Son Dakika



 Bir tek aşk yazmadım ben!

Biraz inanmadığımdan ama en çok da okurun aşk hikayelerine olan o bunaltıcı ilgisinden hiç haz etmediğimden!

Gerçi son zamanlarda eskisi gibi üretken değilim.

Düş bitti!

Yayıncımın ısrarı, okurun baskısı sonucu değiştirmeyecek. Kurgusu da felsefesi gibi kırık bir öykü daha yazsam ne geçecek elime?

Paradan başka yâni…

Kötü şarkılarını en ünlü olduğu zamana saklayan bir pop yıldızı olmaktan öte bir işse edebiyat…

Öyle midir gerçekten?

Büyük ödüllerin arkasından yayımlattıkları kof yapıtlarının yüz binler sattığı dünya starlarımız var! Yüz yirmi dakikalık canlı yayın boyunca ekrandan yüzümüze yeni kitabını sallayan çok yönlü sanatçımız kim mi? Ki en çok şaşırtandır beni!

Pasın demiri yediği gibi yer bahşedilmişliği ısmarlama edebiyat! Bir de olan bitenle barışık kalmak!

Kalamadım da zaten!

Tükendim.

Öykülerimi okuyan kem gözler kına yakıyordur şimdi arkamdan! Dilbaz beynim gittikçe daha samut, uykularım loş, tetik… “Hayatım, yazarsan kurgu olur ki sen bir yazarsın, söylersen yalan.” diye baskı yapan menajerimin planladığı kariyerim elinde patladı!

Daha çok anlatıyorum artık! Retorik fakiri pek çok diğeri gibi ancak yazarsam başa çıkılamaz olan ben o söyleşi senin bu imza benim yollardayım. “Spor mudur yaptığın, lig oyuncusu musun sen? Ne diye bir menajer tebelleş ettin başına?” diye uyaran eski yayıncımın haklı olduğunu anladım anlamasına da kadının anlaşması sağlam; kurtulamam!

Feribotun üst güvertesindeki kurtarma filikasının hemen dibinde yere oturmuş, kendi kendimle söyleşiyor, güneşten korunmaya çalışıyorum bir yandan da. Bir solmuşunu çıkarıp diğer solmuşu giyindiğim düşüncelerim kovana çokuşan arılar misali çokuşuyor beynime. Varacağım henüz çok uzaktaki yarımada sıcaktan buğuya kesmiş, hareleniyor. Dört yanım mavi. Kızgın güneşin altında bir çakıp bir sönüyor Akdeniz. Teknenin önünden ve yanı sıra koşan dalgalar giderek büyüyor.

Son kitabımın imzasından dönüyorum.

Çıkalı neredeyse üç sene olan son kitabın yeni bir imzâsı daha… İzdihama varan bir kalabalık vardı yine. Hep aynı sorular…

O hep aynı soruların ağırlığını yüklenen beynim çok yorgun! Çok yorgunum. Yılgın. Ve işte yine nefesim yetmemeye başladı. Paniğimi yenmek için gözlerimi kapatıyor, içimden ona kadar sayıyorum. Burnumdan derin derin aldığım nefesi, “Tut ve bir ve iki ve üç…” ağzımdan usul usul dışarı bıraktım…

Şimdi bir parça daha iyiyim. Bir süre hareketsiz kalıyorum... Ta ki kuvvetli rüzgârın kulağıma taşıdığı sese,

“Son arzum nedir diye gelip de bana sorsalar,

gözlerime bakıp da her şeyi anlasalar…

La la la lala lala…

Aşkıma hiç dokunma, bırak öylece kalsın.

Gerçek sevgi neymiş, bilmeyenler anlasın? …” gözlerimi açana kadar.

Gölgesine sığındığım filikanın altına çalkoyun uzanmış. Siyah gözlük camlarının ardındaki gözlerini göremesem de kapalı olduklarını varsayıyorum. Kuvvetli esinti gür kâkülünü geniş ve duru alnına çarpıyor, siyah saçları teknenin gri zeminine yayılmış. “Kurmacanın büyüsünü yitirsem de gözlem yeteneğim hâlâ yerinde anlaşılan.” diye geçiriyorum aklımdan. Dizinin hemen üstünde biten kot eteği ve yattığı yerde birbirine çaprazladığı bacakları…

“Gelse bile son günüm, koluna alsa ölüm…”

Ben de giriyorum şarkıya. Gözlüklerini burnunun üstünden doğru kaydırıp yüzüme dikiyor bakışlarını.

