“Acı vatan”, “Yaban”, “Hasret”, “Toprak”, “Sıla”, “Özlem”, “Ayrılık”, “Kahır”, “Yalnızlık”, “Gözyaşı”, “Ana-Baba”, “Dönüş”, “Acı”, “Ölüm”...

Keyif sizin değil mi? Uzatın uzatabildiğiniz kadar bu zincirin halkalarını.
 
Ki ondan değil midir, asırlar boyu, şarkılara, türkülere, ağıt ve insana dair ne varsa, her şeyde, bu değerleri yaşayagelmişiz.
 
Bu veya buna benzer sözcüklerin gelip sonunda dayandığı  bir kapı var; o da göç denilen bir dünya gerçeği.
 
Kimi, göç olgusunu dünya ekonomik sisteminin dayattığı  bir gerçek olarak görür. Kimi de, sosyolojik bir boyut yükleyerek, toplumsal / bireysel çaresizliğin son çıkış yolu olarak tanımlar. Kimine göre, insan imkansızlıklar yüzünden yeni arayışa yönelir, bazısı ise "Biz, insan olarak çevre koşullarının zorlamasıyla, toprağımızı terkederiz" der göç öyküsünü gerekçelendirirken.
 
Oysa göç, insanlık tarihinin her aşamasında bir şekilde yaşanan, her döneme damgasını vurmuş bir olgudur. Daha doğrusu, canlı her varlığın bir şekilde yaşadığı bir süreçtir göç. Öyle olmasaydı, kavimler ve göç tarihi diye bir şey olur muydu? Göçler olmasa, yeni dünyaların keşfi nasıl olacaktı? İnsanlık nasıl renklenip, çeşitlenecekti?
 
Kuşların bile bir yerden bir başka noktaya erişme çabasının altında kendi doğasının bir gerçeği, farklı bir ihtiyacın yattığını göz ardı edemeyiz.
 
Göç ve Türk insanımız... Orta Asya'dan kalkıp, tarihlerden birinde su arkları gibi kendine yol ve yön bulan, dünyanın farklı köşelerine uzanan Türk insanı.
 
Tıpkı, 60'lı yıllardan itibaren Almanya başta olmak üzere, Avrupa'nın "el kapıları"nı çalan Anadolu insanımız gibi.
 
Onlar, "sırf keyif olsun" diye kopmadılar topraklarından. Modern seyyahlar misali, başka dünyaları görüp gezmek gibi bir sevdaları da yoktu. Yoluna düştükleri ülkenin dokusunu, koşullarını bile düşünmeye gerek duymadan bir kuş sürüsü gibi, aynı yöne yüz verdiler.
 
Kimi eşini, çocuğunu bırakmıştı geride... Kimi de kimliğini. Bazısı düşlerini kanat yaptı kendine, bazısı ise, korkularına yenik düştü. Birkaç yıllığına yapılan yaban hesapları, başını sokacak bir göz ev hayalleri, “önümüzdeki yaz”, “gelecek sene”ye havale edilen dönüş planları, nedense tutmadı. Almanya gelenleri tutsak mı aldı acaba? Neden dönemedik?
 
Biz kaldıkça, ayağımız bu topraklara kök saldıkça, geride kalanlar için adeta bir mıknatıs oldu bu yöreler.
 
Geldikçe geldik... Geldikçe geldik... Ama dönemedik. Hiçbir hesabımız tutmadı nedense. Çok istedik, ama olmadı. Baktık olmuyor, çoluğumuzu çocuğumuzu getirdik yanımıza. Yeri geldi, horlandık, küçümsendik, gülünüp geçildik. Bazen tehdit unsuru olduk, bazen hedef tahtası. 
 
Dışlandık. Hakaretlere maruz kaldık. Ezildik, büzüldük, bir hizaya dizildik. Gün oldu yaktılar bizi. Sustuk. Vurdular, sesimizi cıkarmadık.
 
Bugün aradan 50 yıl geçmiş artık.
 
50 yılın bilançosu isteniyor bizden. Oysa yarım asırlık bir tarihi öyle bir sayfaya, bir köşeye sığdırmak nasıl mümkün?
 
Bir değil, binlerce gerçek var bu geçen 50 yılda. Yüz binlerce insanın her birinin en azından bir öyküsü var.
 
Geçmişin közünü  eşelemek yerine, 50 yılı ardımıza alıp, geleceğe bakmak daha mı doğru acaba?
 
Bugün neredeyiz sorusuna yanıt aramak ve geleceğimizi nasıl biçimlendirebiliriz sorusuyla yüzleşmek, daha mı doğru olur?
 
50 yıldır Almanya'dayız. Yabandı, yurt oldu. Keyfinde bir yabancıydık. Zorla ve nedense mutsuz yerli olduk. Veya bize öyle geldi. Düne kadar bize "yaban gözlük"le bakanlar, bugün "bizdensiniz" diyor. Biz ise bir kararsızlık içindeyiz. Nereye aitiz? Hangi toplumun parçasıyız?
 
Bu soruların yanıtını  bulamıyoruz. Aidiyet duygumuz eksik. Yüzümüz gülüyor gibi gelse bile, aslında pek de mutlu değiliz.
 
Ne yabanı kabullenebildik, ne de yerli olduğumuzu.
 
Oysa bir görebilsek, bu gidişin artık bir dönüşü olmadığını.
 
Bir görebilsek, dünyada göçün geriye dönüşünün zor olduğunu. Bir başka örneğinin olmadığını.
 
Amerika'ya deniz yoluyla, mavi suları düş yaparak giden İtalyan göçmenler ile gemilere kaçak girip, okyanus ötesine kapağı atan Yunan Kosta'dan ne farkımız var ki bizim?
 
Onlar da dönmedi 100-150 yıl önce. Bugün biz. Onlar artık oraya ait olduklarını kısa sürede anladılar.
 
Ya biz?
 
Ya bir türlü doğmayan kararımız.
 
Soluk aldığımız topraklara aidiyet duygumuzu bir kazanabilsek.
 
Bir sabah uyandığımızda, pencereden doğan güneşin de, dolaşan yağmur bulutlarının da bir parçası olduğumuzun ayırdına varabilsek...
 
İnanın, kolektif bir mutluluk duygusu kaplayacak içimizi.
 
“Ben buraya aitim!” demeye başlayacağız.
 
Ne demesi? Haykıracağız... Haykıracağız..
 
Yaşasın aidiyet duygusu!..
 
Henüz olmayan ama özlemle beklediğimiz aidiyet.
 
Nerede acaba?
 
Ya bize bir türlü verilmeyen o ait olma hissi?
 
Daha nereye kadar?
 
 
*Gazeteci-yazar Mehmet Canpolat, 2013'te 20'nci yılına girecek olan yerel Hessen Toplum Gazetesi'nin sahibidir. www.toplum24.de
 
(Avrupa GÜN, www.avrupagun.eu, Sayı: 9)
 
 
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)