Naylon terlik şıpıdık... Tepside üç kap yemek. Asfalt yolun ortasıdır. Şıpıdık da şıpıdık...
Bastı kornaya Kartal’daki ağzı sigaralı.
Yer mi Efsane? “Bağırma lan pezevenk!”
Duymadıysa duymasın. O diyeceğini dedi ya…
“Efsane, kıvırtma oğlum yürürken; yanlış anlayacaklar. Sen ki bu âlemin en büyük zamparasısın!”
Kaportacının altı parmaklı çırağı. Bakmaz altı parmaklı olduğuna; on yaş da küçük Efsane’den.
“Ananı yanlış anlasınlar” dedi içinden.
Kırlaşmış ufaktan, Efsane’nin saçları.
Açılın, Muhsin Usta’dan gelir köftelerin, çorbaların hası... İskitler Sanayi’de Birtat Lokantası…
İki yanda sanayinin dükkânları
Rengârenk yazıları camların, tabelaların… Oto Elektrik, Kilitçi, Camcı, Kaportacı, Boyacı…
Atiker Gaz Sistemleri, iyi tutturdu işi. Uyuma vatandaş, ateş pahası benzini bırak, tüp taktırmaya bak! Patatesle buluşmuş soğanın kokusu kıvrak! Efsane’nin naylon terlikleri şıpıdak.
Terliyor ayakları ayakkabının içinde. İki saat giyinse, kokudan yanına varılmaz…
“Efsane, buraya iki kıymalı getir!”
“Doğru mu lan efsane? Hasköy’ün tüm karıları kapında sıra bekliyormuş.”
“Adam boşa mı efsane olmuş arkadaş? Mankenler âşık bir kere… Bırakmışlar İstanbul’un topçularını, Efsane’ye yazılmışlar.”
Tornacı Salim… Yanındaki de Rotçu Rasim. İbneler... Orospu çocukları…
Tornadan kornaya. Korna korna üstüne. Rottan zorta.
Zor attı kendini karşıya Efsane. Ulus meydanını geçti sanayinin ortası.
Efsane’nin son gördüğü kadın bedeni, sarınmıştı peştemaline… Kadınlar hamamında. Anasının elinde, vardı altı yaşında.
“Babalarını da getireydin ya hanım!”
Ağbisi on yaşını çoktan aşmış. Çocuklara bedava diye hamam…
“Terliklerinizi çıkarmayın, kayıp düşersiniz” demişti anaları… Şıpıdık şıpıdık yürümüşlerdi kurnaların başına.
Bu terlik dükkânda iyi de, yemek siparişine çıkınca, yol da böyle araba kaynayınca... Hepsinin de eli telefonlu sürücülerin. Kimisinde bir elde sigara, bir elde telefon.
“Direksiyonu neyinle tutacaksın lan, hıyarağası…”
Sokağın başında egzozu patlak bir Doğan geçti sürünerek. Hemen ardındaki Pejo kamyonetten yırtık bir “Zaarrt!”
“Ananın şeyi…”
Karga karga gak dedi.
Sen misin yarıda bırakan okulları. Böyle film olursun sanayiye.
Muhsin Usta’ya motorcu Raşit’in Hasköy’deki evleri karşılıklı… Giriş katlarından, arka taraftan, apartmanların ortasındaki bahçeye bakar… Dört kenarda, üç katlı dört apartman. Alt katlar girmiş evlere baba mirası topraktan… Sonra çıkmış üst katlar.
Bir köşede de Efsane’nin barakası.
Sanayi’de de komşu olur Muhsin ile Raşit. Var on yıldır; Efsane, lokantacı Muhsin’in yanında… Baba adam derler Muhsin’e sanayide. Bakıyor ya Efsane’ye.
Sabahın köründen gecenin yarısına dükkânda çalışmaz sanki Efsane. Ne haftalık, ne aylık… İyice dökülünce üstü başı Efsane’nin; kendi eskilerinden atıverir önüne Muhsin.
Motor indirmişti o gün Raşit. Lokantacı Muhsin Usta da kaldı yardıma. Eli anahtara, vidaya, contaya yatkın… Yıllarını vermiş o işe de; boru değil ya…
Efsane koydu kafayı lokantada muşambanın üstüne. Akşama kadar koşturmaktan ayaklarının altında yangın… Tam dalmış engin deryalara… Eskilerden çocuksu bir rüya… Anayı delik deşik edip hapse girmemiş daha baba. Kardeşler, bacılar dağılmamış dört bir yana. İlk mektep dörtten terk Cevdet de Efsane adını almamış… Orada burada çırak… Sokakların çocuğu başka ne olacak?
“Kaldır lan kafanı! Git yatağında zıbar.”
Kalkı efsane. Ustası muşambanın üstüne yanık yağ kokulu yol parası, bir beş lira atıp içeri yürüdü. Kalan yemeklerden birer kap götürecek Raşit’in oraya.
“Biz daha buradayız. Git yat. Sabah erken gelip tertemiz silersin her tarafı. Bulaşıkları yıkar, çorbanın suyunu koyarsın.”
“Tamam Usta” dedi Efsane. Giydi ayakkabıları. Hızlı giderse yakalar buçuk otobüsünü; Hasköy Emreler durağına. Bu gece ustanın hurdaya binemeyecek. Otobüste inip kalkacak kafası, varıncaya…
Efsane’yi yola doğru koştururken gördü Raşit’in kalfası. “Ağır git lan Efsane, cantların yıpranır. İki karıdan fazlasına niyet etme, balatalar alev alır!”
Ustasının duymayacağını bilse, “sen anana bak anana; ananın silindiri su kaçırmış lan ibne” diyecek. Tam zamanıdır.
Çevirmedi bile başını Efsane. Bastı gitti ilerideki durağa.
Raşit’in dul bacısı banyodan yeni çıkmıştı. Yengesiyle çocuklar çoktan serilip yatmış içerideki odalara.
Salondaki boy aynasında zümrüt siyahı saçları… Omzundan kaymış bornozun bir yakası. Elektriği yakmış da, perdeyi kapatmamış Zehra. Dalgınlığa bak!
Bir elinde tarak, bir elinde ucu sertleşmiş memesi. Önü de açılıverdi bornozun. Banyoda da çok uğraştı sağıyla soluyla. Tertemiz de ağda… Bükülüp durdu. Yıllar önce azıcık tanımıştı erkeği… Ağzında kalmış o yarım tadı.
Yiyemedi Allah’ın ayısı. Bıraktı gül gibi karıyı, rakıya, esrara taktı. Borç bini geçince de, Zehra’dan çıkarmaya kalktı, kendi eliyle kurduğu kaderin acısını.
Ağzını burnunu dümdüz edince ağbisi Raşit, itirazsız attı imzayı mahkemede. Sincan’da yatıyormuş hırsızlıktan; duyduğuna Zehra’nın…
Bahçeye bakan kapının camında bir hareket… Kim ola ki bu saatte? Örttü göğsünü, önünü, omzunu Zehra.
İçeriden vuran ışıkta, bahçe barakasının kirli paslı ayısı… Dayanmış cama… İki gün tıraş olmasa, gözlerinin altına kadar kıl basar yüzünü. Elindeki ne onun? Olmuş iki büklüm.
Yürüyünce Zehra kapıya doğru; kaçarcasına yürüdü barakasına doğru Efsane. Bir eli hâlâ apış arasında… Zehra’nın ayı diye arkasından güldüğü...
Zehra da söndürdü ışığı, ayağında banyonun naylon terlikleri… Ayının ardı sıra… Şıpıdık da şıpıdık…
Kahvaltıdan sonra, keyif çaylarını bahçedeki kameriyede içer Muhsin’le Raşit. O sabah mahmurluk haddinden fazla. Çay bekleyende de, getirende de…
İş bitirmiş olmanın yorgun mutluluğu, gezinir bedenlerde.
Üç bardak koymuştu tepsiye Zehra. Bıraktı elindekileri masaya. Yürüdü karşıdaki barakaya. Oysa ki, çoktan çekip iğreti kapısını, varmıştı lokantaya Efsane.
“Cevdet ağbiye de bir çay vereyim dedimdi.”
Raşit’le Muhsin bakıştılar. “Allah’ın ayısı” diye gülmez miydi adama, bu Zehra?
Alper Akçam
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR