Benim düşünceme göre Bukowski yola çıkış aşamasında kendini o şekilde tanımlamasa bile büyük ölçüde sol bir düşüncenin savunucusudur. Bunu da en iyi biçimde onun çalışma yaşamına ve genel olarak kapitalist düzene yönelttiği eleştirilerle karşılaştığımızda anlarız.

Solculuk bugün yerkabuğu tarafından örtülmüş magma gibi kalın bir imaj kabuğuyla örtülmüştür. Bir bakıma bu her kavram, her gerçeklik için geçerlidir. Bu yüzden bugün için bir şeyin imajı neyse gerçeği de odur demek yanlış olmaz. Bir gerçekliğin kendisi için mevcut imajının etkisinden kurtulması ve o biçimde kavranılması olanaksız derecede zordur. Bu solculuk için de böyledir.

Uzun yıllar solcu denildiğinde bu kişi için yurtsever, bilgili, bilinçli, yardımsever, dürüst, çalışkan, arkadaşlarını ispiyonlamayan, fedakâr vs. bir imajın akla geldiği ne kadar gerçekse, bu yıllar boyunca sol ile mücadele paralelinde Türkiye’de solculuğun imajı ile de uğraşıldığı, bu imajın yıkılması için büyük çabalar harcandığı da o kadar gerçektir. Dışarıdan yöneltilen bu etkiler kadar uzun yılların pratiğinin sonucu bir daha tartışılamaz, çıkartıp atılamaz biçimde solculuğun imaj kümesinde biriktirilenler de farklı bir imaj sorunu yaratmıştır. Bu, dönemsel olarak solculuk alanının olduğundan daha dar görünmesine neden olmuştur.

Yalçın Küçük, El Kitabı 1’de şunları söylüyor.

“Bana göre solcu, mahallenin iyi delikanlılarından birisidir. Bana göre solcunun solcu olabilmesi için, başlangıçta Marx, Engels ve Lenin okumasına gerek bulunmuyor; başlangıçta bir delikanlılık var.

Bunu şöyle özetliyorum: Eğer mahallenin kızı Ayşe’ye dört işe yaramaz kabadayı sarkıntılık yapıyorsa, bir delikanlı, tek başına da olsa buna müdahale ediyorsa, kavga ediyorsa, bu delikanlı solcudur. Bu delikanlıda solculuk mayası var demektir; başlangıcı burada görüyorum.

Bu, solculuğa bir hesapsız yaklaşımdır. Delikanlı Ayşe’nin namusunu kurtarmak için dört işe yaramaz kabadayıdan dayak yiyebilir; ben solculuğun başında böyle bir hesap veya akıllı davranma kaygısı görmüyorum. Yoktur.

Hesap adamlarının ve akıllıların hepsi fırsatçıdır. Yurt sevgisinde, sınıf bağlılığında, hesap görmüyorum.

Solcu aydın, serseri aydın ile hesapsız delikanlının birleşimidir.” (s.296

Bu satırlar söylemek istediğimi çok daha iyi bir biçimde ortaya koymaktadır. Solculuğun bir bilinçlilik durumu olmadan önce bir saflık, bir hesapsızlık ve haksızlığa karşı çıkmak tavrı olduğunu açıklıyor. Bir solcu belki de çocukluğundan başlayarak belli bir duygusal, sezgisel bir anlayışla, iyiden, haklıdan yana olmak gibi bir kişilik geliştiriyor ve bunun toplumsal boyutu çok daha sonra ortaya çıkabiliyor. Ama başlangıçta Yalçın Küçük’ün belirttiği gibi bir saflık ve kendiliğindenlik var

Bukowski’nin tavrının da işte bu çerçevede, solculuğa çok yakın motifler içeriyor olduğunu söylememiz yadırgatıcı sayılmamalıdır. Özellikle çocukluk ve gençlik yıllarını anlattığı romanı Ekmek Arası’nda, büyük çocukların küçükleri hiç neden yokken dövmelerine tanık olurken belki de ilk kez bu haksızlığın farkına varmış olur. “Ve dövüş hiçbir zaman adil değildi”(1/19) derken küçük bir isyan duygusunun da tohumları atılmış olur. “Diğer çocuklar kazananla beraber eve yürürlerdi.” dedikten sonra “...tek başıma eve dönerdim.” demesi bu durumu benimsemediğini ve böyle bir dengesizliğe karşı olduğunu sergilemesi açısından bir ipucu sayılabilir. Bukowski’nin kişilik özelliklerinden en azından bir bölümünü yukarıda Yalçın Küçük’ün genişlettiği bir çerçeve içinde düşünebiliriz. Bunun ipuçlarını Ekmek Arası romanından şu küçük olayda bulabiliriz

“Baktım. Örümcek çalının dallarına ağını örmüş, bir sinek de ağa yakalanmıştı. Örümcek çok heyecanlıydı. Kurtulmaya çabalayan sinek bütün ağı titretiyordu. Örümcek, sineğin kanatlarını ve bedenini ağıyla giderek sararken sinek çılgınca ve çaresiz bir şekilde vızıldıyordu. Örümcek vızıldıyan sineğin etrafında dolanarak ağını örüyor, sineği tamamen bağlıyordu. Örümcek çok iri ve çirkindi.

'Hamlesini yapmak üzere!' diye bağırdı Chuck. 'Geçirecek dişlerini!'

Çocukların arasına dalıp bir tekmeyle ağı bozdum.” (s.65)

Burada çok açık bir biçimde güçsüzün güçlü tarafından ezilmesine sessiz kalamayan, tahammül edemeyen bir Bukowski vardır. Bu hareketiyle üç arkadaşını birden karşısına alacağını bile bile yine de bu sadist gösteriye izin vermez. Bu tavır bütün o içki ve kadın düşkünlüğü ve ağzı bozukluk altında gizlenen ya da görülmesi tercih edilmeyen, Bukowski’nin bütün yapıtlarında değişik biçimlerde varlığını hissedebileceğimiz bir tavırdır. Aynı biçimde başka bir olayda da yine çocuk Bukowski benzer bir manzarayla karşılaşır:

“Küçük, beyaz bir kedi vardı duvarın köşesinde. Duvara tırmanamıyor, hiçbir yere gidemiyordu, kıstırılmıştı. Kamburunu çıkarmıştı, tıslıyordu, pençeleri hazır. Ama çok küçüktü ve Chuck’ın buldog köpeği Barney hırlayarak kediye yaklaşıyor, mesafeyi daraltıyordu.” (s.66)

Bu da Bukowski’nin kabul edemeyeceği “adaletsiz” kavgalardan biridir. Yine arkadaş grubundan dışlanmayı ve belki de onlardan dayak yemeyi göze alarak bu oyuna da karşı çıkar:

“Kediyi kapıp kaçmayı düşündüm ama cesaret edemedim. Köpeğin bana saldıracağından korkuyordum. Yapmam gerekeni yapma cesaretinden yoksun olduğumu bilmek çok kötü bir duyguydu. Midem bulanmaya başlamıştı. Zayıftım. Engellemek istiyor ama nasıl yapacağımı bilemiyordum.”(s.67)

Bu duygular, haksızlıklar karşısında ileriye atılmak isterken kendisiyle kısa süreli bir hesaplaşma yaşayan, bir savaşta bir arkadaşına yardım etmek isterken tereddüt geçiren, bir politik harekete girerken ya da bir gösteriye katılırken “götürülme”, “işkence görme”, “öldürülme” korkularıyla yüz yüze gelen, inandığı yolda bir yazıyı yazarken mahkum olma riskini duyan insanların soğuk hesaplarından farklı sayılamaz. Bu deneyde Bukowski bir şeyler yapmak, bu acımasız ve haksız gösteriye engel olmak isteyen ve bu yüzden çoğunluğun eğlencesini bozan bir aykırıyı temsil etmektedir. Bu sefer içi içini yiyerek ortamdan uzaklaşsa da hissettiklerinin bu sadist gösteriyi düzenleyenlerden farklı olduğunu anlamamız zor değildir. Bukowski de zaten aynı kitabın bir yerinde şöyle der: “Çocukluğumdan beri bende bir tuhaflık olduğunu biliyordum.” (s.215)

Bütün bunlar Bukowski’de en başından solculuğun ya da muhalifliğin ham hali diyebileceğimiz bir tavrın varlığını ortaya koymaktadır. Burada asıl söylemek istediğim, Bukowski’nin bütünüyle solcu olduğu değildir. Ancak kişiliğinin bir yönüyle solcu bir refleksinin olduğuna da gözlerimizi kapatmamız gerekmektedir. Bu durum, solculuğun bugünkü kısıtlı imaj dünyamızda biçimlendiğinin ötesinde gerçeklik kazanacağı yeni alanların da var olabileceği görmemizde bize yardımcı olabilir. Bir başka deyişle amacım solculuğun alanını hak ettiğince genişletmek ve onu bugüne kadar gizli kalmış insanca tavır örnekleriyle, bu arada Bukowski’nin bir kısım düşünce ve eylemiyle daha da zenginleştirmektir. (...)

(Bukowski'nin Kavgası ve Satır Arasındaki Solculuğu, Ali Ulvi Özdemir, Alter yayınlara, Ankara, s. 76) 

Ali Ulvi Özdemir
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)