Son Dakika



Babama…

 

Yazın damlarda cibinlik altında yatarken birden yan komşulardan birinin feryadı geceyi yırtardı. “Yılan var, çabuk gelin!” diye… Bu feryat üzerine babam bir hışımla çıkardı cibinliğin altından, ben ardından fırlardım, kardeşlerim de benim peşimden… Annemi duyan kim… Gittiğimizde görürdük babamızın seslerden, etraftaki insanlardan kaçmaya çalışan zavallı bir yılanı kuyruğundan tuttuğu gibi girmek istediği delikten çıkardığını ve şöyle bir salladıktan sonra da ta uzaktaki boş araziye attığını…

Babamdan kendisiyle ilgili çok hikâye dinlemiştik. Ama hiçbiri yılan avcılığı kadar etkilememişti en azından beni.

Mudanya’da iki buçuk yıl askerlik yapmıştı.

Fırıncıymış. Kayık biçimindeki kepi, uzun saçı ve incecik bıyığı tuhafımıza giderdi. Kepi dışındaki giysisi sivildi. Sorduğumuz zaman da, o zaman öyleydi, saçlı sakallılar bile vardı, derdi. Anlatırken fotoğraflarını da gösterirdi. Tüm fotoğraflarının ortak özelliği sol bileğindeki kol saatini göstermesiydi.

Fırın işçisi olduğundan küçük bir maaşı da varmış. O maaşı biriktirmiş almış saati. Biz babamın kol saatini gösteren fotoğrafları gördüğümüzde birbirimize bakardık, gülerdik kardeşler olarak. Babam da biraz bozulurdu, o zaman için varsıllar da bile yok, iyi bir silah parası vererek aldım bu saati ben, derdi. Onun bu dediğinin bir anlamı yoktu o zaman bizim için. Çok trafik kazası geçirdiğini, hepsinden de kıl payı kurtulduğunu uzun uzun anlatırdı. İnanalım diye de gömleğini yukarı kaldırır göğsündeki ve sırtındaki izleri gösterirdi. İzlerin kazalardan mı yoksa başka bir şeyden mi olduğunu bilemezdik tabii ki. Yalnız, dedemlerde toplandığımız özel günlerde amcalar da babamın geçirdiği onca kazadan söz edince yalan olmadığını, izlerin de o kazalardan kaldığını anlardık. Bu kazalara eklenen en son kaza ise babamın duyan kulaklarını ondan aldı ve böylece sesleri doğal kulaklarıyla değil yapay kulak dediğimiz kulaklıklarla duymaya başladı. Onları kullanmaktan hep nefret etti ama aradan zaman geçtikçe de yapay kulaklarını kanıksadı babam.

Sonra kış aylarında bazen karda nöbet de tuttuğunu, birinde donmak üzereyken kendisine saldıran birkaç çoban köpeğiyle boğuşmak zorunda kaldığını ve o boyu kadar karın içinde zalim köpeklerle nasıl dövüştüğünü, hatta birini öldürmek zorunda kaldığını anlatırdı. Bir insanı öldürmüş gibi de kahrolurdu anlatırken, birinde de boğulacak gibi olmuştu gözlerimizin önünde, o köpekten söz ederken. Önceleri babamın bunları abarttığını düşünür, inanmazdım. Ama ondan tekrar tekrar dinlemek de hoşuma giderdi. Çok heyecanlı anlatırdı çünkü. Annem kadar büyüleyemezdi bizi ama yine de dinletirdi kendisini. Aradan zaman geçip onun yılanları yakalayıp etkisizleştirdiğini görünce babamın hiç de abartmadığını anladım. Onun hakkında olumsuz düşündüğüm için zaman zaman kendimden de utandım.

Bana bu işi nasıl yapılacağını öğretmesini ya da nasıl yaptığını söylemesini aklımdan bile geçirmezdim. Çünkü yılanlardan öylesine korkardım ki... Yılan sözcüğü bile beni ürpertir her zaman. Birinde annem benim çocukluğumu, daha doğrusu üç dört yaşlarındaki beni anlatırken şöyle bir şeyden söz etmişti:

Evin etrafında yakalayabildiğim elöpenleri ya da kurbağaları, çekirgeleri ceplerime koyarmışım. Onları eve getirirmişim. Cebimden çıkarıp evdekilere gösterirmişim. Hiç mi hiç anımsayamadığım bu anılarım elbette ki abartı değil belki ama yine de onları bile elimde, cebimde düşünmek ürpertir beni.

Yalnız büyük amcamdan öğrendiğime göre, kendileri çocukken etrafta yılanlar öylesine çokmuş ki yemek kaplarından, cibinlik altlarından, tavanlardan bile sarkarmış yılanlar. Bu yüzden evlerin etrafına kükürt dökerlermiş. Bunun daha çok akrepleri uzaklaştırmak için kullanıldığını kısa dönem askerlik yaptığım Menemen’deki yatakhanemizin etrafında döktüğümüzden de biliyorum. Yine de gecenin bir yerinde erlerden biri “Yandım,” diye feryat ederdi. Arkadaşları onu karga tulumba revire götürürdü. Yani demem o ki pek çözüm olmazdı kükürt tozu akreplere de.

İnanmazlarmış kükürdün yılanları uzaklaştırdığına ama yine de dökerlermiş onu tedbir amaçlı. Ama babam nerde bir yılan görse üstüne gidermiş çocukken de, ya başını sopayla ezermiş ya da yakalayıp duvarlara fırlatırmış. Sonra da bir ateş yakıp öldürdüğü yılanı içine atarmış. Eşi veya yavruları görüp ona sinen insan kokusunu anlamasın, böylece de peşine düşmesin diye. Doğru olmadığını onca söylememe karşın amcam itiraz etti ve dedi ki bir yılanın da bir köpek kadar koku alamayacağını ve o kokuları aklında tutmayacağını kimse bana inandıramaz, o kadar.  Ona daha başka bir şey demedim tabii ki.

Bir akşam evde bu konu konuşulurken rahmetli babaannem demiş ki babamın yılan avcılığı için, o daha bebekken elinde bir yılan ölüsü gördüm o yüzden babanız efsunlu. Efsunlu olana da yılanlar bir şey yapamaz. Babanızın tükürüğü de yılanlara zehirdir.

Bunun doğru olup olmadığını birçok kere sordum babama yalnızca gülümsedi o kadar. Gerçekten nasıl olmuştu da yılan avcısı olmuştu ve onlardan niye korkmuyordu merak edip dururdum. Sonra bu merakım başka şeylere yöneldi ve babamdan o istemedikten sonra bir şey öğrenemeyeceğimi çok iyi anlamıştım.

Evde olduğumuz kimi günlerde babam köşesine çekilirdi ve söz bu gibi konulardan açılınca da hiçbiriniz benim oğlum değilsiniz, oysa armut dibine düşer derler. Demek ki her armut için geçerli değilmiş bu söz, derdi.

Onun onlarca yılanı bu biçimde öldürdüğünü ve kedilere yedirdiğini bilirim…

O zaman da yatağa girip bir türlü uyuyamazdım, gerçekten yılanların Şahmeran için aramızda dolaştıklarını düşünürdüm… Korkumdan beklerdim. Uyumak istesem de kendimi engellemeye çalışırdım. Ya biri ağzından kaçırırsa eskiden de olsa insanların onu öldürdüğünü… Ben bu düşünceden bile tırsardım… Olur da içimden geçeni bir yılan anlarsa diye… Ama sonunda uykunun tozu üstüme sıcak gibi düşer beni uyanmayacakmışım gibi uyuturdu. Bazı geceler de Ceyhan yılanla yok olacak! sözü aklıma gelirdi.

Terledikçe terlerdim, uyumak istemezdim…

Daha sonra Şahmeran ve Lokman Hekim’le ilgili neredeyse okumadık bir şey bırakmayacaktım. Ama büyüdükçe tılsımı kalmıyor korkuların da kaygıların da. Babamın ölümünden sonra arada ziyaretine gittiğim annemin, eski bahçeli evimizin odunluğundaki ve küsmesindeki yılanları yakalayıp bir torbaya koyduğunu ve Yılan Kale eteklerine birkaç kez götürüp bıraktığını içli içli anlatsa da pek etkilenmedim nedense. Ki annem mahallenin ağıtçı kadınıydı, çocukluğumdan bilirim, ağzından bal damlayan iyi bir masal anlatıcısı da olduğu hâlde… Oysa çocuklukta yarattığınız o dünyada bir anlamı olmayan en küçük şeylerin bile anlamı büyük ve siz bu büyük sorunların tek çözümcüsüsünüz… Büyüdüğünüzde farklı ve yeni şeyler kazansanız da o çocukluk büyüsünü ve gizemini de kaybediyorsunuz…

 

Tacim Çiçek
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM