Bir Kitap Bağımlısının Notları - 11 / Ali Ulvi Özdemir
128- Mustafa Armağan, amatör bir tarihçi iddiasıyla başladığı yakın tarihi irdelemek ve genel olarak yakın tarihte "Kemalizm" adına yapıldığını iddia ettiği uygulamaların itibarını düşürme çabasının en son evresinde, artık bilimsellik iddiasını bir tarafa atmış gözüküyor. Meydanın boş ve “kendin çal kendin oyna” türündeki tarih kokulu oyunda kendi görüşünden olanların varlığının yeterli olduğuna inanmış olmalı ki, artık bilimsel çabanın temel parçası olan şüphe duyma, değer yargılarına yaslanmama, sadece elde edilen gerçeği gösterme, kanıtlama gibi kaygılardan tamamen sıyrılmış durumda. Bu açıdan artık amatör bir tarihçi olmaktan çıkarak, tarihi bir araç olarak kullanıp, İslamcı ve Amerikancı, “Yeni Osmanlıcılık” soslu, tamamen İsrail’in politikalarına hizmet eden yeni ve maalesef faşist bir devlet(si) düzeninin kurulması çabasına bilerek ya da bilmeyerek hizmet etme durumuna düşmüş, üstelik iktidardan, güçten yana olarak, daha da kötüsü bu gücü arkasına alarak, aydın olma çerçevesinin en asgari gereklerini ihlal etmekten çekinmeyen bir politikacı kimliği kuşanmış durumda. Birkaç kişinin anılarından seçilerek alınmış parçalara dayanarak buradan büyük tarihsel keşifler çıkartmaya meraklı, bilimsel olmayan çabalarının ve zorlamalarının en son örneği olan (adını anmak istemediğim) son kitabı bu açıdan en bilimsellikten uzak kitap. Örneğin Balkan Savaşları’nın sonucunda ortaya çıkan bozgunu ordu içindeki politik çekişmelere bağlayıp sonra şöyle bir sonuç çıkartıyor: “Komutanların ‘askerlikten gayrı şeyler’le uğraşmalarının önünü yüz yıldır alamıyoruz gördüğünüz gibi!” Lafa bak hizaya gel. Sadece Balkan Savaşları’nın sonuçlarından çıkarılan genellemeye bak. O yüzyılın içinde Milli Mücadeleden Kıbrıs Barış Harekatı’na, oradan AB, ABD ve İsrail’in desteğini almış Teröre karşı verilen başarılı mücadeleye, Türkiye’nin öz savunma gücünü oluşturmak, için geliştirilen savunma politikalarına doğru uzanan, faşist darbelerle kesintiye uğrasa da demokrasiye dönme geleneğiyle, gövdesinin büyük kesimiyle bağımsızlıkçı ve Atatürkçü şerefli bir çizgi var. (Vardı.) Zaten bilimsel olmayan tarihi bakışı en başta dönemsellik ilkesine riayet etmemekle anlayabilirsiniz. Bu ekolden olanlara göre yüz yıllık “geçici” ve hatalı bir dönem olabildiği gibi, altı yüzyıllık kesintisiz muhteşem bir dönem de olabilir. Böyle, özellikle yakın tarihte bu kadar uzun süreleri toptan ele almak bilimsel olamamak bir tarafa komik duruma düşmek demek. Mustafa Erdoğan’ın son kitabında yazılanlar da bu açıdan bir politika broşüründen öteye geçemez. Balkan Savaşları’nın kaybında orduya politikanın bulaşması klişeden ibarettir. Bu ancak tali bir nedendir. Asıl neden 2. Abdülhamit döneminde ordunun kurmay sınıf olarak çökmüş olması, savaşa hazır subay kadronun bulunamamasıdır. Yoktu. (Subaysızlık ancak Milli Mücadele