Cihat Burak o sergide ancak iki resim satabilmişti
Özellikle sanatçılarla anılar bilimsel yazılar kadar önemlidir. Türk resminin önemli temsilcilerinden Cihat Burak'la dolu bu anı da öyle.
Kadıköy yakasında bir galeride, muhtemeldir ki Ares' e karşılaştıydık ve haklı bir sitemde bulunduydu, "Buralara kadar geliyorsun da bana uğramıyorsun."
Ne bileyim, o zamanlar, tıpkı çok daha öncelerinde olduğu gibi çoğunluk sanatçılarla aramızda öylesi bir ünsiyet söz konusu olamazdı, bizler birbirimizi tamsak bile uzak, mesafeli dururduk.
Hoş, gerçi bir dostluğumuz, hatta aynı liseden mezun olmamızın da bir ilginç yakınlığı vardı ama...
Aradaki dostluklar bizlerin eleştirel yaklaşımlarınızı etkileyebilir diye düşünürdük herhalde...
Neyse, günlerden bir gün kalktım, artık ayıp olacak endişesiyle Fenerbahçe sokaklarından birinde, Gül Apartmanı'nın ikinci katındaki bir dairenin, Cihat Burak'ın kapısını çaldım... Nasıl bir evdi, doğrusu ya pek ayırdında değildim ama bildiğim ortalarda bir iki resim, bir iki onun kuş evlerinden seramikler ve de kediler vardı.
Neler mi konuştuk?
Pek fazla zaman geçti, şimdilerde hatırlayabildiğim bizim liseden söz ettik, onun Selim Turan'la daha orta kısım yıllarında aynı sırayı paylaştıklarını, fakat pek fazla da çene çalmadıklarını öğrendiydim. Sonra, sonra acaba o öykünün gerçekliğini sordum mu bilemiyorum; ama sizler de o öyküyü bilirsiniz sanırım, hani kendine has kişiliğiyle Cihat Burak ustanın günlerden bir gün bir yerlerde bulduğu bir kaplumbağayı yazık olmasın diyerek bir gece vakti Yıldız Parkı'na götürüp, sabaha dek kapının açılmasını beklediği öyküsü...
Zaten gerçek olmasa da ona yüzde yüz yakışan bir öyküydü bu... Tıpkı, onu da anmış olalım. Burhan Uygur'un da bir gün oğluyla beraber, Beşiktaş'tan aldıkları bir kilo hamsiyle Üsküdar Sultantepesi'ndeki evlerine gitmek için bindikleri motorda, martılara kıyamayıp o hamsileri Üsküdar'a varana kadar tükettikleri ve orada Burhan'ın, hâlâ dönüp dolaşan martılara bakarak "Biz Beşiktaş'ın kuşlarım besledik. Üsküdar'ınkiler aç kaldılar" deyip, bu kez Üsküdar'dan aldıkları hamsi çıkınıyla tekrardan Beşiktaş'a yönlenerek bu defa da oranın martılarını besledikleri öyküsü... Yakışmaz mıydı Burhan'a bu öykü; velev ki gerçek olsa da, olmasa da...
Bu usta sanatçımızla, sanırım İstanbul'daki ilk sergisini Tünel'de Alman Kültür Merkezi'nin Müeyyet Han'da açılan ilk sergisini de konuşmuş olacağız.
Zira o serginin bende ilginç bir izlenimi vardır. Zira sanatçımızın topu topu iki eseri satılabilmişti. Oysa aynı tarihte Taksim Sanat Galerisin'de bir başka ustamızın Nuri İyem'in sergisi neredeyse ful gitmişti...
Hep düşünmüşümdür, acaba Cihat Burak daha sonraları mı ustalaştı ki çok aranılan, beğenilen bir sanatçı oldu, ki tabii hayır, yoksa bu alemde o sıralar yeni olduğu ve bizim de çoğunluk bilinen, tanınan imzalara yöneliyor oluşumuz mu bu durumu yarattı diyerek... Nitekim galiba iki yıl sonrası Ankara Türk Alman Kültür Merkezi'ndeki sergisinde de bulunmuştum ve oradaysa bir hayli satışı olmuştu.
Dilerseniz, Cihat Burak bahsini bir güzellemeyle(!) bitirelim. Onun 1982 yılındaki sergisinden aldığım ilhamla ve “Gönlü Yüce Bir Cihat Burak'ın Şehrayini" başlığı altında aşağıdaki makaleyi -umarım seveceksinizdir- kaleme almıştım:
“Kısas'ı Enbiya'dan, Evamiri Aşereden, İncil, Zebur, Tevrat ve Kuran'dan, Dedem Korkut'tan, Zaloğlu Rüstem'den, Şahmeran'dan, Eshab-keyf ve dahi taife-i Yecuş Mecuş'tan, Kelile Dimne'den, ya da Yunus'tan, Mevlana'dan, Şeyh Sadi' den, Zadig'den, Candid'den, Ronsard'dan, Villon'dan bir öykü nakşedilmişse...
