Dilekçe / Sedat Erden
Yaşayan önemli yazarlarımızdan Sedat Erden, bir 'Dilekçe'yle bir hayatı önümüze seriyor. Unutulmayacak, sevimli, eğlendirici, düşündürücü Gogolvari bir öykü.
Gelen Evrak Bölümü’nde otuz beş yıldır çalışan Fadıl Bey, dilekçesini uzatan gence gözlüğünün üstünden şöyle bir baktı. Esmer, çelimsiz biriydi. Doğululara özgü bitişik kaşları vardı. Yüksek tavanlı Bakanlık binası, daktilo takırtıları, takım elbiseli memurlar onu ürkütmüş gibiydi. Fadıl Bey dilekçeyi aldı, kaydını yaptı; dilekçenin okunup hangi daireye havale edileceği şefin görevi olmasına rağmen yılların alışkanlığıyla yine de onu okumaya başladı.
T. C. ADALET BAKANLIĞINA
15.08.2001
Dört yıldan bu yana yaz aylarında geçici olarak Bodrum’da çalışmaktayım. İki yıldan beri tanımış olduğum Avusturyalı bir aile 1998 yazında Bodrum’a geldiler. Daha sonra her gece benim çalıştığım restoran-bara gelip vakit geçiriyorlardı. Geldiklerinin ilk gecesinde aile (karı, koca ve kızları) restourantda yiyip içtikten sonra bana da içki ikram ettiler. O gece ailenin kızı Lissi benimle beraber olmak istemişti, anne ve babası da restorandan ayrılıp otele gittiler. O gece kızla bir beraberliğimiz olmuş ve daha sonraki günlerde hiçbir beraberliğimiz olmayıp başka Türk gençleriyle de beraber çıktığına bizzat şahit oldum (Berbat bir cümle! Diye içinden geçirdi Fadıl Bey).
Tatillerinin bitip gitmelerinden yaklaşık 5-6 ay sonra kızın hamile olduğunu ve bir müddet sonra da kızlarının bir erkek çocuk doğurduğunu duydum. (Nerden duydun?)
Daha sonra bu aile bana Avusturya’dan bir telefon görüşmesi yaparak benim pasaportumun fotokopisini isteyerek ve o çocuğun da bana ait olduğunu belirterek beni Avusturya’ya alacaklarını, benim onların evinde kalıp bana orada iş bulacaklarını söylemeleri üzerine ben de pasaportumun fotokopisini davetiye işlemleri için gönderdim. (Bir berbat cümle daha! Evladım madem beceremeyeceksin, neden böyle uzun cümleler kurarsın?) Ama uzun bir süre aileden hiçbir haber alamadım ve beni aldattıklarını sezdim.
Daha sonra 1999 yılında Ankara Avusturya Büyükelçiliğinden şahsıma, çocuk için nafaka ve babalık konusu ile ilgili bir yazı gelmesi üzerine Ankara’ya gittim ve Konsolos ile görüştüm. Bana çocuğun babalığını kabul edip etmeyeceğimi ayrıca çocuk için gerekli nafakayı ödememi sorması üzerine ben olayı direk reddettim. Ama Mart 2000’de tekrar şahsıma Avusturya Konsolosluğundan bir yazı gelmesi üzerine yine Ankara’ya gittim. Konsolos Bey bana tekrar nafakayı ödeyeceğimi belirtmesi üzerine ben yine reddettim. (Reddetmeyip de ne yapacaksın? Ödeyecek paran mı var?) Aynı zamanda çocuğun babalığı için soru sordu. Ben yine reddetmem üzerine çünkü çocukla ilgili hiçbir bilgim yoktur, gerçekten benim mi değil mi bilmiyorum demem üzerine bana ilerde benim için iyi olmayacağını, hapise gireceğimi ve benim için kötü bir sonuç vereceğini belirtmesi üzerine (Türkçeyi katlettin be evladım!) ben de olayın şokuyla gerek kazayla gerekse de o anki korku ve heyecandan ve gerçekten de olayı pek iyi anlayamadığımdan (ben de seni pek iyi anlayamıyorum oğlum) dolayı ayrıca eğer imzayı atarsam benim için iyi olacağı, ilerde Avusturya’ya gidebileceğimi belirtmesi üzerine (Ah, bu gençlerdeki Avrupa sevdası) imza atmam söz konusudur. Meğerse o imzada benim çocuğun babası olduğum kabul edilmiştir (yani zokayı yuttun!).
