Gerçek ödül / A. Kadir Paksoy
Günümüz yarışmalarında seçicilerin elinde Dionysos’un sihirli terazisi olmadığına göre, nasıl tartarlar, nasıl belirlerler birinciyi?
“Ne zaman bir ‘şiir yarışması’ sözü duysam, hep, Aristophanes’in Kurbağalar Komedyası gelir aklıma. Aiskhylos ve Euripides şiirleriyle yarışırlar. Dionysos da hakemdir. Elindeki terazisiyle Aiskhylos’un ve Euripides’in şiirlerini tartar. Sonunda Aiskhylos’un şiirleri ağır gelir ve Euripides kaybeder. Kaybeder ya, söver sayar, sonuca razı olmaz… Günümüz yarışmalarında seçicilerin elinde Dionysos’un sihirli terazisi olmadığına göre, nasıl tartarlar, nasıl belirlerler birinciyi?.. Şimdi bana, bir dolu şiir ölçütü sıralayan olacaktır. Ama, bir seçici kurulda beş kişi varsa, beşinin de şiir ölçütü, bir şiirde aradıkları şey birbirini tutmaz. Diyelim ki beş kişiden üçü bir şiiri beğendi, ikisi başka bir şiiri. Başka bir seçici kurulda da belki tersi olacaktı. Nitekim oluyor da… Diyeceksiniz ki seçiciler önemli. Doğru, önemli. O zaman da derim ki seçici kurul aslında şairi değil, kendini ödüllendirmektedir… Her yarışmadan sonra tartışması sürer gider. Ben karışmak istemem. Bir yarışmaya katılıyorsanız; o yarışmanın seçici kurulunun beğenisine değer veriyorsunuz demektir. Sonuca saygı göstermelisiniz Ama fazla da önemsememeli, derim. Nasıl olsa Dionysos’un sihirli terazisi yok ellerinde…” Bu satırları on dört yıl önce yazmıştım (Pireotu, Karşı Yayınlar,1996). Dediğim gibi, bugüne dek hiçbir yarışmanın tartışmasına da katılmamıştım. Ta ki, bu yıl, Türk şiirinde saygın bir yeri olan bir ozanata adına düzenlenen yarışmada (bu ‘yarışma’ sözcüğünü de sevmiyorum ama, şimdilik başka bir sözcük bulamıyorum) ödülün, düşünceleriyle/duruşuyla ozanla hiç yan yana gelemeyecek olan bir ozana verilmesinin ozanatanın anısına saygısızlık olduğunu dillendirmeden edemedim! Hay dilim kopsaydı. Ortalık karıştı. Seçici Kurul Sekreteri benim “duygusal” bir çıkış yaptığımı açıkladı. Benim görüşümü yayan “e-posta grubu”nun yöneticileri beni benim ardımdan yargılayıp küreğe mahkûm ettiler. Ben de o “e-posta grubu”ndan ayrıldım, vs. vs… Ama bu anlık yazışma/atışma ortamında bir köşede olayı sakince değerlendirip bana görüşünü iletenler de oldu. Sevgili Attila Aşut gibi: “Ödül değerlendirmelerinde, adına ödül verilen ozanla, ödüllendirilen kişinin düşünsel ve sanatsal yaklaşımlarındaki ortaklık çok önemlidir. Ödüllendirilen kişinin dünya görüşü, yaşamdaki duruşu, şiir çizgisi, adına ödül verilen insanla ne ölçüde örtüşüyor? Değerlendirme yaparken, öncelikle bunları sorgularım ben. Toplumcu bir ozanın adını taşıyan şiir ödülünü siz kalkıp bireysel özgürlükleri yücelten liberal bir ozana verirseniz, o ödül benim gözümde anlamını ve değerini yitirir. Ne yazık ki son dönemlerde çok sık karşılaşıyoruz böyle durumlarla. ‘Tutarlılık’, sanatta da giderek bir ‘değer’ olmaktan çıkıyor. Birtakım insanların, dünya görüşünü