Evrenin bir devinim olduğunu gören Henry Bergson’a göre ”Gerçek, kendi kendisini otomatik olarak muhafaza eder, saklı tutar. Kuşkusuz bütünüyle de bizi her an izler: İlk çocukluğumuzdan bu yana, duyup, düşünüp, istediğimiz şeylerin hepsi, şimdiki zamana katılmak için uzanmış, fakat kendisini dışarıda bırakmak isteyen bilincin kapısını zorlayan o geçmiştedir.”(1)  

Emel Koşar’ın Figüran Yalnızlığı’ndaki (Mühür Kitaplığı,İst.-2016) liriklerinde bulunan “../..çöl fırtınasına nakşetti/zaman uzayan tırnağın izini/..”(Sesleniş),“rüzgâr”,dakikalarda/geri sayan.”,”../ânın penceresinde/..”(K. Aşk Katmanı),”../rüzgâr gibi geçti/ (Yakamoz),“../bezgin çizgiler/..”,”doğurgan uyku suları/..”(Gizli Labirent),”/..geçmiş/../rüzgâr söylüyor/..”(Ağlayan Söğüt),”duvar saatinin vuruşu/..”,”ânım?”../körelen nehir”(Kırmızı Pırlanta) vb. dizeler bir sorunsal olarak “zaman”ı ve zaman zaman gel-gitlerle geçmişi karşımıza çıkarır.    

Figüran Yalnızlığı’ndaki “kristal gibi iç titreten ışıklar saçan” anılara sürüklercesine, geçmişin kapıyı zorlarcasına kendini dizelerde gösterenleriyle duyumsatan “zaman” gibi ”rastlantıGözlerinde Gezinti’de dikkat çeker. Evet”rastlantı”(lar); geçip giden sürede zamana / yaşantılara rengini veren, kırılma noktası, bir uyarılma, labirent, bellekte tortusu kalan, anımsandıkça “dili düğümleyen”, uzamsal sınırları aşsa da paydaş olabilen… Rastlantı. Gerçeği, dışladığımız bir düzlemde algılayıp okuru, "Nedir zaman?” sorusuyla karşı karşıya bırakıp çekilen Jorge Luis Borges’in “zaman enleminde, coğrafya boylamında” altını çizdiği “rastlantı”yı Enis Batur’un şöyle değerlendirir: “Tarihi kendine özgü bir seçim bilinciyle tarayan Borges, ortak bir rastlantı paydası kurar: Başka yerlerde, başka zaman dilimlerinde, bambaşka kişiler aynı düşleri kurar, aynı yazgı düğümleriyle karşılaşır. Çağdaş insan sonsuz bir rastlantı oyunuyla iç içedir hep”(2)

Dizgede sık sık karşılaştığımız “kristal”-prizma gibi- (Aşk, İklimi, Düş Tutulması, Kilitli Aşk Katmanı vd) “kristalize ışık” çınlayan sesin, geçmişe bakışın imi; insanın içini yakan”sitem”in alevi olur; aşktır da kristal. Aslında “saat(ler), zaman, mavi gözler, silik fotoğraflar, düş, rüya, cam kırıkları, imgeler, tutku, duvar saati, hayâl” “Gizli Yüz” liriğinin gösterilenleri olarak çıkar. Bunlar “..bir hayâl aramayı, bir imge aramayı hikaye eden” kadın kahramanın ki şiirlerin öznesi olarak kabul edebiliriz; fotoğraflar arasında bir dolaşımla bir yüzü araması, yüz gibi gerçeklik taşıyan bir hayâlin peşinde olmasının öyküsü olan bir filme göndermeye neden olur. İzleklerin tözü olan “Gizli Yüz” liriğinin dizgelere gölgesinin vurduğunu sezeriz. Fakat bunu sezme sürecinde liriklerin / epigrafların izleklerinin, yakınlık oluşturan, zenginleştiren filmatik, masalsı, mitolojik, mistik imgelerle güçlendirildiği de gözden kaçırılmamalıdır.

Gizli Yüz odağında, diğer liriklerin birlikteliğiyle; alımlama zenginliğinin içinde olduğumuzu ayrımsarız. Bir arayışın, sorgulamanın liriklerinde, alttan alta geleneksel halk hikâyelerindeki kahramanların bir yazgı / rastlantıyla karşılaşmaları sonucu kavuşmaları için engelleri aşmak zorunda kaldığı, birinin diğerinin peşinde, yüzünde sürüklendiği, plâtonik / mistik bir aşkın serüvenini, ötekini arayışı içeren öyküleri okumaya başlarız.

Harita, ayna, gölge, saatlerin dili, karakutu, duvar saati” göstergeleri Gizli Yüz liriğini, simgesellikleriyle alegorik bütünlüğe ulaştırır. Saatçideki saat tıkırtılarının sesini işitir; yüzlerce fotoğrafın içinde, belirlediği bir saatçinin yüzündeki gizin arayışı içinde olan bir kadına saplantılı şekilde tutkun olan fotoğrafçı gence, saat tamircisinin söylediklerini duyarız: ”Huzurun sırrı saatlerin içinde, mekanizmanın inceliğini, yayların korkunçluğunu, çarkların karanlığını, akreple yelkovanın arkasındaki canı fark etmiyorlar bile. Onun için kederliler.” Görmenin, anlamanın gizemi saatlerdedir. Karelerde bozulan saatle ruh arasında ilgi kurulur.

Mısır mit.de, dünya çevresinde salınan ve bedene geri döndüğüne inanılan ruhun kılıfı gölgeler, dizgelerde(”gölge”) sık sık karşımıza çıkar! Gizli Yüz filminde,”rüyasında gördüğü yetişkin kızın kim olduğunu bir kentteki saat kulesinin altında anlayan, “harita diye birbirimizin yüzüne bakıyorduk” diyen kadın, kendi yüzünün de “harita” olduğunu ayrımsar. Kayıp ruhunu ararcasına kadını seven genç fotoğrafçı, mutsuz yaşamından onun “bakış”larıyla çıkacağını anlar.

Yüzün gizemliliği bizi mistik anlayışa, Hurûfiliğe değin götürebilir. Yüzün sırrının, ezoterik açıdan nigârın yüzünde şifrelendiği, “buğulu ayna” sözcesinin, iç sesin, ben’liğin, kendini sorgulamanın imgesi oluşu kendine dönmeyle ilgilidir. Dizelemdeki ayna çoğullaşmanın ve saatle geçen zamanın-yüzdeki değişimi yansıtması- somutlaşmasıdır da. Hüsn ü Aşk’ta ruhun aynada kendisini görüp, Hüsn’ü gördüğünü sandığı “ayna” gönül ve saflığın imgesidir. Gerçeğin, yaşananların ortaya çıkmasının güncel simgesi “karakutu” da yanılsamadır; aşkı bulduğunu ya da gerçeği gördüğünü sanmanın, ama gerçeğin aslında bir hayâl(“gölge”) oluşu gibi.

Rüya” göstergesi, “gölgeleri kovalayan efsun” nitemi bizi “mağara”(Platon) mitosuna götürür ki “mağara”, Gizemli Labirent, İlişki, Keder Atlası liriklerinde de etkin bir metafordur. Mağaradaki, ateşin etkisiyle mağara duvarına yansıyan gölgeleri gerçek zannetme ve gölgelerarası ilişkilerden edinilen bilgilerin “görünüşler bilgisi” olduğu sonucuna varma. Öznenin tutsaklık bağlamında, mağaradakiler gibi, saplantılı bir tutkunun kölesi, olarak imge ve hayâl arasında, gerçek ve yanılsama ikilemindeki savaşımı, “mağara” ve “gölge” örgenleriyle, izleği zenginleştirerek yansır. Zorluk ve yıkıcılığın imgesi “sarmaşık”la imgeleşen “gölge”, Keder Atlası’nda umutsuzluğu işaret eder.

Betona direnen çiçek” nitemi, Hint söylencesindeki tutkulu bir aşkın simgesi Narkali’nin, çevresi duvar örülse de  taşların arasından nar çiçeği olarak, onu duvarın dibinde günlerce bekleyen sevgilisine uzanışının anıştırması olur.

Unutma, umutsuzluk ve sitemin barındığı, Lethe’nin(mit) suyunun içme isteminin duyumsandığı İlişki liriğinde ”mağara”, güneşi (hakikat) ayrımsamanın ışığıyla, körleşmenin, anıları yok etmenin, tutku kaybının simgesi olur. Başka deyişle dış âlemde görülen her şeyin, duyuların aldanışından ibaret olduğunun anlaşılması; Nirvana’ya ulaşma.

Gölge, Akrep’te, geçmişte yaşananların, yaklaşan ayrılığın (“keder”), istenmeyen olasılıkların, tedirginliğin, sorgulanmaya neden olan yüzün görülme isteminin yansımasıdır. “Akrep, soğuk bir kuyu”, “keder”,“hızlanan nabız atışı ,arkeoloji” kavram  ve nitemleri platonik şekilde, koşulsuz peşinden sürüklenilen bir kadın düşünüldüğünde, sevgilisi kaçırılan ve tanrılarca akrebe dönüştürülen Anadolulu bir delikanlının bekleyişiyle simgeleşen mit de çağrıştırır “gölge”. Ki ölüm ve dirimin imgesi olarak “kuyu” ayrılığın kayboluşun göstereni olur. Gölgenin, mitolojide, anima(erkek) - animus(kadın) ölçüsünde iyi bilinen bir motif olsa da, her şeyden çok kişisel bilinçdışını temsil ettiğini belirten Carl Gustav Jung, “gölge”yi, kişiliğin olumsuz yanı, bilinçdışına engel oluşturan olumsuz bir nitelik olarak değerlendirir. Şairin düal okumaya yatkın şiir yaklaşımını da düşündüğümüz de göstergenin bu yönden de önem kazandığını görmekteyiz. Ki Keder Atlası’nda da bu ek okuma yapılabilir.    

 Mağara, ilk çağlarda tapınak olarak kullanılmış, dinsel bağlamda gizem ve kutsallığın simgesi olmuştur. Yanısıra, bir metafor olarak korku, içe dönüş ve bilinçaltına gidiş açılımıyla Gizemli Labirent’te de yer alır;”Lânetli tapınaklarda / yalanlardan süzülen / mağara resimleri gibi / kendinden geçmiş / bilincin derinliklerinde /..”. Şiirde, bir masal, rüyâ âlemine girercesine mitolojinin labirentlerinde (“fantastik yer altında”),“sızlayan yaralar”la dolaşırız.Aslında yolculuğumuz Düş Tutulması liriğinde de -hemen sonra gelen- sürer; hatta Aşk İklimi’nde. Dizeler bizi yer altı, ölüler ülkesi tanrısı Hades’le(mit.) buluşturur. Onun kentinde tatsız bir alacakaranlık ve “kış” hüküm sürer. Yeni gelen ruhlar, ne sis yayan Styks nehrinin kenarındaki kente ne de karanlık Pluton’un şatosuna giden yolu bilirler. Tüm ırmakları toplayan deniz gibi “kent” tüm ruhları alır. Kentte oradan oraya giden gölgeler vardır. Charon’un kayığıyla geçirdiği Lethe pınarından içen ölüler topluluğun üyeleri varlıklarını hissiz gölgeler olarak sürdürür.(3)

Resim-sûret-hayâl geçişliliği, gerçek / yanılsama çelişkisi Düş Tutulması’nın dizeleminde yansır.”Nehir”ler, saraylar, kış, buzdan şehirler, donmuş labirentler, uyku” gibi göstergeler dizelemdeki fantastik dünyayı tablolaştırır. Öte yandan bu şiirdeki ”yangın, nehir, alev, saray” plâtonik bir aşk hikâyesi olan Hüsn ü Aşk’taki, Aşk’ın Kimyâ’yı bulmak için yaptığı yolculuğu da çağrıştırır.