"Sultanahmet Meydanı'na bir çift güvercin kanadından Alis Harikalar Ülkesinde kondurulmuşsa, Notre Dame katedraline bir Çin-i maçin mabedi oturtulmuşsa, Bahr-i Amer gibi, Apollinaire'in Seine'i kızıla boyanmışsa...
Cihat Burak, Kültür Bekçisi, 1969 (Türk mimarlığının önemli temsilcisi Hayati Tabanlıogˆlu'nun hicvi)
"'Ah min-el aşk', 'He'nin iki gözü iki çeşme yaş...’ 'Aşk imiş her ne var ise âlemde' diyerek bir amentü gemisi pupa yelken sefer ettirilmişse diyar-ı küfr üzere.. Hokkabaz, ateşbaz, perendebaz ve cümle işvebaz arz-ı endam eylemişse... Alı al, moru mor, ah hem al hem mor, moru hem mor hem al, alâimi semâ'dan pür hüzün ve dahi bir nice esrar-ı dil sökün etmişse ak tuvaller üzere... Bilin ki bu gönlü yüce bir Cihat Burak'ta gayrısı olamaz. İsterseniz neler sıralamışsın' deyin... 'Bu anlattığın gibi resmi yok Cihat Bey'in...’ Bu sergide yoktur belki ama bir öncekinde vardır, ya da, bir, daha bir öncekinde... Onlarda da mı yoktu? Öyleyse bir sonrakinde olacaktır. Ya da daha bir sonrakinde...
Budur Cihat Bey!... Paris'te bir Parisli, ama bir artiste-peintre(1), ama bir clochard(2)... İstanbul'da ama bir derviş, Mevlevihane-i Galata'da ney üfler cennet mekân Emin Dede'nin postunda... Ama bir erbabı-nakş, ha boyar, ha boyar...“
İki yıl sonraki bir yazımı da şöylesine sonlandırmışım:
"İlla bir boyaya mı bezemek istersiniz? Söz gelimi bir naif midir Cihat Bey? Bir içedönüklüğün imbiğinden geçmiş, bir ekspresyonist mi ya da yedi kat arşın ta ötelerinde bir kanatlı at binmiş gerçeküstücü mü? Ya da en yalınından bir halk ressamı mı? Hiçbiri ya da hepsi... Bir nice özümleme ustasıdır o; kalıplarının adamı olmadığı gibi biçimlerin üstüne çıkabilmenin ahengini yakalamış, yalnızca peintür'e'in(3) değil, bir halk ve hak ozanlığının pişmişliğini, bir tekke ehlinin çilebentliğini tamam etmiş gönül adamıdır. Yalnızca lisan-ı hal ile değil, resimleriyle, çizgisiyle, rengiyle, istifiyle anlatmaktadır ahvalini...“
Nasıl? Beğendiniz mi?
Adını anmışken o genç yaşında yitirdiğimiz, eskilerin nevi şahsına münhasır diye tanımladıkları "yüreğinde nice çiçekler açan, nice türküler söylenen", o özgünlüğü su götürmez Burhan Uygur için de birkaç satır karalamış olalım yine 1992 yılındaki bir katalog yazımızdan alıntılarla:
"...Neydi Burhan Uygur'u böylesine tanınır ve aranır kılan, onu hep yaşatacak olan, irdelemeye çalışalım. Burhan Uygur'un bence en belirgin özelliklerinden biri de entelektüel bir anlatımla naif bir sergileyiş arasında seyreder olmasıdır. Onun resminde bir nice alıntının, romanın, öykünün, şiirin onun tarafından özümlenmiş dizelerini de bulabilirsiniz, bir halk sanatçısının içten yalınlığını da... O bu anlamda etkilere açık bir sanatçıydı ve bu olumlu etkileri dostlarıyla, yani resminin değerini bilenlerle paylaşmayı severdi. Zaten onda neyin resmi yoktu ki... Yalnızca algılanmaların mı, nice bir söylencelerin mi ya da nice kitaplara sığdırılası öykülerin, destanların mı? Bu anlamda zaten resmi bir anlatım biçimi olarak kullanır, tıpkı Rönesanslara dek dönemlerdeki işlevi bir şeyler vermek, anlatmak olan resim gibi... Öte yandan özgünlüğünü hiç mi hiç yitirmeden... ...Zira onun için resim yapmak, yaşamaya ve nefes almaya eş bir anlam taşıyordu. Zira her şey, ama her şey resimdir onun için; yaşadığımız kentlerden günlere dek, acılar, sevinçler, coşkular ve hüzünler... Bir sevdanın kırılmışlıkları, bir çocuğun gözyaşları, bir yeni yetmenin ilk heyecanlan... Resmine girmiş ne varsa, girmemişlerin de cümlesi vardır onun resimlerinde...“
(1) Ressam
(2) Serseri, berduş
(3) Ressamlık
Abdülkadir Günyaz
Sanatçılarla Anılar, Kaynak Yayınları. 2014, s. 21
Gerçek Edebiyat
YORUMLAR