15-05-2001 tarihinde T.C. Adalet Bakanlığı Batman Adliyesinin Bakanlık Kaleminden şahsıma bir takım mahkeme dosyaları, o çocuğun babalık nafakası ile ilgili yazılar elime ulaşmıştır. Avusturya mahkemesinde bana dava açılmış orada her türlü yalan ve doğru olmayan bilgilerle çocuğun annesi Türkiye şartlarında yaklaşık her ay 9000 Avusturya şilini kazandığımı hiçbir problemimin olmadığını ve bu nafakayı ödeyebileceğimi belirtmiştir (Avusturyalı aileyi de ayıpladım doğrusu. Dolandırmak için bu zavallıyı mı buldular?). Oysaki ben sadece yaz aylarında geçici olarak 2-3 aylık çalışarak ve ailemin hiçbir geliri olmadığı için onlara bakmam söz konusudur. Tekrar 10-06-2001 tarihinde Ankara’ya konsolosluğa geldiğimde beni içeri almamışlardır (niye alsınlar ki, seninle işleri bitmiş). Benim amacım bu olaya sebebiyet veren konsolosla görüşmekti ama görüşemedim. Neden çocuğa yabancı isim veriliyor, neden T.C. şartlarında ve Türkçe isim verilmiyor çocuğa (Hayda! Dert edindiği şeye bak)?
Kısaca bu olayın beni ve ailemi çok huzursuz ettiğini, bana tamamen oyun oynanılmış olup kandırıldığımı, ayrıca çocuğun DNA, kemik testi vs. olmadan babalığını reddettiğimi, aksi takdirde yapılacak testlerden sonra çocuk bana ait olsa bile çocuğun bakımını (nafakayı) bu şartlarda ödeyemeyeceğimi, bana ümit verip beni Avusturya’ya alarak çalışacağımın belirtilmesi ile büyük bir aldatılma söz konusudur (Burada da Türkçeye karşı büyük bir suç söz konusudur). Hiçbir şekilde olayı kabul etmediğimi belirtmek istiyorum. Ancak bir takım ispatlanabilir olgular olduktan ve benim oraya giderek çalışabilmem söz konusu olursa (Ah, şu yoksulluk!) olayı kabul edebileceğimi belirtmek istiyorum. Hiçbir maddi gelirim yoktur ve öğrenciyim ya da çocuğun benim tarafıma verilmesini talep ediyorum (Şimdi saçmaladın ama!).
Sonuç olarak, aile beni aldatmış aynı zamanda Konsolosluk da bana değişik bilgiler vererek çocuğun babalığı imzası söz konusu olmuştur (katlettin Türkçeyi, katlettin).
Kesinlikle reddediyorum ve hakkımın verilmesini (ne hakkı?) talep ediyorum. Adalet istiyorum (Çocuk, bunu boşuna istiyorsun. Öyle bir dünya değil burası).
Saygılarımla
Ahmet Çınar
Açık adresim
Şehitlik 21. Sokak
No:10 Diyarbakır
Fadıl Bey bir an durakladı, sonra dilekçede imza olmadığını fark etti. Şaşkın çocuk imza atmayı unutmuştu. Dilekçeyi uzatıp “Şurayı imzala,” dedi. Sonra dilekçenin kabul tarihi ve kayıt numarasını yazıp delikanlıya uzattı. “Dilekçenin akıbetini bu tarih ve numara ile araştırabilirsin,” dedi. Delikanlı dönüp salondan çıkana kadar da gözlerini ondan alıkoyamadı.
Mesleğinin hoşuna giden yanı buydu işte. Dışarıdan tekdüze, sıkıcı görünen işi sayesinde oturduğu yerde farklı hayatlara tanıklık ediyor, tanıyamayacağı kişileri tanıma fırsatı buluyordu. Sıkıntıya girmeden, acıya katlanmadan böyle deneyimler kazanmak az şey miydi?
Atmış üç yaşındaydı, emekliliğe hak kazanalı yıllar olmuştu. Genç çalışma arkadaşları neden hâlâ emekli olmak istemediğine şaşırır, alaycı ifadelerle dokundurmalarda bulunurlardı. Neden emekli olsun ki? Bu renkli tiyatro sahnesini bırakıp evde bütün gün karısının dırdırını dinlemek daha mı akıllıcaydı? Yaş haddine kadar buradaydı. Hatta ona kalsa emekli olduktan sonra burada parasız çalışmaya bile razıydı.
Sedat Erden
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR