaya can atıyordum. Güldal'ın da bana karşı özel duygularının olduğunu anlıyordum. Sultan Dehlizi'nde beni her gördüğünde ellerini sevinçle sallıyor, “Sevinç abla!” diye sesleniyordu. Güldar, bana Doğu Türkistan'ı, yurdunda olan olayları, geride bıraktıklarını, onların yaşamlarını anlatırdı. Bu arada ben onun gözlerinde bir sevinç görmeye çalışırdım ama o vatanından her söz edişinde gözlerine derin bir keder çökerdi. “Çok üzgünüm Sevinç abla... Atamdan, anamdan, kardeşlerimden uzağım... Biz orada, öz yurdumuzda Urumçi'de rahat yaşayamıyoruz...” Güldar, başıyla, üniversitenin kantininde kaynaşan Çinlileri işaret etti. Çinli öğrencilerin sayısı üniversitede çoktu. “Bunlar işte bize öz topraklarımızda yaşamak için rahat vermiyorlar. Onlar Türklerin bebeklerinden bile korkuyorlar. Sizin 2009 yılında yapılan Urumçi katliamından haberiniz var mı? Orada yaptıkları insanlığa sığmaz...” Biz Güldar'la bu konuda epey konuştuk. Ben de Hocali, Güney Azerbaycan'ı, Kerkük'ü anlattım. Bu denli serbest, bu denli açık saçık bir kızın içinde pırıl pırıl tertemiz bir vatan aşkı olduğunu gördüm. O Türklerin tarihini iyi biliyordu. Her konuşmamızdan sonra olumlu şeyler söylemeye dikkat ederdi: “Her şey güzel olacak abla. Türk özünü bilir; kudretlidir. Ondan herkes korkuyor. Onu mahvedemezler...” * Petersburg'a özlediğimiz yaz mevsimi gelmişti en sonu. Çok sevdiğim beyaz geceler yaşam sevgimi artırıyordu. Yazı, masmavi samanı, beyaz geceleri Ekim ayında çöken kıştan sonra özlüyorduk. Yazın gelişi yüzlere bir gülümseyiş, bir güzellik de getirmişti. Bu gün hava daha güneşli, güzel ve aydınlıktı. İnsana böyle günlerde yalnızca güzel şeyler olur duygusu veriyordu. Üniversiteden çıkıp eve gitmek için otobüs durağına geldim. Durakta her zamankinden çok insan vardı. Oysa böyle güzel havalarda insanlar metro istasyonuna kadar yürürlerdi. Doğrusu bu kadar insanın olmasına şaşırdım. Merakla yaklaştığımda her şeyi anladım. İnsanlar yüzlerini Neva nehrine dönmüş bir şeye bakıyorlardı. Genç kızların elleri ile ağızlarını tutup dönmelerinden çok kötü bir olay olduğunu anladım. Nehrin kenarında sevgililerin oturduğu yerlerde şimdi resmi görevliler, polis ve sağlık görevlileri vardı. Neva'nın üzerinde bir polis kayığının pat patları havayı yarıyordu. Yaklaşıp ne olduğunu sordum. Sarışın bir Rus kızı üzüntüyle yüzüme baktı: “Birisini öldürüp nehre atmışlar. Şimdi çıkardılar.” Yüzü sudan çıkmış gibi duruydu. “Skinhedler dövmüş, sonra boğup köprüden atmışlar. Birileri görüp polise haber vermiş...” Kız başıyla, iki yanında polisin tuttuğu, saçları traşlı, ayağında uzun asker postalları, kara deri şalvarlı oğlanı işaret etti. Oğlanın kolu bandajlıydı. Kalabalığı yararak biraz daha ilerledim. İçimde tuhaf bir korku ve panik vardı. Belki burada her şeyi daha iyi görüp anlayabilirdim. “Skinhed” Rusyada aşırı milliyetçilere verilen addı. Gencin suratındaki derin kini görebiliyordum şimdi. Polisler ve kayıktaki diğer adamlar nehirden büyük bir ağı yavaş yavaş çekmeye başladılar. Toplanan insanlar arasında bir canlanma, bir uğultu oldu. Ağ suyun üstüne yaklaştıkça bu uğultu daha da artıyordu. Kızlar elleri yüzlerinde oradan ayrıldıkça ben daha da ilerliyordum. İçimdeki sıkıntı daha da büyüyordu ve büyüdükçe ben daha çok ilerliyordum. Ceset yavaş yavaş suyun üstüne çıkmaya başladı. Önce cesedin kara saçları suyun üzerinde belirdi. Yeşil ve güllü giysisi de suda kıpırdamaya başladı. En sonu çıkarıp sedirin üzerine koydular. Aramızda artık 5-6 metrelik uzaklık vardı. Kadının şişmiş bedenine, tanınmaz haldeki yüzüne bakıyordum. Ne kadar tanınmaz haldeyse de tanıdım, gayri ihtiyari haykırdım. “Güldar!..” Herkes, sahildeki polisler, hatta katil bile yüzünü çevirip bana baktı. Sendeledim. Birisi kolumdan tuttu. Polisler yanıma geldi. “Siz onu tanıyor musunuz? “Evet!..” “Hangi işaretten tanıdınız?” “Giysilerinden...” “Herkeste olabilir bu... Ceset suda iyice şişmiş, tanınmaz olmuş. Biraz daha düşünün...” “Sol kolunda dirsekten aşağı bir dövme var. Uygurca...” dedim. Polis aşağıya doğru bağırdı: “Sol koluna bakın!” Cesedin yanındaki polis eğilip Güldar'ın şişmiş kolunu kaldırdı. “Döğme var ancak ne dilinden olduğunu anlayamadım..” diye bağırdı. “Odur!..” Bacaklarımın üzerine oracıkta yığıldım. Polise ne yanıt verdiğimi ne yaptığımı hatırlamıyorum. Bir kadın bana bir hap verdi. Orada bir taşa oturdum. Herkes gitmişti. Neva ve ben yalnız kalmıştık. Neva, yine her şeyden habersiz sakin akıp gidiyordu. Birden bir el omzuma dokundu: “Size yardım etmemi ister misiniz?” Baktım, ama görmedim. “Hayır...” Bir süre sonra kendime geldim. Nehrin nemi beni kendime getirmişti. Çantamı açıp yüzümü gözümü silmek için mendilimi ararken elime sert bir cisim dokundu. Bu bir özgürlük heykeliydi. Bu heykelciği 8 Mart günü bana Güldar hediye etmişti. “Statue of Liberty!.. Bunu sizin için almıştım. Çok sevdiğim bir heykelciktir...” O anı anımsayarak yerden doğrulmaya çalıştım. Güldar'ın azıcık yukarıya kalkık güzelim kaşları, dudağının etrafındaki yakıcı tebessüm gözlerimin önüne geldi. Heykelciği elimde sıkıp ayağa kalktım. Nevski tarafından gelen bir kız kolumdan tutarak yardım etti: “Eliniz kanıyor!..” Elime baktım. Parmaklarımın arasından kan damlıyordu. Avucumu açtım. Diğer adı “Özgür kadın” olan heykelcik kana boyanmıştı. Hüngür hüngür ağlamaya başladım. Şahnaz Kemal (St. Petersburg, 2013) (Azerbaycan Türkçesinden çeviren: Ahmet Yıldız) Gerçekedebiyat.com
Sevmek lazım, hemen başlayalım
Kaybedecek daha neyimiz var
Aşk için ne gerekiyorsa hepsi bende var
Nefes bile almadan seviyorum seni...
YORUMLAR