Dengeyi arayan sevgi mi acaba? Yaşamın özü, diyelim ki denge. Peki, ama DENGE nerede? Nasıl sağlanır bu DENGE? Kime göre eşit olacak terazilerin kefesi? Ona, sana, bana… Her şeyde bu böyle değil mi? Ya vazgeç ya kabullen. Siyah ya da beyaz, griyi keşfediş... Ortayı bulmak; duyguları harekete geçirmek… ‘ben’ işte şu ‘ben’ olmasa… Belki daha kolay ama sanırım bu da doğaya aykırı. Oysa DENGE doğada… Ama çözülmemiş ve çözülesi kolay değil üstelik bence de…

Bence haklısın.

 Başından teslim olmuşum yaşadıklarımıza. Kozamı yırtıp bir kelebek olmak cesareti yok bende. Bakma öyle yaşama, dirence ve tutkuya dair dediğime. Hep kaderci olmuşum. Katlanmışım istemediklerimi yaşamaya… Özetle, her şeye...

 Niçin mi?

  Fazla geriye gitmeme gerek yok, düşündüğümde kendimle ilgili bazı ayrıntıları, daha iyi anlıyorum dediklerini. Örneğin, bu meslek seçti beni. Ben seçmedim. Bu yüzden istifa edeceğim dedim hep. Sözde kaldı bu. İstemediğim mesleğin tam erbabı oldum. Mesleğimin devasa çarkında öyle bir diş oldum ki o beni kusmadan benim ondan kurtulacağım yok ya da kopmam olanaksız. Daha söylenecek çok şey var, şimdilik bana kalsın.

 Hep kendi içimde dünyalar yarattım. O dünyalarda kendime gerekçeler buldum. Mutlu olduğumu sandım. İnan, yanılmışım. Bir musluktan yüzünü yıkamak için avuçlarına akan su gibi geçmiş günlerim. Kendime ait anılarım olmamış. Başkalarının mutluluğu için yaşamışım. Yaşatmaya çalışmışım benimle aynı havayı solumak zorunda olanları.

Kendim olmaktan uzaklaşmışım.

Maskelerle dolaşmışım yalnızlığı unutturamayan kalabalık içinde. Ve sanki hiç ayna yokmuş gibi görememişim yüzümdeki maskeleri.

Derken ayna olmuşsun bana; sende kendimi görmüşüm. İrkilmişim sende gördüğüm kendimden. Maskelerimden, boşa giden günlerimden hem korkmuşum, hem etkilenmişim. Çünkü bana, ben olmam gerektiğini gösterdi yüzünün aynası.

Bir çırpıda olmuş sanki her şey.

Masalın kurbağası prens olmuş gibi.

Sıyrılmışım maskelerimden ve de taşımak zorunda olduğum sıfatlardan. Kral çıplak diyen masal çocuğu olmuştun sen. Kendimi o hâlde görmüşüm.

Ve sözcüklerinden bir giysi örmüşüm kendime.

Artık kendim olduğumu düşünmeye başlamıştım ki…

Evet, kendim olmaya başlamıştım ki…

Bir başkasının rüyası olduğumuzu anımsadım ve o an öyle bir kahroldum ki... O biri uyandı ve biz bittik. Yani bir uzun rüya olmadı görüşmelerimiz varlığımızla birbirimizi çoğalmamız.

 Ne diyebilirim ki.

Sonra duygularımı kendim için kâğıda dökmeye başladığımı, böylece kendimi kandırdığımı anımsadım. Sanal bir mutluluğun kollarında gerçek uykuya yatmadığımı bildim. O müthiş oyunda tek silahım kalemimdi.

Kalemi düşün… Kimi hesabını tutar müşterilerinin, kimi mahkûm etmek için kullanır, kimi de göz çıkarmak için... Kendimi, ümitlerimi ve arayışlarımı dillendirmek için kullanırım. Evet, o müthiş oyunda kalemimle her şey olurum.

Böylece avuttum kendimi.

Sözcüklerle seni yaratmaya çalıştım. Gülüşünü, bakışını ve şakıyışını… Hiçbiri sana dair olamadı. Üzüldüm. Kandırdım belki de kendimi.

Ne zaman ki seni tanıdım. İnan kalemşor olduğumdan, onca yazmışlığımdan, birikimliliği taşımaktan utandım. Olmayan geçmişe dönüp baktığımda da hayatın bende hiç olmadığından emin olduğum bir boyutunu gördüm; sende de... İmrendim ve kıskandım seni.

 Çünkü ben sende, senin beni sevme ihtimalini sevdim.

 Ben, senle aynı yere, aynı sebeple yolculuk yapabileceğimiz duygusunu yaşadım.

 Ben, yan yana aynı yöne bakma, hiç bitmeyecek bir sohbete başlama sevdasını yakaladım.

  Dedim ya hayatın benim için bilinmeyen belki de çoktan unuttuğum güzelliklerini tanımaya, öğrenmeye, keşfetmeye yeniden ilk adımı attığımı düşündüğüm anda, ta başında söylediğim gibi, sanki rüyaymış da bu rüyadan uyanmışım gibi kaybettim sanki.

  Biz bir başkasının rüyasıyız ve o biri uyandı ve bu güzel rüya da bitti (mi?) Oysa yalnızca… Gerisini sen düşün, benim için S ile başlayan sıfatlardan olmayı bırak bir kenara hayatım ve de canım bile olamayacağını söyleyen can kuşum. Sensiz zamanın hesabını tutmuyorum ki.

  Oturmuşum karınlığına salonun. Sokak lambalarının ışıkları sızıyor salona. Loş bir ortamda uzanmışım sırtüstü üçlü koltuğa.

  Loreena Mc Kennitta wintergarden’ini dinliyorum. Gözlerimin önünde içtenli bakışın ve yüzün.

  Ayakları üstünde duran, kendi olabilen, iç hesaplarında matematikçileri bile kıskandırdığını düşündüğüm can, bilince, birikime sahip yoldaş, vazgeçilmez rüyamsın. Bunu bil hayata ve geleceğe tutun. Bence kendine haksızlık yapma. Birden fazlaya hiç bölünme. İnan dağılırsın, çocukluğumda avucumdan yere düşüp tuzla buz olan bilyelerim gibi. ‘…Sorumluyum…’ dediklerin kendi hayatlarını yaşayacak. Bugün yaşadıkları gibi bizim yüzümüzden dağıldı, toplanmasına yardım edelim demeyecek. Yakın canın olanlara inanma, aldırma. Yaşayacağın günleri sigaranın dumanı gibi savurma.

  Yaşamsal güzellikler sende başlar ve biter.

  Bana söylediklerin bende kalsın.

  Ben bile önemli olmamalıyım.

  Ayağımın çiçekten ne çok prangası var biliyorsun.

  Beynimin özgür olması da yetmiyor bana çoğu zaman.

  Alıp başımı gitmek istiyorum. Olmuyor. İki kuru göl gibi bana bakan küçük gözlerden kurtulamıyorum bir türlü. Belki de biz, bu anlamda ikiziz. Bunun için bir kez daha diyorum ki: Çevreni sarmaşık gibi kuşatanları ve onların dillerinden uzayıp seni sarmalayan sözcük ipleri, sözcük dikenleri kökünden kopar, at. Kendi kararlarını verebilen biri olarak kal. Unutma sen böylesin. DENGE de böyle kurulur. Varsın; sende beni sevme ihtimalini yaşamayım.

  Varsın senle düşünsel, sözsel yolculuklara çıkmayım.

  Yalnız bileyim, kalbim kadar bana yakın, ama Kafdağı kadar uzak birinin yaşadığını, güldüğünü, gülen, parıltılı gözleriyle yaşama tutunduğunu, yaşama çelikten bağlarla bağlandığını bileyim.

Yaşamak istemek, istediğince ben de varım, buradayım demek feda etmeden, yüreğince bir dil bulmak, çözülmek ağır basar yaşamdan, soluktan, “ben”den vazgeçmek daha kolay gelir insana bence…

Bu sözlerin yaratıcısıyla aynı dili konuşmak, aynı havayı solumak ve düşsel olarak aynı güzelliklere yolculuk yapmak nasıl bir duygudur ve nasıl bir güzelliktir bilmek ister misin? Kaldır gülen gözlerini dışarı bak bir gün.

  Gökyüzünde kanıksadığın takvimlere benzemeyen bir takvim göreceksin. Yapraklarının gizli bir el tarafından durmadan yolunduğunu göreceksin, sakın şaşırma. Bu hepimizin ömür günlerinin takvimidir. Durdurmak olası değil yapraklarının yolunmasını. Çünkü biz canlılar ölüme doğarız. Ölüme büyürüz. Bir şeyler yapıyorsak eğer, öldükten sonra da yaptıklarımızla sonsuza ve bir daha ölmemek üzere doğarız belki. Sonra, içimizdeki teraziyi de göreceksin bu takvimin yanında. Yine görünmez bir el onu havada tutuyormuş gibi, asılıdır orada. Kendine ve başkalarına dair düşüncelerini koy kefelerine bu terazinin. Hangisi hafifse, sen ağır olandan yana taraf ol. Hatta hem her şeyimsin benim hem de hiçbir şeyimsin demiştim bir keresinde, anımsadın mı? Her şeyimsini bir kefeye, hiçbir şeyimsini öteki kefesine koy ve tartmasını bekle. Ondan sonra da elinin birini kalbinin üstünde tut, gözlerini yum, kararını ver:

Söz kuşlarımız birer kafese dönüşen ağızlarımızdan çıkıp özgürce kanat çırpsınlar mı martılarla iç içe, yoksa kafeslerinde kalıp üzüntülerini şakısınlar mı bize…

Mc Kennitt sustu.

  İçimdeki kalem bu düşüncelerimi, içimin sayfalarına yazdı.

  Yüreğim kanıyor, tenim yanıyor, olmasaydı senle sonumuz böyle… der miyim, demez miyim, işte bendeki DENGE de bu. Tıpkı bir tahterevalli gibi bu iki uç düşünce içimde bir inip bir kalkıyor. Gözlüyorum yalnızca daha bu yüzden şu ağır basıyor diyemiyorum.

  Yalnız şunu biliyorum ki ak aşklar kenti rüyasız ve sensiz çekilmiyor…

Tacim Çiçek
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)