Son Dakika



Doksanların başında, yazları sıcak kışları buz gibi olan bir ovanın, bozkırın ortasında, çocukluğumun geçtiği o küçük ilçede neden bilmiyorum, öğretmenlerimiz hep yaşlı ve hastaydı. Kadınlar öfkeli, buruşuk ve menopoz, erkekler öfkeli, göbekli ve az saçlıydı. Sınıf öğretmenimiz sıklıkla rapor aldığından, birden fazlasını tanıma olanağımız oldu bu değerli insanların. Dayak sıradandı. Köyden gelen öğrencilere kırılmaz, sert sopalar ısmarlardı, bu geçim derdinden mi evdeki huzursuzluktan mı bilinmez, hep gergin hocalar. El kadar çocukların, bizlerin ellerine vurdukları zaman o silahlarla Cumhuriyet’in değerli eğitim neferleri, avucumuzdaki kırmızı acıyı dindirebilmek için sıralarımızın demir ayaklarını buz niyetine kullanır, bir süre utancımızdan kafamızı yerden kaldıramazdık.

Biraz kendimize gelince, sevgili sınıf öğretmenimizin de siniri azalınca, hayat normale dönerdi. Bir sonraki ders Beden Eğitimi ise şayet, arkalarda oturan erkekler poşette getirdikleri eşofmanlarını giymeye çalışır, kızlar fısır fısır konuşup gülüşür, hocamızın şımarık oğlu, annesinden, okulun arkasındaki sahada maç yapabilmemiz için izin koparmaya çalışırdı. Bazen dersin ortasında birinin cebi yırtılır, misketler yere saçılır, tuvalete gitmek için izin istemeye çekinen biri çişini kaçırır, okula kızları kör bıçağıyla kesmeye gelecek olan bir sapığın varlığından söz edilirdi.

Olağanüstü hiçbir şey yoktu.

Henüz politik İslam, devleti ve milleti esir almamıştı o yıllarda. Doğal olarak ulusal bayramlar, bugün olduğu gibi, aşure günüyle eşdeğer aleladelikte değildi. Aylar öncesinden her okul törenler için hazırlığa başlardı. Düzgünce sıraya girilir, uygun adım yürünür, marşlar söylenirdi. Kortejin başında, pankart taşıyan öğrenciler tabii ki herkesten daha şanslıydı. Hele o amatör bando ekiplerinin en önünde, sopasıyla yürüyüş koluna komutlar veren kişiyi kıskanmamak elde değildi.

Bayram sabahı herkes kendi okulunda toplanır, oradan kentin meydanına gidilir, alanda yerler alınır, kutlama ritüelleri yerine getirildikten sonra nihayet, öğrenciler serbest bırakılırdı. Tabii ciddi bir sorumluluk duygusu taşıyan değerli öğretmenlerin içi hiç rahat etmez, kendilerine emanet çocukların başlarına bir şey gelir endişesi onları yer dururdu.

Bu tedirginliğin müsaade ettiği ölçüde hareket imkânı bulan öğrenciler, gözlem mesafesinin dışına çıkmadan, yakındaki bakkala koşar, bayramı fırsata çevirirdi. Genel bir kuraldı sanırım; okul kantinine parasızlıktan uğrayamayan öğrenciler bile, o gün alışveriş edebilirdi. Bakkaldan alınan abur cubur belki de o yoksul çocukların babalarının bir günlük çay sigara parasıydı ama verirlerdi işte çocuklarına o on lirayı. Bayramdı bu, koskoca Cumhuriyet Bayramı’ydı, koskoca 23 Nisan’dı.

On lira, o günlerde en sevdiğimiz yiyecek ve içeceğin ederiydi; Fruko gazoz ve Trophy gofretin tutarıydı. Günler öncesinden yapılırdı bu alışverişin planı. Herkes eşitlenirdi ellerde bunlar varken bayram meydanında; sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir topluma dönüşürdü o siyah önlüklü, beyaz yakalı işçi, memur çocukları. Bir kişi, evet sadece bir kişi dışında kalırdı bu coşkunun. Benim haricimde buna herkes alışmıştı aslında; ama o, hep bizim sıradan heyecanımıza dâhil olabilmenin hayaliyle yaşardı.

Semih Kürt asıllı, otoriter, memur bir baba ile ev hanımı, marazlı, hırçın bir annenin, kalabalık bir ailenin dördüncü çocuğuydu. Üç ablasınca sürekli azarlanır, annesi tarafından sıkça dövülür, akşamsa yorgun argın eve gelen babanın aşağılayıcı bakışlarına, galiz küfürlerine maruz kalırdı. Durmadan bunları tekrarlatacak şeyler yapardı çünkü. Ya okul çıkışı kendinin iki katı bir oğlana meydan okur, sonra sıkı bir dayak yerdi ya evdeki bir eşyaya zarar verirdi. Ya üstünü başını kirletir, evdekilere iş çıkarırdı ya da zayıf alır, öğretmeninden azar işitirdi. Benden bir yaş büyüktü, üst sınıftaydı. Evlerimiz dip dibe olduğundan her şeylerini bilirdik bu tuhaf ailenin. Yıldız Tilbe’nin Delikanlım şarkısını dinleyip gözleri dolan, bir an önce evlenip kurtulmayı düşleyen en büyük abla; o gürültülü evde ders çalışmak için kendine fırsatlar yaratmaya uğraşan ortanca abla; kendisine mektup yollayan oğlana ne cevap vereceğini benimle tartışan küçük abla ve şımarık, ufak oğlan kardeşin arasında tuhaf bir çocuktu Semih.

Bazen doğaüstü güçleri olduğunu iddia ederdi, düşünce okuyabildiğini falan söylerdi. Güler geçerdim, kızardım çokça da ona. Bayram sabahları ise, üzülürdüm. Babası normal günlerde zaten harçlık falan vermezdi; ama bayramlarda da vermezdi. Niye peki; bunu, bugün bile anlayabilmiş değilim.

O yılın 23 Nisan’ı yaklaşırken ve biz, gazozla gofret alacağımız tören sonunu konuşurken, Semih de kendince bir plan hazırlamaya başlamıştı. Beni kendine yakın gördüğünden anlattı. Artık burasına gelmişti. O da bize katılacaktı mutlaka. Annesinin cüzdanından para çalacaktı. Ama on lira değil sadece, tam yüz lira. İntikam gibi bir şeydi bu. Zaten kafasına koymuştu, benden onay bekliyordu yalnızca. Önceki yıllarda ona o kadar acımıştım ki, eylemini mantıklı bulduğumu söyledim. Gitti.

O sabah, yine heyecanla uyandık. Yürüyüşümüzü yaptık, bayramımızı kutladık. Semih yanıma geldi. Parayı kimseye yakalanmadan almayı başarmıştı, yüzü gülüyordu. Bunu kutlayacaktık, benim masrafım da ona aitti. Benle birlikte, benim sınıf arkadaşlarımdan, hiç tanımadığı birkaç kişiye daha gazoz ve gofret ısmarladı Semih. Para henüz bitmemişti. Cebinde dursa ve sonraki günler kendisine harçlık etse iyiydi; ama ona uyan bir şey değildi bu. Semih, bakkala tekrar gidip Max dondurmalarından aldı ve ekibe dağıttı. Cebinde tek bir lira kalmamıştı ve çok mutluydu.

Çocukken sevinecek, üzülecek pek çok şey bulabildiğimizden, günler hızla geçtiğinden ve dün dün, bugünse bugün olduğundan Semih’in babasından intikamı da bize herhangi bir hayat dersi sunmayacak, unutulup gidecekti. Zaten ortada bir suç vardı ve unutulması en iyisiydi. Ama öyle olmadı, o ailede öyle olacağını sanmak büyük hataydı. Çok değil bir iki gün içinde annenin cüzdanındaki eksiklik fark edildi. -Parası az olanlar daha mı çok sayma gereği duyuyor acaba bu mereti?- Şaşırtıcı biçimde, büyük kavgalar gürültüler olmadı, Semih’i eşek sudan gelinceye kadar dövmediler; dövseler bilirdim. Aksine Semih’in yüzüne anlamsız bir gülümseme yerleşmiş, yersiz bir güvenle dolup taşmıştı bu tuhaf çocuk. Benle de çok konuşmuyordu.

Sanırım bayramdan bir hafta sonraydı; ortanca, en aklı başında ve beni de çok seven abla, bir fırsatını bulup beni bir kenara çekti. Çok sert değildi; ama her zamanki tatlı halinden uzak, biraz da kızgındı. Gözlerime bakarak, neden, diye sordu; neden Semih’in o parayı almasını istediğimi merak ettiğini söyledi. Bana hiç yakışmamıştı, çok ayıptı. Çok çok ayıptı. Gözümün önünden gazozlar gofretler dondurmalar pankartlar meclisler egemenlikler geçiyordu. Sustum.

Alp Giray

GERCEKEDEBİYAT.COM

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)