Dilin Dilsizliği... Eleştirinin Densizliği... / Alper Akçam
Orhan Koçak, Ömer Türkeş vs.
Kemalizm”in “tepeden inmeci” politikalarına eleştirel yaklaşan aydınlarımızın çok takıldıkları konulardan birisi de “dil”dir.
Kendi kurucusu olan boyun dilini yazıda kullanmamış olan Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’nin yöneticileri, resmi dil olarak üzerinde kurulduğu coğrafyanın en yaygın dili olan Türkçe’yi almışlardı.
Osmanlı döneminde “reaya dili” olarak aşağılanmış Türkçe’nin yazıda kullanılır olmasından sonra, dildeki Arapça ve Farsça sözcükler yerine “arı Türkçe” sözcükler bulup yerleştirme çalışmaları da kaçınılmaz olarak ortaya çıkmıştır. Batıdaki hemen tüm uluslaşma süreçlerinde de benzeri yaşanmış bu gelişme, bizde, bir dil daralması, sözcük eksiltilmesi olarak yorumlanmıştır. Kemalizm eleştirilerinde, dildeki “arılaşma” çalışmaları eleştirilirken, olaya “dil devrimciliği ve Türkçe’nin üreme yolları”nın açılması bakımından yaklaşılmamış eleştiri metinleri daha çok, uygulamanın nereden geldiği üzerine kurulmuştur. Eleştiriler, biçimsel planda kalmış, yapılan çalışmalar “tepeden inmeci” bulunmuştur…
“Zor” ya da “güç” kullanımının toplumsal gelişme ve değişimdeki yeri, “devrim”, “evrim” gibi kavramların içerikleri üzerine ayrı bir tartışmaya girmek çok anlamlı olmayacak… Ancak, Arapça-Farsça karışımı bir eklektik dili yüzlerce yıl resmi dil olarak kullanmış bir toplumda arılaşma çabalarının dilde ne gibi değişikliklere yol açacağının, yani girişimin sonuçlarının tartışılması daha yararlı olacaktır. Göz önünde tutulması gereken ana nokta, düşüncenin de önünü açacak, özellikle de dili kullanan halk yığınlarının kültürel açıdan gelişimini sağlayacak bir dil yeniden doğuşu, “dilin üreme yolları” olmasının gerekliliğidir.
Dilde arılaşma çabalarının ve Kemalizm’in kültür ve eğitim politikalarına aydınlarımızın hangi öngörülerle baktıklarının örneklenebilmesi açısından, Ali Galip Yener’in Virgül dergisi Kasım 2006 tarihli 101. sayısındaki bir yazısını değerlendirmek yerinde olacak. Yener, “Mavi Anadoluculuk Çıkmazı” başlıklı yazısında Sabahattin Eyüboğlu’nun düşüncesini ”Etnosantrik milliyetçiliğin (Türkçülüğün) bu daha yumuşak, hoşgörülü, seçkinci versiyonu, gerçekte ötekini yok sayan, baskıcı tutumun kendini gizleyen bir türevi” olarak tanımlar… “Arapça kelimelerin Türkçe karşılıkları konusunda ise denemeci, ‘Atatürk’ün sağlığında oturum yerine in’ikad demeye yürek isterdi derken, ‘halk için halka rağmen’ deyişinde özetlenen, dil konusundaki Kemalist tepeden inmeci tutumu şöyle savunur:
‘İşin gerçeği şu değil mi? Oturum sözü demokrasiye uygun bir Türkçe politikasının, zorla da olsa doğurduğu, in’ikad sözü ise bir politika Türkçesi’nin, hürriyet adına da olsa hortlattığı bir sözdür. Türkçe politikasına karşı politika Türkçesi’ –S. Eyüboğlu, Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler, Cem Yayınevi, 1997, s 376-“ (Ali Galip Yener, Mavi Anadoluculuk çıkmazı, Virgül dergisi, Kasım 2006, sayı 101, s 58)
Sabahattin Eyüboğlu’nun in’ikad sözcüğünün “politika Türkçesi ile hürriyet adına” dile girmiş olduğu saptamasının ironik bir yaklaşım olduğu ortada… Hangi “hürriyet”tir bu? Ali Galip Yener, “in’ikad” sözcüğünün dilimize girmiş olmasında etken olmuş Osmanlı politikası için “tepeden inmeci” değil de, “demokrat”, “halkçı” bir kültür politikasıdır diyebilir mi? Kimden almıştır dilinde bu sözcüğü kullanma iznini Osmanoğlu? Yozlaşmayla birlikte, yüzlerce yıldır konuştuğu dilden, Türkçe’den “reaya dili” olarak söz eden, bir tür küçümseme, aşağılama ile andığı halk yığınlarından mı?
Atatürk’ün sağlığında kullanılmasını istediği “oturum” sözcüğü mü yakışmaktadır Türkçe’ye, “in’ikad”mı? Hangi sözcük Türkçe’nin üreme yollarına uygundur, dili ve kültürü zenginleştirmenin, ayrıca toplumsal iletişim içinde daha kolay ve anlaşılır bir biçimde kullanılmanın olanaklarını taşımaktadır?
Dil ve Atatürk konusuna gelmişken, Atatürk’ün kendisi tarafından yazılmış Geometri kitabına değinmekte yarar var. Dilbilim uzmanı Agop Dilaçar’a aldırdığı Fransızca geometri kitaplarından yararlanarak Atatürk’ün kendisi yazmıştır kitabı… Bu kitapta kullanılan birçok sözcük Atatürk’ün kendisi tarafından “üretilmiş”: “Boyut, uzay, yüzey, düzey, çap, yarıçap, kesek, kesik, yay, çember, teğet, açıortay, içters açı, dışters açı, taban, eğik, kırık, çekül, yatay, dikey, düşey, yöndeş, konum, üçgen, dörtgen, beşgen, köşegen, eşkenar, ikizkenar, parelelkenar, yanal, yamuk, artı, eksi, çarpı, bölü, eşit, toplam, oran, orantı, türev, alan, varsayı, gerekçe…“ (Cumhuriyet gazetesi Bilim Teknoloji eki, 11 Temmuz 2008 Cuma) Tamamı Türkçe’nin köken ve üreme yollarına uygun düşmüş ve kısa zamanda toplum tarafından benimsenebilmiş bu sözcüklerin yerine kitabın yazıldığı 1937 yılına kadar kullanılagelmiş Arapça ve Farsça sözcükleri sıralayacak olsak, bugün için gülünç ve anlaşılmaz olacak bir tablo ortaya çıkacaktır. Atatürk tarafından “üretilmiş” anılan sözcüklerin Türkiye Cumhuriyeti’ne kültür ve bilim gelişmesi açısından nasıl bir etkisi olmuştur? Bu sözcüklerin kullanılmış olması “darbecilik” ve “tepeden inmecilik” olarak mı değerlendirilecektir? Yerine Arapça ve Farsça olanların kullanılması, daha “gelenekçi” ve “demokratik” bir tutum mu olacaktı?
Bu soruların yanıtı olmadan, “dil” üzerine eleştiri yapmanın mantığı nedir?
Dilimiz dile gelse de kendisini savunabilseydi keşke…
Ahmet İnsel’den, Ali Galip Yener’e, Ömer Türkeş’den Orhan Koçak’a, benzer savlarla Kemalizm’i tekil ve “her şeye kadir” bir özne gibi tanımlayan, “Erken Cumhuriyet Dönemi” kültür ve eğitim politikalarını aynı mantıkla eleştiren birçok başka düşünürümüz de metinsel gerçeklikler ile zaman-uzam kronotopu arasındaki ilişkiyi tersinden kurmuşlardır. Bir milletleşme-uluslaşma sürecinin olguları, günümüz koşullarında yaşamakta olan bir iktidara yöneltilebilecek eleştirel hareket noktalarıyla değerlendirilmektedir.
Kaynağında, eleştirilerin odak noktasında duran bu “tepeden inmeci Kemalist özne” kurulumunun gerçek sahipleri, Etienne Copeaux ya da Erik Jan Zürcher gibi Batılı tarihçiler, düşünürlerdir. “Bu, Türkiye’deki entelektüel yaşamın mutlak denetim altına alınması sürecinde önemli bir aşamadır. Artık tarihsel söylemin üreticisi doğrudan Kemalizm olacaktır.” (E. Copeaux, Türk Tarih Tezinden Türk-İslâm Sentezine s 61)
Kurtuluş Savaşı’nın ilk günlerinden başlayarak Mustafa Kemal’in yanı başından ayrılmamış Yakup Kadri’nin ise farklı bir gözlemi var: “Türk inkılabı muayyen ve müdevven bir fikir sisteminden doğmadığı için bittabi kahotik bir tekevvünün mahsulü olacaktı. Bittabi buna iştirak edenler arasında bir görüş ve anlayış vahdeti bulunmayacaktı.” (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, s 183)
Her şeye karşın, “Kemalist özne” imgesinin kurulumunda epeyce emeği geçmiş Fransız tarihçi Etienne Copeaux, bizim aydınlarımıza göre çok daha gerçekçi bir değerlendirme içindedir. “Akşit ve Oktay’ın kitaplarına ağırlık kazandıran, olağanüstü uzun bir süre yayımlanmış olmalarıdır. 1950’lerde hazırlanan bu kitaplar 1980’lerin sonuna dek durmadan yeni baskı yapmıştır. Bu kitapların önemli özelliklerinden biri, milliyetçileri ve Türk-İslâm sentezcilerini rahatsız etmeleridir.” (E. Copeaux, Türk Tarih Tezinden Türk-İslâm Sentezine, s 120) Kemalist dönemin izlerini taşıyan kitaplar, milliyetçileri ve Türk-İslam sentezcileri rahatsız etmiş demek…
Akşit ve Oktay’ın kitapları Hasan Âli Yücel’in hümanist kültür politikaları döneminin ürünüdür. Copeaux’nun okullarda okutulan resmi tarih kitaplarında “Türk-İslam sentezcisi” tarih anlayışı için işaret ettiği tarih 1976 olmakla birlikte, bu alandaki değişim çok önceden başlatılmıştır. 1969 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından “Devlet Kitapları” başlığı altında “1.000 Temel Eser” basılmıştı. O yapıtlarda da Türk-İslam sentezci bir bakış açısı egemendir. Kitapların girişinde dönemin Başbakanı Süleyman Demirel ve Milli Eğitim Bakanı İlhami Ertem’in birer giriş yazısı bulunmakta, ancak Atatürk’le ilgili bir fotoğraf ya da yazı yer almamaktadır[1].
21. Yüzyıl’ın başından itibaren de devletin kültür ve eğitim felsefesine dinci yaklaşım egemen olacaktır. Copeaux, bu yaklaşımın tarih kitaplarındaki üstünlüğünü 1994 yılına kadar götürür…
1932-1937 yılları arasında öğretmen okullarında haftada 3 saat felsefe ve 6 saat psikoloji dersi okutulmakta iken 1982 yılında ABD önerileri ve DPT programları çerçevesinde kurulan eğitim fakültelerinde bu dersler kaldırılmıştır. 2003-2007 yılları arasında liselere 338 felsefe öğretmeni ataması yapılırken, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi öğretmenlerinde bu sayı 5 bin 933’ü bulacaktır. “Tepeden inmeci” bulunan kültürel politikalar ile “demokratik” bulunan bugünkülerin karşılaştırılmasında ortaya çıkan bu durum, aydınlarımızın büyük bir çoğunluğunu hiç ilgilendirmemektedir.
Tarihimiz ve kültürümüz karşısındaki öznel tavır ve ucuz yargılarla hareket etme alışkanlığı aydınlarımız arasında oldukça yaygındır. Bir edebiyatçı arkadaşım, en saygın eleştirmenlerimizden birisine Mahmut Makal’ın “Bizim Köy”ünden söz eder. Karşısındaki duymamıştır böyle bir kitabın adını… “Mahmut Makal sizin köylü müydü?” diye sorar…
Bazı aydınlarımız, sosyalist Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın da “Divan Edebiyatı halkı ezdi” (Edebiyat-ı Cedide’nin felsefesi) diye betimlediği, Osmanlı “derebeylik kültürü”nü dolaylı olarak savunumaya soyunmuş gibidir. Çabaları bir kültür ve estetik biçiminin unutulmaması, hatta yaşatılıp canlandırılması anlamında olduğu sürece övgüye değerdir… Ancak, tartışma halka belli ölçüde tepeden bakan, kullandığı imgelemde cins ayrımcılığını, dogmatizmi, biçimde kalıpçılığı, ezberi; düşüncesinde tekil bildirimi dayatan bu kültür ve sanatı günümüz kültürel karmaşası için bir çıkış yolu gibi göstermeye varınca işin rengi de değişmektedir. Eleştiri yarışıyla yıpratılmaya çalışılan uluslaşma sürecinin kültürel değerlerinin yerini emperyalist tüketim kültürü ve tahterevallinin diğer ucuna oturtulmuş Ortaçağ kültürel değerleri doldurmaktadır.
1990’lardan sonra hızlanmış Kemalizm eleştirilerinde beliren ortak ana öğelerden bir diğeri, belli ölçüde nesnel bulgular ve çözümlemelere dayanan kimi metinlerde görülen, sonradan oluşmuş öznel ve önyargıya dayalı kırılmalardır. Bu kırılmalar, iki zamanlı yazılmış metinlerde daha çok görülmekte, günümüze yakın yorumlarda “Kemalizm karşıtı” olabilme çabası çok daha belirgin bir durum almaktadır. Biçem ve anlam kırılmalarının ve iç çelişkilerin yaşandığı bu metinlerin en somut örnekleri Günay Göksü Özdoğan’ın ““’Turan’dan ‘Bozkurt’a Tek Parti Döneminde Türkçülük”ü ile Taha Parla’nın Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm adlı yapıtlarıdır.
Eleştirilerin birçoğunda “Erken Cumhuriyet Dönemi” kültür ve eğitim politikalarını bir “ötekileştirilme” işlemine uğratma çabası öne çıkmaktadır. Geçmiş dönemlerde, Batılı Şarkiyatçı bakış açısının Şark ve Türk imgelerini kurarken kullandıkları dil ve yöntem ile günümüzde Batılı gözlemcilerin “Kemalizm”e yönelik değerlendirmeleri ve bizim aydınlarımızın birçoğunun biçemi arasında önemli koşutluklar bulunmaktadır.
Almanya’da 1700 yılında kurulmuş Bilimler Akademisi’nin ilk başkanı olan Wilhelm Leibniz’in (1644-1716) Türk’ü akıl dışı bir yazgı anlayışı taşıyan, iyiyle kötüyü ayıramayan bir kimlik olarak tanımlamasından, Aydınlanma’nın kurucusu Immanuel Kant’ın Avrupalı aklı ilkesel ve tözsel olarak Asyalı akıldan üstün bulmasına, Herder’in Asyalı barbarlar olarak tanımladığı Türkler’e Avrupa’da yer yoktur demesine, Hegel’in “doğuya ait şeyler felsefeden silinip atılmalıdır, doğuda istenç ve bilinç özgür değildir” yargısına (Onur Bilge Kula, Avrupa Kimliği ve Türkiye, s 249-250) kadar geniş bir yelpazeye dağılmış Batılı bilinç, Türk kimliğini tümden “ötekileştirme” çabası içinde olmuştur.
21. Yüzyıl’da Papa 16. Benedik’in yaklaşımı da çok farklı değildir… Türk kimliğini eleştirel akıldan yoksun, İslami yapının bir parçası olarak gören bu anlayış, Türkiye modernleşme çabalarının günlük yaşamı Batı’da olduğu gibi “kutsal olandan” arındırma çabalarını da “tepeden inmeci” olarak tanımlamaktadırlar…
Octavio Paz, Çamurdan Doğanlar adlı yapıtının girişinde, “Gelenek, zinciri kırıp, sürekliliği kesintiye uğratan şey olabilir mi?” diye sorar ve modernliği günün geleneğini değiştiren polemikçi bir gelenek olarak tanımlar (Octavio Paz, Çamurdan Doğanlar, s 13). Sonra şöyle sürdürür: “Modernlik hiçbir zaman kendisi değildir; o her zaman öteki’dir. Modern olanın ayırt edici özelliği, yalnızca yenilik değil, ötekiliktir. Tuhaf bir gelenek ve tuhaf olanın geleneği olan modernlik çoğulculuğa yazgılıdır: Eski gelenek hep aynıydı, modern her zaman farklıdır.” Aydınlarımız tarafından hep tepeden inmeci bulunmuş, köycü politikaları bir tür köylü korkusuna dayandırılmış (Asım Karaömerlioğlu vb) Kemalizm’in kültür ve eğitim politikalarında halk kültürüne yaklaşımını “öteki”ne ve “çoğulculuğa” yönelme olarak görebilmek de olasıdır…
"Erken Cumhuriyet Dönemi" kültür eğitim politikalarına yönelik eleştirilerde çokça geçen bir kavram da "reddiye"dir. Orhan Koçak'ın da aralarında bulunduğu birçok aydın, Cumhuriyet'in bir geçmiş reddiyesi ile kendi kültürünü yapılandırdığı görüşündedir. Uluslaşma süreci açısından bakıldığında, Batı ile belirli bir eşzamansızlık taşıyan Türkiye uluslaşmasındaki kimi gelişmelerin Batı 18. Yüzyılı’na denk düştüğü görülebilir. Marks, 18. Yüzyıl Avrupası’ndaki bazı kültürel gelişmeleri değerlendirdiği "Aydınlanmanın Devrimci ve Rasyonalist Eğilimlerine Karşı Bir Tepki Olarak Santimantalizm" başlıklı yazısında bizim tarihimize yönelik değerlendirmelere de ışık tutuyor gibidir: "Reddetmek! Dar kafalı eleştirmen, her gelişmeyi, onu anlamaksızın bu sözcüklerle damgalayabilir; o kendi gelişemez gelişmemişliğini, övünerek ahlaksal saflık olarak gösterebilir. Böylece halkların dinsel hayal gücü, bütün tarihi masumiyet çağını, altın çağı, hiçbir tarihsel gelişmenin olmadığı, dolayısıyla yadsımanın ve reddin de olmadığı tarih-öncesine yerleştirerek damgalamıştır. Bu yüzden 18. Yüzyıl gibi gürültülü devrim dönemlerinde, güçlü ve tutkulu yadsıma ve red zamanlarında dürüst, iyi niyetli insanlar, Gessner asil, saygıdeğer yarı-tanrılar ortaya çıkar ve idillerin gelişemez durumunu tarihin çürümüşlüğünün karşısına koyarlar (bizde Osmanlı yozlaşmasının karşısında da ille de Itri, ille de Dede Efendi –yazar notu-). Gene de, bir tür eleştirel ahlakçılar ve ahlaklaştıran eleştirmenler de olan bu idil-ozanlarının lehine belirtmek gerekir ki, ahlak başarı ödülünü çobanın mı yoksa koyunun mu alması gerektiği konusunda vicdanen her zaman ikirciklidirler." (K. Marks, F. Engels, Yazın ve Sanat Üzerine, 2, s 25)
(Alper Akçam’ın ANADOLU RÖNESANSI adlı kitabından alınmıştır)
(1) Dönemin “solculara belge vererek okuldan atmak”la övünen, Fikir Kulübü yöneticisi ve aynı zamanda öğrenci temsilcisi olduğumu bilerek beni yola getirmeye çalışan Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Kürsüsü Bölüm Başkanı Prf. Dr. Kaplan Arıncı’nın “dersimdeki başarısından ötürü” diyerek 12 Şubat 1970 tarihinde adıma imzaladığı iki kitaptan birisi Remzi Oğuz Arık’ın Coğrafyadan Vatana adlı yapıtı, diğeri de David Spitz’in Şiar Yalçın tarafından çevrilmiş Antidemokratik Düşünce Şekilleri'dir. Kitapların yayın tarihi, İstanbul-1969 olarak kaydedilmiştir.
YORUMLAR