Sığ denizlerin mavisi ile aynı renk bakışlarını!

“Merhaba, Şenay ben.” diyor. Cevap vermek yerine şarkıya devam ediyorum.

“Gözlerimin önünde seninle geçen günüm…

Bundan böyle kalbimi sevgilere kapadım

Ben seninle o günü bin yıl gibi yaşarım…”

İnce, uzun bir boynu var. Saatinin önüne renk renk örgü bileklikler, ipler bağlamış... Gülüşü kocaman! Sonuna kadar söylüyoruz şarkıyı.

“İyi geldiniz bana. Ne çok severdim bu şarkıyı.” diyorum.

“Niye iyi geldim size?” Alabildiğine mavi gözleri annemin sıkça kullandığı o sözcüğü getiriyor aklıma. “Cıncık cıncık” bakıyor o kocaman gözler. “Bizim şarkımız bu, eşimle benim yâni. Niye iyi geldim size?”

“Biraz canım sıkkındı da!” diyorum.

“Göreceli!” diyor.

“Nedir göreceli olan?” diye soruyorum. Gözlüğünü tişörtünün düğme aralıklarından birine asıyor.

“Yâni… Bir başkasının canını sıkan öbürüne göre önemsiz olabiliyor!” Uzandığı yerden çevik hareketlerle çıkıp yanıma yerleşiyor. Filikanın güverteye vuran cılız gölgesine ancak sığdırdığım başımın dibine sokuyor başını.

“Çay içelim mi?” Çay içmek için çok sıcak bir gün olduğunu söylüyorum.

“Bi çay versene bana.” diye sesleniyor. “Aşağı inince veririm parasını.” Belli ki çaycı bildik.

“Bir hastane işimiz var da Bodrum’da. Sık sık kullanıyoruz o yüzden bu feribotu. Tanıyor bizi çalışanlar. Nasıl renk ama?” İlk yudumu alıp bardağı başının üstünden dışarı, güneşe doğru tutuyor!

“Tavşan kanı.” diyorum. “Demeyin öyle. Kana falan hiç gerek yok!” Bardağı kavrayan ince parmakları fazlaca kemikli, tırnakları kısacık. “Rizeliyim de ben.” Seri konuşma becerisinin, konudan konuya atlamadaki ustalığın sebebi şimdi belli oluyor. “Çaya düşkünlük oradan. Gerçi bir ara beni bile soğutuyordu çaydan.”

“Anlayamadım” diyorum.

“Kafamıza kafamıza attığını söylüyorum, beni bile az daha soğutuyordu çaydan!” Nereli olduğumu soruyor. Antakyalı olduğumu, orada büyüdüğümü, edebiyat fakültesini bitirdiğimi, geçmişte öğretmenlik yaptığımı… Birden dilim açılıyor, yazarlığıma kadar dayanıyor hayat hikayem. Çoğu kitabımı okumuş. Kendimi, zafer işaretli pozların verildiği öz çekimlerde buluyorum birden… Sayfam anında takipte, resmimizi hikayesinde paylaştı bile. Teklifsizliğin bu denli yakıştığı başka biriyle tanışmadığımı düşünüyorum. Çocuklarını anlatmaya başlıyor. Bakışlarındaki o mutluluk…

Kitaplarımın özgeçmiş sayfasındaki “Bekar ve bir kedi sahibi” yazısını hatırlatıp evlenip evlenmediğimi, hiç âşık olup olmadığımı sorguluyor şimdi de?

Susmayacak!

Yalnızlığımla sakin sakin ne de güzel laflıyordum oysa… Yine de taze bir neşe doluyor içime!

“Babam seni çağırıyor.” Birden yanımızda biten kız çocuğunun annesine olan benzerliğine ağzım açık kalıyor! “Sen bir de benim yakışıklı oğluşumu görsen!” diyor, “Esas o tıpkı babası!” Küçük kızın, üstünde kocaman gözlü ceylanların oynadığı orman temalı elbisesi rüzgârın etkisiyle tıpkı bir yelken gibi havalanıp şişiyor. İçinde cehennemler taşıyanların tutuşturduğu cennetin önünden geçiyoruz tam da o anda. Kapkara gövdelerin birbiri üstüne yığıldığı yamaçlara bakmamak için başımı öte yanıma çeviriyorum. Yangınlar devam ederken verdiğim bir röportajda “Keşke dünya ağaçsız tepelerle kurak ovalardan ibaret olsaydı” demiştim.

Ah keşke!