Dağılmama, kurtulma isteminden, arayıştan / sürüklenmekten kaynaklanan bungunluk içinde Gizli Yüz’de olduğu gibi unutulmuşların-saatleriyle- arasında kadının vurguladığı bir gerçek vardır: Aramak

Düş” ki gece ruhun düzenini bozandır. Lirikte, öznenin giderek dış dünyadan soyutlandığı ve hayâli etkinliğinin arttığı, nevrotik bir yönseme olarak göze çarpar. Sigmund Freud’un düş’e bakışı, dizelere ışk tutabilir: ”Görülen düş düzenlenmiş bir şiir tarzında..ya da sayıklamaya benzer bir durumdadır. İçinde saçma sapan ögeler ya da ince nükteler olabilir.Düş gören, onu açık seçik ya da puslu ve karışık bulur; sunduğu şey beynin belirgin algıları yoğunluğunda ya da belirsiz bir buğu gibi olabilir.. en sevinçli veya en acıklı heyecanlara eşlik etme niteliğine sahip olur.”(4 )

Taşkın, sitemkâr, düzeni bozulmuş öznenin sesi duyulur dizgelerde. Şiirdeki “kış, kelebek” karşıtlamının arkasında, yine liriklerde çeşitli varyasyonlarla, imgesellik gösteren “ateş”in, “tüm olgular arasında birbirine zıt iki değeri –iyiliği ve kötülüğü- aynı açıklıkta taşıyabilen tek olgu” olması vardır. (Gaston Bachelard)

Başkalaşım kuramını ”nehir” örneğiyle açıklayan, evrenin ana maddesi olarak ortaya çıktığı yerde, sürekli değişiklik doğuran ve söner gibi olduğunda katılaşmayla maddesel ögeleri oluşturan(toprak) ateşi, evrenin ana maddesi olarak gören Herakleitos felsefesi, ateşin türevleriyle, dizelerde “su”yla yer alır ve zamanı içeren birimleri oluşturur.(“ırmak, nehir, dalga, köpük, deniz, buz.”) Gizemli Labirent’te Tanpınar’ın “Uyku Suları”yla metinlerarasılık kurulur. Mağara, su geçmişe özlemi ve dünyadan kaçış istemini dile getirir. Uyku ve su birlikte insanı başka âlemlere götürendir. “Zamanın akıp giden bi nehir şeklinde düşünülmesi onun suyla ilişkisini gösterir.Su ve deniz, akışkanlığı ve her şeyi alıp götürmeleri sebebiyle zamana benzetilir. Şeffaflığı ve duruluğuyla rüyâları ve bilinçaltındaki anıları harekete geçiren su zamandan zamana istenildiği gibi geçiş yapılabilen ânı ve mekânı hatırlatan önemli bir unsurdur.”(5)

Soluk soluğa bir rüya söyleminin ve sezildiği, Düş Tutulması ve Ürküntü Yumağı’nda ateş, “ateş dansı” sözcesiyle imgeleşir. “Sert sessizler, ihanet, fırtına, kemanın ağlayışı, derbeder kelimeler” göstergeleri bir çatışmanın, günahın, alda(n)tmanın, yasak aşkın, kederin, nefs değerlendirmesinin ayak sesleridir lirikte. Eril öge “ateş”, dişil öge “nehir/ırmak/su” ile “yitik bir aşk dalgası” nitemi, birlikteliğin dağılmasını imlerken, “dalga” göstergesi, “ateş dansı”nı dikkate alınca, kişileştirmeyle düşsel bir ezginin sürrealist dizelemi kurduğu lirikte önem kazanır. Çıkış noktası kararlı dalgalar olup, müzik aletinde nota ve sesin oluşmasında etkinliği olan olan “ateş dansı”nın etken olduğu İspanyol besteci Elanor Brujo balesinin Ritüel Fire Dance’ı, fantastik dünyanın kapılarını aralayan en güzel dans ritmi olarak bilinir. Şiirdeki iç burkan, coşuma sürükleyen ses,”kemanın ağlayışı / sevda kırıntısıysa /..” dizeleriyle örtüşerek  kaybetme ve ihanet duygularını da içererek, bir kırılganlığın, hüznün armonisi olur. Ateşin dansla anılması, ateş-dans-kadın üçgeninde şiire mistik bir nitelik de kazandırır. Kadın vücudunun kıvrımları ve dansın törensel anlamı (ilk çağlardan beri dansın bir âyin niteliği taşıması), bu üç sözcük arasında bağdaşıklık oluşturur. Kadının ateşe düşmesi, bir yönüyle insan varlığını günahla tanıştırmayı ve bir düşüşü yaşadığını düşündürür. Ateşin dansı ve kadın imgesi, aşkı, ruhu işaret eder. (6)

İçsel yücelişin, tinsel aydınlanmanın an/zaman ve kozmik oluşumun metafizik ögesi “ışık”, Kilitli Aşk Katmanı, Dalgakıran’da yine geçer. Yanılma / aldanma izleğiyle ve Şahmeran söylencesine göndermenin olduğu liriklerle ki rastlantısal başlayan bir tutulmanın hüsrânıyla ilgilidir, cinsellik ve yalnızlığın – bazen “deniz”le – “alev”le imgeleştiği(İlhan Berk’te olduğu gibi) Yok / San içinde aynı okumalar yapılabilir.

Susayan Nilüfer’de yer alan“cam kırıkları” sinemasal bir imgedir. Gizli Yüz filminde fotoğrafçı genç, melânkolik durumda peşinden sürüklendiği kadını pencereden görmesiyle kaybetmesinin bir olduğu anda camı kırar. Travmatik /bilinçaltı gösterge “rüya” / düş, “kanlı ayna parçaları”, sıkıntı ve çıkış aramanın, uğursuzluğun, kilitlenmenin, imgesi olarak bu olguyla izleği güçlendirir.

Nilüfer” (çiçeği) afrodizyak bir simge olarak işlevselleşir; “Susayan”la özlem görünür. Görmenin “var olmak, canlılık, ışık” olduğu düşünüldüğünde kadının görünmediği an karanlıktır, gölgedir her şey. Işığın, şiirlere ağırlığını değişik biçimleriyle koymasının bir örneği olan “prizma”, düşsel yaşamın simgesidir. Bilindiği gibi yedi rengi yansıtır, düşünsel varsıllığın kaynağı da renklerdir. Renkleri kendinde toplayan kadın, tüm varlıkları, erkeği besleyen, sonsuz yenilenme kaynağıdır. “Kadın – aşk –ışık” aynı gerçektir. Aşk kişilerarası duygusal ilişkiden çok, evrenin yeniden yaratılmasının ve evrensel bilincin kuralıdır. Her rengi kendinde toplayan kadın gökkuşağını temsil eder”.(7) Böylece Keder Senfonisi’nin ezgisini işitebiliriz. Dizgelerdeki “inci, istiridye, deniz, çakıltaşı, büyülü kilit ten, ışık, ışıltı, gölge.” birimcikleri (İstiridye, Yazgı vb.) plâtonik / içrek aşkı, alt metin olarak mistisizmi Nesimî’yi duyumsatır;(“Hem sedefim hem inciyim..Ne dünyaya ne denize sığmazam”)   

Bir kenarda oluşun, bekleyişin, bazen ayrımsanmanın, “bir yerde alev” olup “Aşka Kimse Yok” öyküsünü yazdıran, adları anımsanmayan figüranların sinemasal bir motif olarak yalnızlığın, unutulmuşluğun simgesi olduğu lirikte ( Figüran Yalnızlığı ) ölümü, aşkınlığı çağrıştırandır “istiridye” / “gemi” ki Yazgı’da “batık gemi” ve “inci”yle bütünleşir. İnci, geleneksel yazında istiridyenin içinde dönüşen Nisan yağmuru damlasıdır. İstiridye ve inci kendini anlamlandırmanın da imi olur lirikte. Tehlikeli sularda yüzmekten arta kalan takıntıya neden olup unutulamayan anıların (“beton ve”yosun”la imgeleşen),hatalara bulanmışlığın tinsel rahatsızlığı, iletişimsizlik ve yabancılaşmanın, anlamsız değer yargılarının oluşturduğu depresif durumlarda da “deniz”in Ahmet Haşim’in dediği gibi “düşünce acılarına bir liman olmasını bekleriz. Ama kendisine biçilen yazgısı “masumiyet” savaşımı vermek olan insan dibe vurabilir; ”köklerini arayan” ruh bedenden sıyrılır. Ruh ki bedeni ayakta tutan sevgilidir;” kesişim hikâyesiydi ten / takıntılar, ışıltıları gölgede bıraktı /../ büyülü kilitti ten / gömüldüm.”

Anlam katmanlığıyla “Çakıltaşı”, batınî / mistik anlamda dünyaya sürgün insanı yansıtırken, kara çakıltaşı eski Trakya geleneğinde kederi ve mutsuzluğu simgeler, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nda özlemi. Paydaşlık içen bu çıkarımlarla Yazgı’nın dizeleri mistik ve dünyevî anlam kazanır; “../ içimdeki her çakıl taşı sana hasret / yıllardır geçmiyor bu kasvet/..”

İronik bir söylemle “palyaço bakışlı geçmiş”e,”anılara sünger çekilmek” istenen Ateş Şelâlesi’nde, “batık gemi”yle özdeşleşen özne, arınmanın, yeni bir başlangıcın arayışındadır. Bu çaba karısının kendisini aldattığına inanarak, kadınlara düşman olan İran Şah’ını geceler boyu süren masallar anlatarak bağlılığına inandıran “Şehrazat”(1001 Gece Masalları) anıştırmasıyla, direngenlik ve sabrı içererek yansır. Kırmızı taneleriyle yine masal motifi olarak da yer edinen “nar”, yangının, gözyaşının ama bir yandan da güzellik ve refahın simgesi olarak”yangın yeri, yak”-ma, “kederin rutubeti” ve başlıkla ileksel bağdaştırma kurar. Yine “hazine avcıları, korsanlar, kılıç darbesi” ve masal kahramanlarına yardımcı olan “kırk haramiler” gösterilenleriyle masal terminolojisi oluşturularak öznenin, “çöl fırtınası”nda “gergef”te işlenen bir nakış gibi olan yazgılarında – bir karşı çıkış sezilse de – sürükleniş duyumsanır Sesleniş’te.

Müzik yapıtına  dramatik ve tutkulu özellik veren, romantizmin, toplumdan soyutlanmanın ve giz dökümünün ifadesi olarak “sonat”, izleği açılımıyla güçlendirir.İlginçtir, Susayan Nilüfer, ya da kendimizi Goya’nın, Salvador Dali’nin ürkütücü, sürrealist tablosu karşısında bulduğumuz sanısı veren, fantastik bir rüyayı, filmi andıran Düş Tutulması yanısıra,” ceviz ağacı, tehlikeli sular, haramiler”le –çoğul temaları içeren bir klâsik müzik türü olması nedeniyle – sürgündeki Nazım’ı da (Ceviz Ağacı şiiri) düşündürür.

Film müzikleri gibiyim / geçmişi tetikleyen” dizeleri Hüzün Mahzen’liriğinde, Dr.Jivago filminin tutkulu bir aşk yaşayan kahramanı, bembeyaz buzla kaplı evde, sabah karla kaplı masayı eliyle sıyırıp, beyaz kâğıda, uyuyan Lara’nın yüzüne bakıp Lara başlıklı şiiri yazan şair doktor Jivago’yla buluşturur bizi.Ve onun arkasından, buzlarını tırnaklarıyla kazıyamadığı pencerenin camlarını kırışı ve uzakta kaybolana değin kızakla uzaklaşan Lara’yı izlemesi gözümüzde canlanır. Filmin ezgisi Lara’s Theme ile canlanan kare(ler); derken anılara sürüklenmeler. Gerçek bir aşk yaşadığını zannetmek, ayrılmalar, kayıplar, çelişkiler…”../ çatırdayan incelikler söylentisi /..”, olumsuzluklarla yüzleşme; Kırmızı Pırlanta’daki gibi”../ sitem /../ körelen nehirde geleceği resmeden /çiğdem/..”

Romantik müziği ve görüntüleriyle, Amerika’daki Kuzey-Güney savaşı sırasında, trajik bir aşk dörtgeni (“gergef” ve Sesleniş liriği) yönetmen V. Fleming’in filmi “rüzgâr gibi geçti” içeriğiyle izleği beslercesine ikinci özne bağlamında Yakamoz’da sinemasal imge olur.

Liriklerin imgelem dünyasında yer alan mitik motifler, Athena’da, başlığın izleği pekiştiren gösterilenleri olur. Yunan mitolojisindeki tanrı Zeus’un güzel, zeki ve savaşçı kızı, Akropolis’te kargısını toprağa saplayıp zeytin ağacı filizini oluşturan, Attike’nin bakire tanrıçası Athena liriğe mührünü vurur. Umulanın aksine geçmiş ve gelecek olumsuzlansa da (“ters nehir”) barışın, maskesiz, ikiyüzlülükten uzak sadakatin olduğu bir ilişkiler yumağı içinde olmanın özleminin sezildiği lirikte, mitik imgenin açılımları alımlamamızı destekler;”../ mızrağın saplandığı yer / rüya ikliminde filiz veriyor sesim/..”Abartıyor muyum bilmem ama; bu şiir de Sesleniş’e, Akrep’e uzandırıyor gibi; Emel Koşar’ın gizemi!

Ve Gizli Yüz epizodunun/yazarının sorusu: ”Gerçek mi daha gerçek, imge mi? Acaba yaşamımızda daha kışkırtıcı olan hangisidir?”

Dipnotlar:                                                                                                

(1)Bedia Akarsu,”Çağdaş Felsefe”,MEB Bas.,İstanbul-1979-,s.217

 (2)Enis Batur,”Şiir ve İdeoloji”, Derinlik Yay.,İstanbul-1979,s.95

(3)Gerhard Fink,”Antik Mitolojide Kim Kimdir”,(Çev.Serpil E.Yalçın) İlya Yay.,İzmir-2007,s.160

(4)Sigmund Freud,”Psikanaliz Üzerine”(Çev. Avni Öneş) Say Yay.,İst.2016,s27     

(5)Emel Koşar,”Şiire Yansıyan Zaman”,Mühür Yay.,İstanbul-2011,s.111

(6)Taner Namlı,”Sezai Karakoç Şiiri..”(makale),”Akademik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi” Yıl:2016 Sayı:4

(7)Medine Sivri,”Paul Eluard ve Nazım Hikmet’te Renklerin Dili,Kanguru Yay,Ank.-2008,s.94

Cemil Okyay
(Hürriyet / Gösteri Haziran-Temmuz-Ağustos, 2017, S. 322)
Gercekedebiyat.com                 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)