paylaşmadığı, şiir anlayışını yadsıdığı ozanlar için düzenlenen yarışmalara neden katıldıklarını anlamakta hep güçlük çekmişimdir. Burada, etik bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu açıklıkla söyleyebilirim. Ödül tutkusu, insanlara temel değerlerini, ilkelerini unutturabiliyor...” Aşut’un bu saptamasıyla örtüşen Sevgili dostum Ümit Sarıaslan’ın sözlerini de aktarmalıyım (özel adları çıkararak): “Bu işler ‘şiir ve şiir çevresinde halkalı eylem ve edimler’, hep netameli ve tartışmalı bir yangınlı hırkayla sarınık, biliyorsun. İşin içinde şiir olunca; iş, şiir olunca her türlü düşünsel duruş, karşıtlık ya da yanında oluş, kişiye göre her yana çekilebilecek bir esnekliğe izin veren yapılanma gibi algılanıyor!.. Ozan Baba’ya selam olsun. O hepimizi görüyor olmalıdır…” Olayın üzerinden birkaç gün geçtikten sonra ben de şapkamı önüme koyup sakince düşünmeye başladım: - Ödül nedir? - Neye yarar? - Gerekli midir? - Ödüllü birçok ozan/yazarın kitapları neden raflarda kalıyor da, ödülsüz nice ozan/yazar halkın gönlünde taht kuruyor? Unutulmazlaşıyor, klasikleşiyor... derken; birden, aklıma “Nobel ödüllü tek Türk yazarı” geldi. Kendi kendime, uluslararası bir ödül alıp emperyalizmin tezgâhında işlenen pamuğa dönmek de var, demeden kendimi alamadım. Evet, hiçbir kuşkum kalmadı gayri, adam emperyalizmin maşasına dönüştü! Avrupa/Amerika meclislerinde Türk ulusu “soykırım”la suçlanırken, artık bu “Nobel ödüllü ünlü Türk”ten alıntı yapılıyor!... Başım döndü, midem bulandı. Bir avuç Çorum leblebisi attım ağzıma, Çorumlu apartman emekçimiz getirmişti. Susadım. İmdadıma bir bardak Hacıbektaş şarabı yetişti; o da “Hakk’a yürüyen” Turhan Selçuk için Hacıbektaş’a gittiğimizde erenlerin elimize tutuşturduğu bir şişeden kanatlandı kadehime… Hacıbektaş şarabını yudumlayınca zihnim açıldı, bulantım geçti; daha sağlıklı düşünmeye başladım. Bir kez daha sordum kendime: - Ey oğul, dedim, ödül nedir? Hayyam’ın sesini duydum bir eşikten: “Sabah doldu göklere mavi mavi Yineledim: Gerçek acıdır! Peki, gerçek ödül nedir? Gerçeği dile getirip halkın gönlünde taht kurmaktır. Bu da halk/insan sevgisiyle ivmelenecek bir yaşamın çilesini-çekisini sırtlanıp başı dik, alnı açık “Hakk’a yürümek”le olasıdır. Hayyam gibi, Yunus gibi, Pir Sultan gibi, Mustafa Kemal gibi, Nâzım gibi… Bu gerçek ödüle en son Turhan Selçuk değer görüldü. Onu uğurlamak için Abdülcanbaz da Hacıbektaş’a gelmişti. Dayanamadım ona da sordum: - Ozanata ödülü “a”ya verilmiş, ne dersin?.. Abdülcanbaz, kolumdan tutarak beni Hacıbektaş çarşısında dulda bir meyhaneye sürükledi. Bir kadehten sonra, “Sıkı dur!” dedi, “Vatan Sana Canım Feda Ödülü” de “Bir kadının memeleri bana vatandan daha yakındır.” diyen Gözlüklü Sami’ye verilecek!..” … Gerçeğe hü!... A. Kadir Paksoy Afrodisyas Sanat, Mayıs-Haziran 2010, Sayı: 21
Doldur, ışık döker gibi, kâseyi!
Acı olmasına acıdır şarap:
Ama gerçek acıdır demezler mi?”
YORUMLAR