“…Ne kalır bir ağaçtan geriye,

yüzyıldan ne kaldı

Barbarın ve çölün buluştuğu seste?**”

Yangınlardan beri aklımdan hiç düşmeyen bu üç dize…

Alevler geri gelecek diye tedirgin olduğum ilk seneler... Parmak uçlarımı, avuç içlerimi ocağın alazına bir yaklaştırıp bir çektiğim ruh halim…

Nasıl olduğumu soranlara “Yarından iyi olduğum kesin.” diye cevap verdiğim…

O orman köyündeki dumanı hâlen tüten evlerinin yıkıntısı dibine attıkları pırtık kilime kıvrılmış, ağızları burunları kapkara ve kapkara elleri tıpkı çocuklar gibi birbirine kenetli yaşlı çift geliyor aklıma. Az ötede oturmuş iki genç kadından biri kurum karası bir duvağı yüzüne kapatmış ağlıyor, diğeri ucundan süt damlayan memesini sakınıyordu benden; alışkanlıkla elinin gittiği yerde tülbent yok! Bebeğinin başıyla örtüyor çıplaklığını.

Yanımızda getirdiğimiz kolileri utana sıkıla alıyorlar. Felaketi anlatırken arada durup yutkunuyor, devam ediyor, sesi çatallanıyor, sonra yine devam ediyor:

“Düğünüme iki gün kala tutuştu orman. Düğün yine olur da abla… Ama o hayvanlar…

Bizi de boşaltmaya gelince jandarma… Hayvanlarımızı saldık mecburen.”

Susmuştum. Maskemi çıkarmıştım bir de nefessiz kaldığımdan…

Zeytinlikler; yakıldıktan günler sonra bile küllerinin içinden kızıl korlar görünen zeytinlikler... Yanan ormanlardan dışarı taşan hayvanların çığlıklarını kaydetmişler… İnsanca kayıp olmadığına sevinen çoğunluğa şaşakaldığım!..

Ayrımına vardığımı sandığım kötülükle o yangınlarda tanışmıştım. Yaşamaktan usandığım için inançsızlığımı suçladığım…

Şenay’ın, “Baksana Özen abla” diyen sesiyle âna dönüyorum. “Bak nasıl da büyümüş fideler.” Küçük kızla aynı anda genç kadının işaret ettiği tarafa bakıyoruz. Bir damla yeşile, güneşin altında damarsız zümrüt gibi çakan o bir damla yeşile akıyor içim...

“Ceylanlar da gelecek mi anne oraya?” diye soruyor çocuk.

“Gelecek tabii, sen benim kadar olduğunda ceylanlar da orada olacak.” diyor. Kavuran yangınların hemen ardından doğan ilk çocuğun adını Burçin koymuşlar.

“Boşuna Burçin koymadım ben kızımın adını. Ceylanlara adaklı o!” Çocuğunun elini dudaklarına götürüp öpüyor, öpüyor... “Seni tanımak çok güzeldi yazar abla. Beni takibe almayı da unutma!”

Annesi ve Burçin önümden seke seke uzaklaşırken gözlerim bir süre daha filizlenen tepelerde dolaşıyor. Birazdan yanaşacağız. Biri kendini rüzgârdan sakınan, diğeri deniz yolculuğunu sevmediği için kapalı salonda oturmayı yeğleyen arkadaşlarımı arıyor, tekneden en son çıkacağımı hatırlatıyorum.

Kalabalık boşaldıktan sonra…

Salgında edindiğim alışkanlıklarımdan caymış değilim henüz!

Salgın bitse de paniğim sürüyor.

İki yanımdaki merdiven korkuluklarına tutuna tutuna aşağı iniyorum. Arkadaşlarım çoktan feribot iskelesinin hemen karşısındaki kafeye oturmuş. Denizden yaklaşanı -iklim ister yağmur olsun ister çölsıcak- büyüleyen bütün o beyazlığın içinden, amalgam dolgu yapılmış azı dişi gibi yükselen o mâlum kafe! Sanal alemin “korku evi” oyunundaki evlerden biri gibi dikmişler iki katlı binayı kaldırıma; kapkara!

El sallıyorlar. “Geliyorum…” diye sesleniyor ama gidemiyorum. Önümdeki adam çok yavaş yürüyor. Yer de çok dar olduğundan bir türlü aşamıyorum adamı. Oysa tekneden son çıkanlarız. Önü boş! Öyle sıkışık, tıkış bir durum yok hani! Kahvesedim de! İyisi mi;

"Pardon, biraz hızlanabilir misiniz acaba?” diye yüksek tondan söyleniyorum.

“Buyrun siz, çok affedersiniz. Ben yol vermeye çalışayım.” diyor. Özür dilesem neye yarar? Offf! Allah belasını versin benim o gereksiz acelemin!

“Hiç önemli değil, ben özür dilerim.” diyorum. Bir kolu dirsek üstünden kesik ve bir bacağının takma olduğunun ayırımına geç varıyorum ne yazık ki! Çok utanıyorum yaptığım o çıkıştan!

“Alışığım ben, dert etmeyin siz” diyor.

 

Sodalı bir ayran, az şekerli kahvem ve salgından beri çok mecbur kalmadıkça gitmediğim lavabo ziyaretim sonrası laflamaya devam ediyoruz. Rüzgâr durmuş, soluduğum nefes bile sıcak…

“Hani o önünden inen genç adam vardı ya,” diyor arkadaşım, “karısıyla tanıştık kapalıda.”

“Sormayın ya,” diyorum, “Ben de adamı ‘hadi hadi’ diye sıkıştırıyorum inerken. Sonradan farkettim kolu ve bacağını...”

“Kolları ve bacaklarını!” diyor arkadaşım. Gelirken kapalıda içemediği arayı kapatıyor, ilk nefeste yarılıyor sigarasını!

“Kolları ve bacakları mı?”

“Bir de gözlem gücünle pek övünürsün!” diyor diğer arkadaşım bilge bir tavırla!

“Ne oluyor yahu?”

Anlatıyorlar…

Üstünde ceylanların oynadığı elbisesiyle gidip gelip babasını öpen minik kızla yol boyunca başı babasının kucağında uyuyan erkek çocuğunu; anlatıyorlar...

* * *

Son romanım üstüne söyleştiğimiz canlı yayın stüdyosunu tıka basa doldurmuş bir kalabalığa sesleniyorum. Yangınların üstünden geçen yıllar ve sellerin ve son vuran depremin ve sokağa dökülenlerin ve ödenen bedellerin ve sandıkta başaranların ve aydınların tutsaklıklarının bittiği ve gırtlağa kadar borca batmış ülke ve nihayet hakkımda açılan mahkemelerin düştüğü ve fidelerin büyüdüğü ve…

Ve belki de yaşandığı haliyle anlatmak yerine, olmasını arzu ettiğim gibi aktarmışımdır gerçeği! Okura oyun kuruyorumdur belki de!

Her neyse!

Stüdyodaki minder kalabalığının içinden seçiyorum Burçin’i. Diğer gençlerin; bağdaş kurmuş, kimi kollarını dizlerinin etrafında çember yapmış diğerlerinin arasından bana el sallıyor. Üstünde ceylanların dans ettiği elbisesi ile onu gördüğümden bu yana geçen yedi yılda hayatımı şenlendirmeye devam eden Burçin bir oğlanla sırt sırta, tek minderi paylaşıyor. Davetiyesine niye “iki kişilik” yazdırttığını şimdi anlıyorum.

Canlı yayına giriyoruz:

“…Salgın ve arkasından gelen yangınlar da etkiliydi tabii. Seller ve deprem! Ülkenin içine düşürüldüğü kaos ortamı…

Dolayısıyla yazamıyordum ben de.

Tüyleri tutuşunca uçamayan kuşlar… Yavru ceylanları yakanların vermediği hesaplar!.. Üstünden geçen geçen onca yaz, onca kış…

Yazamıyordum!

Yazamama sıkıntımın beni götürdüğü yer melankoliye varmak üzereyken o gün o feribota bindim.” Anlatmayı sürdürüyorum. “Ne bir anı romandır ne de bir biyografi ‘Gelse Bile Son Günüm.’ Bir aşk romanı yazdım ben. Yatırıldığı hastanenin hasta kabulünde çalışan genç kadını gördüğünden beri niye ölmediğini sorgulamayan, dilinden düşmeyen ‘Işık Vurmaz Karama’***yı artık mırıldanmayan Bahadır üsteğmen ile Şenay’ın hikayesini yazdım ben?

İmkânsız sondan başlayarak filizlenen bir aşkın öyküsünü. (…)”

 

* Nilüfer’in seslendirdiği, bestesi Onno Tunç, sözleri Ülkü Aker’e ait “Son Arzum” isimli şarkıdan.

** Aydın Şimşek’in “Ağacın Sesi” isimli şiirinden.

*** Ülkü Tamer’in “Kilise Haber Saldım” isimli şiirinden Zülfi Livaneli’nin bestelediği ezgi.

Ş. Didem Keremoğlu
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM