Dört kişi
Bobby Sands ve arkadaşlarına sonsuz saygıyla 1981 yılının Şubat ayıydı. Gardiyanın bütün gardiyanlarda görünen o yarı bizden, yarı idareden yana yalancı ses tonuyla isimlerimizi okuması bizi pek şaşırtmadı. Askeri cezaevi müdürü ve üstelik gururuna pek düşkün yüzbaşı karşısında -nedenlerini şimdi sıralayamayacağım- başarısızlıkla sonuçlanmış açlık grevimizin kurbanlarının olacağını herkes biliyordu. Sararmış çarşaflardan beceriksizce diktiğimiz her zaman hazır torbalarımızı omuzlayıp yüzleri ve sakalları uzamış bitkin arkadaşlarımızla, dokunaklı ama o somutta bulunmamış birinin pek anlayacağını sanmadığım bir kahramanlık duygusu içinde vedalaşıp askerlerin arasında dışarı çıktık. Yüzbaşıya göre her şeyi planlayıp yürüten elebaşları bizdik. Avluda temiz hava bizi karşıladı. Akşamla birlikte kararmaya başlamış dağlardan esen soğuk rüzgar burunlarımızı yakıyor, tuhaf bir sarhoşluk duygusu veriyordu. Ancak ayrılığın ve yenilginin verdiği hüznün yanında temiz havanın pek önemi yoktu. İçeride bir yaşam kurmuştuk ve yaşamamızı gerektirecek çelişkileri yaratabiliyor, sonra bu çelişkileri çözebiliyorduk. Zaman yönetimle olan çatışmalar ve anlaşmalar içinde akıp gidiyordu. Şimdi böyle durumlarda her zaman yapıldığı gibi başka bir cezaevine sürgüne gönderiliyoruz sanıyorduk, ancak, birbirimize zincirlenmiş halde açlıktan ve soğuktan kilitlenmiş midelerimizle avluda titreşmemiz fazla uzun sürmedi. Tabutluk diye ünlenmiş bodrum kattaki geniş, günışığı almayan taş hücreye tıkıldığımızda gerçeği anladık. Zindancımız suyumuzu getiriyordu, sidik bidonumuz gerçi daha dolmamıştı, bok kovası ise hepten boştu, çünkü günlük yiyeceğimiz bir parça ekmek ve bir tas beyaz lahana bulamacıydı. En sonu yüzbaşı, daha öfkesini dizginleyemediği bir ses tonuyla bizden istediğini birkaç sözle açıkladı. Yalnızca özür dilememiz arkadaşlarımızın yanına dönmemize yetecekti. Önceleri kimse buna yanaşmadı. Ancak günler geçtikçe durumumuz ağırlaşıyordu. Kışın ortasında, taş zindanda, döşeksiz, gıdasız ve ışıksızdık. Cılız göğüslerimizin gittikçe çürüdüğünü duyumsuyorduk. Bir gece -belki de gündüz- karanlığın ortasında, çatlak öksürükler arasında bir arkadaşımızın titrek sesi duyuldu; özür dilememizde hiçbir sakınca yoktu, maddi hiçbir kaybımız olmayacaktı. Bu lanet yerden kurtulunca yine bildiğimizi okuyabilirdik, sözümüzde durmayabilirdik. Önemli olan sağlığımızdı. Kendimizi korumalıydık... Yılgınlığın ve çaresizliğin en güçlü kişilikleri en güçlü bedenleri bile çözdüğü bilinir. Dayanma gücünün sonuna geldiğini sanan ikinci arkadaş da katıldı bu görüşe. Ancak üçüncü arkadaşın sesi -yine titrek ve cansız- duyuldu bu kez: Tarihsel çatışmanın en uç yerindeydik, burada alacağımız bir tavır bütün tarihimizi etkileyecekti. İkiyüzlülük bize göre değildi, tarihin bize yüklediği bu güç görevden yüzümüzün akıyla çıkmalıydık! Uzun ve ateşli tartışmalardan sonra yaptığımız oylamanın sonucu ikiye iki kaldı. Bir karara varamıyorduk, ancak, günler geçiyordu. Taş zemin ve soğuk kemiklerimizi kemirmeye başlamıştı. Haftalardır su yüzü görmemiş ellerimiz ve derimiz kabuk bağlamıştı. Sidik bidonundan ve bok kovasından çıkan kokular soluduğumuz havanın zehriydi. Ne var ki her şeyin bir sonu olduğu gibi bu acılar da son buldu: Kurtulduk. Arkadaşlarımız durumumuzu öğrenmişlerdi ve uzun pazarlıklarla dolu çetin bir açlık grevinden sonra bizi kurtarmışlardı. * Yaşananlar yaşanır ve geçer. Şimdi yıllar sonra rahatlıkla gönül huzuruyla şunu söylüyorum: Hayatın her alanında yukarıdaki ikilemle karşı karşıya kaldım ve her zaman ikincisiyle kazandım. Zaten az sayıda ama dikkatli olduğuna inandığım okuyucularım, anlatılan olayda ikinci görüşün kazandığını çoktan anlamıştır. Ahmet Yıldız
Gerçek Edebiyat
YORUMLAR