Dal Rüyaları / Mehmet Tanju Akad
Dile kolay, aradan neredeyse kırk yıl geçtikten, yaşlandıktan sonra bazı şeyleri unuttuğunuzu sanıyorsunuz ama bazen ufak bir şey tüm ayrıntılarıyla birlikte geçmişi geri getiriyor. Ne kadar ayrıntılı geldiğine siz de şaşıyorsunuz. Örneğin bir anons, bir müzik parçası...
Ama önce, çok kısaca, olayların cereyan ettiği ortamı aktarmak gerekir.
Bir zamanlar ben de gençtim ve dünyanın dibine taşı koyacağımızı düşünürdüm. Devrimci romantizmin rüzgârlarına kapılıp gitmiştik. Onlu yaşlarımda en büyük üzüntüm önce mücahit olarak Kıbrıs'a gidememek, sonra da İspanya İç Savaşı'nda gönüllü tugaylara katılıp Frankistlere ve Nazilere karşı savaşma fırsatını kaçırmış olmaktı. Rus gizli polisinin elinin oralara da uzandığını, cumhuriyetçilere ve solculara nasıl bir cehennem yarattığını henüz bilmiyordum.
Yirmili yaşlarıma geldiğimde siyasetin iki ucu pis bir şey olduğunu öğrenmiştim ama bizim neslimizin bazı şeyleri düzeltebileceği umudu bitmemişti. Ne de olsa kendini çok beğenmiş 1960 nesliydik! Gerçi bizim nesil de çok kof çıktı. Zaten artık iş işten geçmişti. Sözde, emperyalizme bu ülkede cirit attırmayacaktık ama bataklığa gidiyorduk ve hiçbir şey bizi kurtaramazdı. Durumu yönetecek bir aklı ve iradeyi geliştirecek vakit yoktu.
Ortalama seviye yerlerde sürünüyor, cesaret ve akıl son derece nadiren bir arada görülebiliyordu. Buna rağmen kaçıp gitmeyi yediremezdim. Bu düşünce aklıma birkaç kez gelmedi değil, ama her seferinde şüphe eden bir dindarın anında tövbe etmesi gibi, kafamı sallayıp kaçma fikrini uzaklaştırdım.
Başımıza gelene razı olacak, gene beraat edecek, ama binlerce kişilik iddianameler tamamlanıp mahkeme başlayıncaya ve sorgular yapılıncaya kadar uzun süre yatacaktık. Hem, salt hukuk açısından bakarsanız, ortada işlenmiş herhangi bir suçumuz yoktu. Ancak siyasi davalarda hukuk olmaz. Siyasi dava siyasidir. Alta düşersen siyasi olarak ezilirsin ve hukuk da sadece bunun bir aracı olur.
Ama şunu söyleyelim ki, o dönemde gerçekten namuslu hakimler vardı ve bazıları hukuk cinayetlerine alet olmamak için sürülmeyi göze aldılar ve kimi haksızlıkları da engellediler. Hepsini saygıyla anıyorum.
Bilenler bilmeyenlere anlatsın. DAL o dönemde Devrimci Yol grubuna bakan bir polis birimiydi. Ankara Emniyet Müdürlüğü'nün altında, bir bodrumda özel sorgulama odaları ve hücreler inşa edilmişti. Herkes oraya gözleri bağlı olarak bir merdivenden indirilir ve "muamele" başlardı. Kişi (sanık, gözaltındaki kişi, şüpheli, sorgulanan, kurban, artık ne isterseniz diyin) önce şoklanarak işe başlanırdı. Kim bilir, belki zayıftır, hemen çözülür.
Ama durun, o kadar hızlı gitmeyelim.
Darbeden az sonra, bir gece yarısı kapı çalınınca durum belli oldu. Birkaç saniye tereddütte kaldım. Kapıyı açmasam giderler miydi acaba. Zil daha uzun, daha sabırsız bir şekilde çaldı. Gidip açtım. (Onları kapıma getiren okul arkadaşım yıllar sonra görüştüğümüz zaman "açmasaydın gideceklerdi" dedi!) "Pekala, sen niye getirdin" diyemedim. Hem, zaten başka vesileyle geleceklerdi. Daha önce de gelmişlerdi. Evimi biliyorlardı. Neyse, uzatmadılar. Hatta ciddi bir arama da yapmadılar. O kadar kitabı kim tarayacak. Zaten yorgunluktan ölmüşler. Bir iki dakika sonra Reno'da Emniyet'e doğru gidiyorduk ve hemen gözlerimi bağlamışlardı.
"Merkez 48/32..., merkez 48/32 intikal halindeyiz, tamam." dzzztt...
"Anlaşıldı, tamam."
Başıma gelmemiş bir şey değildi. Basın davası, dernek davası, sendika davası için kaç kez getirilmiş ama her seferinde tutuklanmadan çıkmıştım. "Bu sefer öyle değil" dedim. "Ankara'yı acaba kaç yıl sonra tekrar görürüm." Polislerden birisi sigara ister misin dedi. Evet deyince dudaklarımın arasına bir tane sıkıştırıp yaktılar. Hiçbir tat alamadım. Aklıma arkadaşlarla tartışmalarım geldi. Her zaman iddia ederdim, gözü kapalı olarak Samsun sigarası ile Maltepe'yi ayırt edemezsin. Benden daha tiryaki olanlar "ederiiz" diye heyecanlanırlardı. Halbuki, iki en meşhur gazlı içecek tiryakileri arasında yapılan araştırma, onların da gözleri bağlıyken favori içeceklerini tanımadıklarını göstermişti. Tat, beş duyuyla birden alınır. Özellikle görme eksik olunca veya görsel aldanma olursa bilemezler. Tat ortadan kalkar veya çok azalır.
Her neyse, bunları düşününceye kadar gece sokağa çıkma yasağı olan bomboş Ankara sokaklarını geçip Emniyet'e gelmiştik. İte kaka DAL'a indirildim. Bağıra çağıra, ite kaka, ana koridorun dibinde, en uçtaki 20 numaralı hücrenin yanındaki kalorifer demirine tek elimden kelepçelendim. Öyle ayarlamışlardı ki, ayaklarımın ucu zemine ancak değiyor, yarı asılı vaziyette duruyordum. Burada amaç yeni gelenin koridorda yıpratılması, bu arada 1x2 metrelik 20 hücreye tıkılan altışar kişinin, bu hücrelerin tam karşısına düşen sorgu odalarından gelen çığlıkları sürekli dinlemeleriydi. Ayrıca başka odalar da vardı ama görmedim. İşte o hücrelere girmeden önce çekilecek çok çile vardı ve oraya tıkılmak bile büyük nimetti. Hücrede, hiç değilse işkence aralarında dinleniyor ve günde bir kez su içip tuvalete gidebiliyordun.
Asılı vaziyette etrafı kavramaya çalışırken birkaç dakika sonra odalardan birine aldılar ve tavana yakın bir boruya astılar. Ancak duvarda, ayağımın dibinde küçük bir çatlak vardı ve ayağımı oraya sokup ağırlığımı dağıtıyor, kollarımı biraz dinlendiriyordum ki, karşımda oturan nöbetçi bunu fark edip ayağıma vurup düşürdü. Tavana yakın olduğumdan gözbağının altından yüzünü görebiliyordum. Tekrar ayağımı koydum, tekrar gelip düşürdü. Üç beş sefer sonra akıllandı. Her sefer yerinden kalkıp ayağıma vurarak düşürmek yerine bileklerime uzun bir ip bağladı. Ben ayağımı koyunca, oturduğu yerden ipi çekip düşürüyordu. Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum. Çok sakin bir sesle bileklerim kanıyor dedim. O zaman indirdi. Herhalde sakat bırakmak istemiyorlardı ama kan olmadığını ben o zaman anladım. Tekrar koridordaki boruya.
İLK RÜYA
Bu şekilde tamamen aç, susuz birkaç gün geçti. İşte ilk rüyayı o zaman gördüm:
Akdeniz kıyısına, kayalıklardan plaja inilen bir bahçedeyim. Vakit öğleden sonra, hatta ışık ikindiye yaklaşıldığını gösteriyor. Kocaman, masif bir dikdörtgen masa, üzerinde buzlu sürahiler, çeşit çeşit meyveler, meyve suları, her çeşit içecek. Karpuzlar, şeftaliler, portakal suları, kiraz, ne ararsan var. Masa büyük harup ağaçlarının altında, yarı gölgelikte duruyor. Hafif bir rüzgâr esiyor. İçim ferahlıyor. Ama ne zaman masaya yaklaşsam bir bahane çıkıyor ve hiçbir şeye dokunamıyorum. Aslında etrafta kimse yok ama niçin dokunamıyorum, anlayamıyorum. Acaba diyorum önce denize mi girsem. Lacivert sularda yüz, masaya dön. İç baba iç. Etrafta da kimseler yok. Tam o sırada pıst diye bir ses duyuyorum. Uyanıyorum.
Serbest elimle burnumu kaşır gibi yapıp göz bağını biraz daha aralıyorum. Koridor bomboş. 20 numaralı hücrenin mazgalından okul arkadaşım Yalçın'ın sesi. Evelki günden beri izlemişler durumumu. "Hocam nasılsın" Suu, diyorum su. "Tamam" diyorlar ama "yaklaşman lazım." O anda kafa çalışmaya başlıyor. Anlatmayacağım bir yol bulup kelepçeyi açtım ve kendimi kapıya daha yakın bir yere kelepçeledim. Yıllar sonra hücrede okuldan Halil'in de bulunduğunu öğrenecektim. Onlar süt kartonuna doldurmuş oldukları azıcık sudan bir pamuğa emdirip mazgaldan veriyorlar, ben suyu emip pamuğu iade ediyorum, sonra tekrar. Bu arada birileri geliyor, nöbet değişiyor ama şefleri başlarında duruyor. "Hangi o. çocuğu indirdi bunu lan" diye kükrüyor. Çok sakin bir sesle yanıtlıyorum. "Komutana rica ettim, biraz dinlensin dedi, indirtti" diyorum. Anlamıyor. "Bir daha indirilmeyecek" diye kesin emir verip gidiyor. Tekrar yukarı ama ondan sonra her gece işkencecilerin gittiği gece yarısı civarı ile sabah vardiyası arasında kelepçeyi aşağı alıp popomu yere koyuyor, ama bu kez üşenmeyip şef gelmeden tekrar yukarı takıyorum. Sorgularda onlara üçüncü şahısta ve araya emir kipleri sıkıştırarak hitap ediyorum. "Bu iki çocuğu bırakın, siz de görüyorsunuz, alakaları yok bir şeyle, belli ki" filan diyorum. Halbuki benim yaşımdalar. O çocukları bıraktılar ama zaten bir şey bilmiyorlar, sadece derneğe gelip gidiyorlardı.
İKİNCİ RÜYA
Her neyse, farklı "işlemlerin" yapıldığı odaların hepsinde en az birer posta geçirdikten sonra ikinci rüyayı gördüm:
Koridor, bir denizaltı oluyor. O gün personelden on bir kişi terhis olacakmış. Toplanmış bekliyor, sırtımız duvara dayalı çökmüş vaziyette sohbet ediyoruz. Biraz sonra kağıtlarımız gelecek, adımız okunacak ve kuleden çıkıp sivil hayata döneceğiz. Sırayla arkadaşlarımın isimleri okunuyor. Kuleden çıkıp gidiyorlar. Benim ismim yok. "Ne oluyor, sıkıntı nedir" diye kıvranıyorum. Kimseden yanıt yok. Sonuncusu çıkarken "durun ben de geliyorum" diye bağırarak yerimden fırlamamla birlikte" suratıma tekmeyi yiyip düşüyorum.
Birkaç saniye rüya ile gerçek karmakarışık oluyor. Denizaltı, koridor, terhis, tutuklama, sorgu şallak mallak ve durumu yavaş yavaş oturuyor. Susuzluktan kafayı yemek üzere olduğumu anlayıp önce su içiriyorlar, sonra da 1 numaralı hücreye atılıyorum. Burası boş, çünkü okuldan bir arkadaşımızı buradan götürüp öldürmüşler. Bunu düşünecek halim yok. Uzanabiliyor olmak ne nimet. 2 metrekarenin hepsi bana ait. Ayakkabılarımı yastık yapıp kalın gocuğuma sarılıyorum. Tek aydınlık, mazgaldan sızan zayıf koridor floresanından geliyor. Birkaç saat sonra beş kişi daha geliyor. Şimdi, sonu bilinmeyen bir zamana kadar 2 metrekareyi altı kişi paylaşacağız. Dizlerimizi kıvırıp üçer kişi karşılıklı oturacağız. Sorgu odalarından gelen çığlıkları dinlerken dünyadaki her konu üzerinde sohbet edeceğiz. Fahiş fiyatla sattıkları kutu sütü içeceğiz, tuvalete gidince boş süt kutusuna su doldurup kendimizi zengin hissedeceğiz. Akşam seansı başlayınca kaç numaralı hücreden kimleri çekip alacaklarını bekleyeceğiz (günün en heyecanlı anı). Başkası alınınca, oh, şimdilik sırayı atlattık diye sevineceğiz. Ve inanılmaz çok güleceğiz. O kadar çok ki, gülmekten belimiz ağrıyacak. Savaş filmleri izlerken, biraz sonra muharebeye girip ölecek olanların nasıl mavra yaptıklarını görürseniz, bunu anlarsınız.
Mehmet Tanju Akad
GERCEKEDEBİYAT.COM
YORUMLAR