döneminde Sakarya Savaşı sırasında ancak bir ölçüde giderilebilmiştir.) Ve kısa sürede de yeni kadroları bilinçlendirip, yetiştirip öne sürmek olanaksızdı. Denilebilir ki Türk ordusu Birinci Dünya Savaşı içinde savaşa savaşa savaşmayı öğrendi ve bu durum Milli Mücadeleye yansıdı. Birinci Dünya Savaşı’nın başında bile Türk ordusu Balkan Savaşları’ndaki durumuna çok benzerdir. Bunun yanı sıra diğer önemli neden Osmanlı’nın Balkanlar’da uyanan milliyetçilik akımları karşısında oraları haritaya bakıp kendi toprağı sanma yanılması içinde olması, gereksiz asker terhisleri ve düşmanın silahlanması karşısında hiçbir şey yapmamasıdır. Biz Balkanlarda kendi vatanımızı kaybetmedik. Çok acı ama gerçek bu. Yönetiyor gibi yaptığımız, aidiyet duygusu açısından çoktan bizden uzaklaşmış kitleleri harita üzerinde kendi tebamız, bu yerleri de kendimiz sandık. Sonra da gerçekler bizi hayalden uyandırdı. Sadece Batı Trakya’yı kaybetmemize gerçek bir kayıp olarak bakabiliriz. Bu süreçte aslında fiilen olanın adı kondu. Yani zaten bizden uzaklaşmış, milliyetçilik fikrinin peşinden bizden kopmuş yerler resmen başka ülkelerin toprakları oldu. Ve bu süreç beklenenden hızlı oldu. Bu konuda da özellikle Şevket Süreyya Aydemir’in Suyu Arayan Adam adlı anı kitabını öneririm. Kabuk devlet, sınırlarının genişliği ile övünür. Oysa gerçek haritada değil, aidiyettedir. (Bu şimdi de böyledir.) Balkan Savaşları’nı safha safha değerlendirmek için ise Fevzi Çakmak’ın yakın zamanda İş Bankası Yayınları arasından çıkmış Batı Rumeliyi Nasıl Kaybettik adlı kitabını öneririm. Bu yapıtta basit, bilimdışı kilişeler yerine doyurucu teknik/askeri çözümlemeleri en ince detaya kadar bulmak mümkün. Bu da yetmezse ilgilenenler Mahmut Muhtar Paşa’nın Örgün Yayınevi’nden çıkmış Rumeliyi Nasıl Kaybettik adlı Balkan Savaşları’nın sonuçları açısından son derece önemli tespitler yapan kitabını okuyabilir. Özellikle bu kitabın 190 ile 219. sayfalar rasındaki değerlendirme kısmı gerçek nedenleri bize söylüyor. Yoksa Mustafa Armağan’ın yaptığı gibi 4,5 sayfada yüz yıllık bir sonuca varmak komiklikten ve herkesi aptal yerine koymaktan başka bir şey değil. İttihatçıları şuçlayacak ya, tarihi eğip bükmek için ne yapacağını bilemiyor sayın Armağan. Lozan ile söyledikleri de gerçeğin çarpıtılmasının örneği. Bu konuda da uzun bir yazı yazmak mümkün. En basitinden Seha Meray Hoca’nın Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanmış Lozan Tutanakları’nı acaba okumuş mu? Alıntı yapmadığına göre hayır. Ama Lozan ile ilgili olarak hayali teorilerini sanki gerçekmiş gibi sunmaktan çekinmiyor. Çok yazık. En azından Lozan başarısızlıksa başarı ne olmalıydı, buna da bir yanıt vermek gerekmiyor mu? Yoksa yeniden Viyana’ya kadar olan toprakları geri almayı mı başarı sayacağız? Bu konuda konuşmaya gelince sus pus… Bir de Halifelik kurumu var. Pazarlık sonucu kaldırılmış vs. vs… Çok değerli bir kurum olsaydı, biz kaldırdıktan sonra başka bir Müslüman kavim alsaydı, sahiplenseydi, tesis etseydi o zaman. Neden bizim kaldırdığımızı kimse almadı? Halifelik Türklere özgü bir kurum mu? Çok işe yarar olsaydı bu güne kadar bir Müslüman kavim, örneğin bizim de kılıç zoruyla kendilerinden aldığımız Arap memleketleri alırlar, birini Halife seçerlerdi. Neden seçmediler? Engel ne? Ancak niyet bağcıyı dövmek, Kemalistlerin itibarını kırmak olunca bilimsel sorgulamayı dert etmek gereksiz. Ama Artık Mustafa Armağan’ın kitaplarını okumaya ve değerlendirmeye, iddialarını ciddiye almaya son vermiş bulunuyorum. Fethi Naci, Orhan Pamuk için bir zamanlar “Ne yazsa ilgiyle okunur” gibi, genel çizisine, karakterinin bir parçası olan cesurca düşündüğünü söyleme özelliğine ters bir söz etmişti. Mustafa Armağan için söyleyeceğim şu: Artık ne yazsa okunmaya değmez. Magazin tarihçisi için bu kadar yazmam bile hata. Zaten sağdan çok nadiren bilim adamı ve sanatçı çıkar. Bunlardan biri de Prof. Dr. Ali Birinci. Ne yazsa okunmaya değer. Alternatifimiz çoktur yani. 129- Bir ülkede Kültür ve Turizm Bakanlığı niçin vardır? Turizm boyutunu bir kenara koyarsak, o ülkede yaşayan insanların kültür birikimlerini korumak, bu birikimi geliştirmek ve bunun için her türlü önlemi almak Kültür Bakanlığı’nın görevleri arasında değil midir? Öyleyse bu bakanlık, o ülkedeki insanların daha birikimli, kendi kültürüne yabancılaşmamış ya da uzak kalmamış bireyler olması için de çaba göstermek zorundadır. Bunun en temel parçaları da bu amaçla yayın yapmak olmalıdır. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın resmi internet sitesinde görevleri şöyle sıralanmış: “a) Millî, manevî, tarihî, kültürel ve turistik değerleri araştırmak, geliştirmek, korumak, yaşatmak, değerlendirmek, yaymak, tanıtmak, benimsetmek ve bu suretle millî bütünlüğün güçlenmesine ve ekonomik gelişmeye katkıda bulunmak, b) Kültür ve turizm konuları ile ilgili kamu kurum ve kuruluşlarını yönlendirmek, bu kuruluşlarla işbirliğinde bulunmak, yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları ve özel sektör ile iletişimi geliştirmek ve işbirliği yapmak, c) Tarihî ve kültürel varlıkları korumak, d) Turizmi, millî ekonominin verimli bir sektörü haline getirmek için yurdun turizme elverişli bütün imkânlarını değerlendirmek, geliştirmek ve pazarlamak, e) Kültür ve turizm alanlarında her türlü yatırım, iletişim ve gelişim potansiyelini yönlendirmek, f) Kültür ve turizm yatırımları ile ilgili taşınmazları temin etmek, gerektiğinde kamulaştırmak, bunların etüt, proje ve inşaatını yapmak, yaptırmak, g) Türkiye'nin turistik varlıklarını her alanda tanıtıcı faaliyetler ile her türlü imkân ve araçlardan faydalanarak kültür ve turizmle ilgili tanıtma hizmetlerini yürütmek, h) Kanunlarla verilen diğer görevleri yapmak.” Bu sayılan görevler içinde bu zamana kadar Kültür Bakanlığı (doğrusu Kültür ve Turizm Bakanlığı aslında, ama bu bakanlığın adı geçmişte birkaç kez değişiklik geçirdiği için kısaca Kültür Bakanlığı demeyi tercih ediyorum.) yayıncılık alanında da faaliyet göstermiş ve pek çok kitap yayınlamıştı. Halen de kitap yayınlama işini sürdürüyor. Gelgelelim Kültür Bakanlığı’nın yayınladığı kitapları fiyatlandırma politikası bir tuhaf. Kendi eserlerini satışa sunduğu mağazalarında bulabileceğimiz kitaplarından örneğin, Fethi Naci kitabının fiyatı 8 TL iken, hemen hemen aynı boyutlardaki Attila İlhan kitabı 24 TL. Ancak yine aynı boyut ve kalınlıktaki Orhan Kemal kitabı 45 TL! Saydığımız bu kitapların fiyatları arasındaki bu fark nereden geliyor diye sormadan önce bu ülkede kaç kişi bir kitaba 45 TL verebiliyor diye sormak gerekiyor. Kültür Bakanlığı yayınlarını bir kitaba 45 TL verebilecek kişiler için yayın yapıyorsa, misyon olarak belirlediği ve ilan ettiği unsurlar arasında “bilgiye erişimi kolaylaştırmak” amacını nasıl sağlamış olacak? Yeterince okumayan bir toplumda en azından bir devlet kurumu fiyatları nasıl bu kadar yüksek tutabiliyor? Bu kitaplar kimin için yayınlanıyor? Üst düzey bürokratlara, iş adamlarına protokol kitapları yayınlamak mı, halka kaliteli kitapları ucuz fiyatlarla ulaştırmak mı Kültür Bakanlığı’nın görevidir? Kültür Bakanlığı bedava kitap dağıtsın demiyorum ama bu ülkede kitap okuyanların başında akademisyenler, öğretmenler ve öğrenciler gelir. Bu saydıklarımızın geliri nedir ki 45 TL’yi bir kitaba gözü kapalı verebilsin. Maalesef Kültür Bakanlığı İş Bankası’nın, Yapı Kredi Yayınları’nın yaptığını yapamıyor. Orhan Kemal kitabı sadece bir örnek. Merak eden Kültür Bakanlığı’nın satış mağazalarından birine gidip prestij nitelikli diğer kitaplarının fiyatına baksın ve sonra sorsun Kültür Bakanlığı kimin bakanlığı ve kim için kitap yayınlıyor? Bir diğer konu da şu: Kültür Bakanlığı kitaplarını en azından kitap fuarlarında indirimli olarak alabiliyorduk. Ancak kitap yayınlamayı da misyonunun bir parçası olarak belirleyen ve güzel de kitaplar yayınlayan Kültür Bakanlığı, Türk Tarih Kurumu gibi en son Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenlenen 7. Ankara Kitap Fuarı’na katılmadı. Oysa iki kurum da en son Kocatepe Cami’inde düzenlenen Dini Yayınlar Fuarına katılıp gelen kitap severlere yüksek oranda indirim uygulamışlardı. Yani dini yayınlarla ilgilenen (dini bütün) okuyuculara indirim var, normal kitap okuyucularına indirim yok. Bu da “bilgiye erişimi kolaylaştırmak” misyonunu gerçekleştirmek oluyor! Kültür Bakanlığı kendi görevlerine ve misyonuna sadık kalmak istiyorsa yayınladığı kitapları kitap okumak isteyen ama bütçesi buna uygun olmayan dar gelirli insanları da düşünmek ve buna göre bir fiyatlandırma politikası uygulamak zorunda. Pahalı prestij kitaplar da yayınlamak istiyorsa yayınlasın ama ucuz ve kaliteli kitaplar da yayınlayabilir. Prof. Ali Birinci zamanındaki Türk Tarih Kurumu’nun yayın politikası bu açıdan örnek alınabilir. İndirimli fiyat politikası da aynı tuhaflıktan payını almış durumda. Bakanlığın Müze Kart’ını alanlara indirim var, almayanlara yok. İndirim de %35. Ben önce Müze Kart alacaksam, bunun için para ödeyeceksem indirim neye yarayacak? Öğrenci, öğretmen ve akademisyen için de indirim yok. Asgari ücretle çalışan bir babanın üniversitede okuyan öğrenci de fabrikatör de aynı fiyatı ödeyecek. Bunun adı da “bilgiye erişimi kolaylaştırmak” olacak. Gülsek mi ağlasak mı bilemiyorum. Selçuk Altun’un Cumhuriyet Kitap ekinde yıllardır sürdürdüğü “Kitap İçin” başlıklı yazılarının 2377. maddesinde eski Kültür Bakanı için söylediklerine katılıyorum bu arada. Ertuğrul Günay gelmiş geçmiş en kötü Kültür Bakanı’dır. Ömer Çelik ise sanki yeni Dışişleri Bakanı olmak için bir staj görsün diye önce Kültür Bakanlığı’na getirilmiş gibi duruyor. Yeni bakan Ömer Çelik’in yıllar önce, bir gazete köşe yazarıyken yazdığı “Yoksulluk” üzerine bir yazısını hala hatırlıyorum. En azından yeni bakan yoksulluğun ne olduğunu akademik anlamda da bilen bir kişi olarak yeni bir yayın politikası uygulamak zorunda. Hem kendi geçmiş söylemleriyle hem de yönettiği bakanlığın görev ve misyonuyla çelişkiye düşmemek için. 130- Açıkça söylemem gerekirse Bir Kitap Bağımlısının Notları’nı yazmamda bana ilham kaynağı olan Selçuk Altun’dur. Onun kitapları sevmesini ve onlardan söz etmesini seviyorum. Her ay "Kitap İçin" başlığı ile Cumhuriyet Kitap Eki’nde yazdığı yazıların 3. cildi de Sel Yayıncılık’tan Mayıs ayında çıktı. Dergide yayınlanırken okuduğum bu yazıları kitap haline gelince bir kez daha okuyorum ve aynı zevki alıyorum. Kitabın önsözünde “Daha kaç madde ben de bilmiyorum ama yazılarımdan yeni bir kitap kotarmayacağımı galiba biliyorum” diye byazarak beni üzdü. Umarım hep yazar. Böyle eserlerin 10 cilt olması gerekir bence! Ciddiyim. Böyle olunca 10. kitaptan sonra başa dönüp ilk cildi yeni bir kitap gibi okuma şansımız artar. 131- 10 ciltlik eserler dizisi olarak aklıma önce Yalçın Küçük Hoca’nın Türkiye Üzerine Tezler ve Aydın Üzerine Tezler dizisi gelir. Bunun dışında Yusuf Hikmet Bayur’un dev eseri Türk İnkılap Tarihi de (Türk Tarih Kurumu Yayınları) 10 cilttir. Çocukluğumuzun bitmesini istemediğimiz büyük eseri Michel Zevako’nun Pardayanlar serisi de 10 ciltti. Buna karşılık Şevket Süreyya Aydemir’in üçer ciltlik dev eserleri Tek Adam, İkinci Adam ve Enver Paşa, toplamda 9 cilt oluşturuyor. Burada haksızlık etmeyelim, 3 kişi ile 10 cilt oluşturmak olanaksız. Yine Hasan İzzettin Dinamo’nun büyük eseri, Tekin Yayınevi tarafından basılmış Kutsal İsyan 5, Kutsal Barış ise 4 cilt ile toplamda 9 cilt oluşturuyor. Ayrıca Seha Meray’ın Yapı Kredi Yayınları arasında çıkmış Lozan Tutanakları ile Cem Yayınları’nca yeniden baskısı yapılan Çehov’un bütün eserleri de toplamda 8 cilt yapıyor. Marcel Proust’un dev eseri Kayıp Zamanın İzinde ise 7 ciltten oluşuyor. Benim kitaplığımdan bulabildiğim eserler bunlar. İnsan bazen böyle dev eserlerin başına oturup bitimsiz bir dünyanın içinde gireceği uzun soluklu bir okuma maratonu gerçekleştirmek istiyor. Proust’tan başlamayı düşünüyorum. 132- Vladimir Nabokov’un Rus Edebiyatı Dersleri adlı kitabı yakın zaman önce İletişim Yayınları arasından çıkmıştı. Ama bu kitap yıllar önce çıkmış ve kütüphanemden çalınmış, Ada Yayınları arasından çıkmış Edebiyat Dersleri’nin Rus edebiyatçıları dışındaki yazaların eserlerine ait değerlendirmeleri kapsamıyordu. Geçenlerde Ankara’da eski kitap satan kitapçıların bulunduğu ünlü Adil Han’da ilginç bir olay yaşadım. En alt katta çuval içinde kitaplar gördüm. Yeni geldikleri anlaşılıyordu. “Bakabilir miyim” dedim oradaki dükkan sahibine. “Tabii” dedi ve hatta bir de alçak bir iskemle uzattı. Eski, tozlu kitapları bir bir elden geçirirken inanılmaz bir mutluluk duyuyordum. Birden onu gördüm: Yıllardıır aradığım kitap, Edebiyat Dersleri, beyaz kapağıyla gelinlik giymiş genç bir kız gibi bütün saflığıyla karşımdaydı. Belki bir gün gecikseydim kaçıracağım bir kitaptı. Kitabı satın aldım. Kafka ile ilgili bölümlerini yeniden okuyacağımı düşünmek bile mutluluğumu artırıyordu. 134- Taksim Gezi Parkı eylemleriyle başlayan gelişmeler önümüzdeki günlerde çokça konuşulacak ve bu konuda bir çok analiz ve araştırma yazısı yayınlanacak. Şimdilik söylemek istediğim şu: Tarihi bir olay olduğu çok açık. Belli bir aydın ve yazar takımının bütünüyle silinip gideceğini, yeni bir Türkiye’nin yeni aydınlar, yeni bilim adamları, yeni siyasetçiler ve yeni yüzlerle kurulacağını düşünüyorum. Türkiye’de siyaset kurumu çoktandır tek figürlü bir oyuna dönüşmüştü. Bütün diğer kurum ve kişiler uzun süredir bir “demokrasi” tiyatrosunun figüranları pozisyonundaydı. Siyasetin boşluk kaldırmayacağı bir kez daha ortaya çıktı. Ancak net bir yargı için erken. Sosyal gelişmeler bazen çok ters yönde siyasi formatlara bürünebilir. Bu kuralı da unutmadan gelişmeleri izlemeliyiz. .Bu konuyu aydınlatacak kuramsal kitapları ise çok zor bulabileceğimizi düşünüyorum. Çünkü olaylar çok farklı ve henüz biçimlenmesini tamamlamadı. Asıl bundan sonra bu olayların kitaplarını yazma aşaması başlayacak. Ama “Jön Türk” deyimini dünya siyasetine armağan ettiğimiz gibi “Türk Çapulcu” deyimini (ya da daha uygun bir kavramsal çerçeveyi) de şimdiden siyaset bilimine armağan ettiğimizi düşünüyorum. Bir kitap bağımlısının yeni notlarında görüşmek üzere. (Haziran 2013) Ali Ulvi Özdemir Gerçekedebiyat.com
133- Sel Yayıcılık, Reiner Stach’ın Kafka Biyografisini 2 cilt olarak yayınladı: Karar Yılları ve Kavrama Yılları. Türkçeye Sezer Duru çevirmiş. İlk cildini doğum günü hediyesi olarak eşim hediye etti. 2. cildi de kendim aldım. Göz atabildiğim kadarıyle muhteşem bir eser. En kısa zamanda okunacak kitaplar arasına alınmalı.
YORUMLAR