Ayna evresi ve Ben’in (Je-I) kuruluşu / Jacques Lacan
Ünlü Marksist psikanalizci düşünür Jacques Lacan'ı Dr. Mutluhan İzmir'in çevirdiği yazısıyla, ölüm yıl dönümünde anıyoruz.
ÇEVİRENİN NOTU:
Lacan, 17 Temmuz 1949 yılında Zürih 16. Uluslararası Psikanaliz Kongresi’nde, 13 yıl önce sunmuş olduğu ayna evresi kavramının üzerinde yeniden durmak gereğini duyar. Dikkatleri bu kavramın üzerine çekmek istemesindeki en önemli etken, “ben” in değişmez bir ego olarak sabit kalan bir oluşum olmasından çok, aynadaki değişime bağlı biçimde farklı ego yapılanmalarının birbirleriyle kolayca yer değiştirebildikleri, değişkenlik gösteren işlevsel bir yapıya sahip olduğunu vurgulamak istemesidir. İnsan yavrusunu diğer canlılardan farklı kılan şey, kendisinin aynadaki görüntüsünün kendisi ile bir ilgisinin olduğunu anlayabilmesidir. Küçük çocuk bu görüntüye yönelik bir merak-ilgi duyar ancak Lacan’ın bu evre ile ilgili önemsediği asıl şey, aynadaki kendi görüntüsünü sahiplenme üzerine kurulan sabit bir ilişkiyi vurgulamaktan çok, kendisinin görüntüsünü içeren bu resimdeki konumlanışının yarattığı kimlik kurma diyalektiğidir. Aynadaki görüntüde, çocuğun kendi bakışıyla gördüğünden fazla olan bir imge vardır, o da kendisinin görüntüsüdür. Ancak çocuk henüz bunun bütünüyle kendisine ait olan bir görüntü olduğunu anlayacak noktada olmadığı için resmin bütünü onun için önem kazanır. Bu bütünlüğü imago olarak adlandıran Lacan, çocuk için ayna evresinde kendisinin imgesinden çok, kendisinin imgesini de içeren imagonun önem taşıdığını belirtir. Özneyi özdeşim yapması yönünde kapan imge değil imagodur. İmago, öznenin görsel imgesini de içeren, mekanın bütünlüklü bir görsel kompozisyondur.
İnsan kendi bakışıyla dış dünyasını, ötekileri görebilir ancak o bakış kendisini kendisine göstermez. “Ben”in yansımasının da içinde yer aldığı bir toplu görüntü olarak “imago”, öznenin kendisine bakınca göremediği vücut bütünlüğünü sanal bir yansımanın içinde ona vaat eden, çocuğun davranışlarını ötekilere benzer biçime sokan bir güç etkisi yapar. Bu gücü Lacan makalede simgesel bir etki olarak vurgulamıştır. Bu simgesel etki sayesinde çocuk dağılmış bir vücut algısından kurtularak yürümeyi, ayakta durmayı, nasıl bakması gerektiğini, nasıl davranması gerektiğini, dış dünyayla ağzı yoluyla değil diğer iletişim biçimlerini kullanarak iletişim kurması gerektiğini öğrenir. Bu açıdan imago küçük çocuk üzerinde simgesel açıdan yapılandırıcı bir etki yapar. Bu nokta simgeselin dilden çok önce öznenin üzerinde görsel yoldan yapılandırıcı bir etki yaptığını göstermesi açısından önemlidir.
Çocuk ayna yansıması dışında kendi bakışıyla gördüğü dünyada yoktur, ancak bu toplu görüntünün içinde kendisinin imajını yakalayabilen çocuk için imagonun içinde olmak, var olmak demektir. Bu noktadan itibaren içinde olmak (var olmak)-dışında olmak (yok olmak) diyalektiği egonun nasıl biçimleneceğini belirleyecektir. Var olabilmek, bir kimlik kazanabilmek, bu noktadan itibaren bir görsel kompozisyonun ya da simgesel bir yapının içinde yer alabilmek anlamına gelecektir. İmago biçimindeki görsel kompozisyon, çocuğun yüzleştiği ilk simgesel yapıdır. Mekan bu nedenle egonun oluşumu açısından büyük önem taşır. Ego, içine girdiği kabın biçimini alan bir su gibi, içine girdiği mekanın biçimini alacaktır. Özneyi dilden çok önce kaparak ötekilere benzer davranış kalıpları edinmesine neden olan, ötekilerinkine benzer bir ego kurması dışında onaylanacak bir kimliğinin olamayacağı mesajını veren tek etken mekanın koşullarıdır.
Böylece Lacan egoyu bağımsız ve iç dünyamızda hazır halde bulunan bir yapı olmaktan çıkartıp dışımızdaki dünyanın resminden yansıyan, bize yabancı ve dış dünyanın gerçekliğine bağımlı bir yapı durumuna getirerek dinamik bir benlik algısına vurgu yapmaya başlar. Kimlik özsel değil yabancı ve dışsal bir yapıya sahiptir. Lacan imago kavramını kullanarak cogito’dan kaynaklanan tüm felsefi çıkarımlara karşı duruşunu vurgulamanın yanında psikanalizin ego psikolojisiyle ne kadar zıt bir konumda yer alması gerektiğini de vurgulamaktadır. Bu metinde Lacan, ‘cogito’nun ayrılmaz parçası olan mükemmel ego kurgusunun üzerine kuramını oturtmuş olmasından dolayı ego psikolojisinin kurucusu olan Anna Freud’a da, ciddi bir eleştiri getirmiştir. Ego psikolojisi, öznenin sorunlarının egonun zayıflıklarına bağlı olduğunu öne sürerek, psikanalizi egoyu mükemmelleştirecek bir araç olarak görür. Ancak metinde de vurgulandığı gibi psikanaliz deneyimi tarihi boyunca böyle mükemmel bir egonun ortaya çıktığına şahit olamamıştır. Lacan’ın belirttiği gibi asıl sorun egonun kendisidir.
Simgesel kimlik, egodan farklı bir yapıdır. Ego, mekanın simgesel yapısından kendisini yalıtarak onun biçimlendirici etkisinden kaçan, donmuş, tersine çevrilmiş ve içinde bulunduğu gerçekliği yanlış anlamaya (meconnaissance) yatkın bir imge olarak sabitlenir. Bu hareket metinde, imagonun içinde kendisini nesne a olarak yakalayan öznenin, kendi bakışında yok olarak kayıp nesneye dönüşmekten kurtulabilmek için bir ben (je) olarak etkinliğe geçmesi ama sonradan katılaşarak ideal-ich (ideal ego) halinde bir imgeye çöküp donması biçiminde anlatılır. Oysa simgesel kimlik, mekanın biçimlendirici etkisine açık, gerçekliğini daha doğru okuyabilen, yanlış anlama eğiliminin ve ne kadar hayalci olabileceğinin farkında olan bir ben’dir. Ego kendi gerçekliğini kendisinin kurabileceği yanılgısı içinde kendi doğrularından şaşmayan bir bağnazlık içinde yaşarken simgesel ben kendisini kenara çekerek dış gerçekliğini nesnel biçimde okumaya ve anlamaya çalışan bir kimliktir. Simgesel ben bu nesnel okuma sonucunda kendisini gerçekliği yapılandıran olarak değil, gerçekliğin kurallarıyla bağlı bir ben olarak konumlandırır.
Görüldüğü gibi eğer bir egoyu öznenin temsilcisi olarak kabulleniyorsak egoyu ne kadar tamir etmeye çalışırsak çalışalım elimizde yine her şeyi kendi işine geldiği gibi anlama eğiliminde olan, dış gerçekliğini kendi gücünü öne çıkartma yönünde anlamaya çalışan bir birey elimizde kalacaktır. Bunun nedeni, egonun görsel bir nesne olarak, Lacan’ın cinsel libido olarak adlandırdığı libido türünün üzerine yatırılacağı mükemmel bir nesne olmaktan kendisini kurtaramayacak olmasıdır. Lacan’ın bu tanımlaması tam olarak Freud’un ikincil narsizm tanımlaması ile örtüşmektedir. Freud’un birincil narsizm dönemini ise Lacan, nesne ayrımının olmadığı, iç-dış farkının henüz oluşmadığı bir dönem olarak narsistik libido adı altında bu makalede tanımlar. Birincil narsizmde nesne olmadığı için libidonun bir nesneye yatırılması diye bir şey söz konusu değildir. Psikoz birincil narsizm içinde kalan, nevroz ise ikincil narsizm içinde tutsak kalan özneyi tanımlar.
Psikanalizi, egosunun yaratacağı sorunlara karşı özneyi daha bilinçli hale getirecek bir araç olarak kullanmak gerekir, egoyu mükemmelleştirecek bir yol olarak değil. Psikanaliz, egonun (ideal-ich) eninde sonunda nesnel dış gerçekliği taşıyan imagoyu göz ardı ederek kendisini mutlaka hayali bir mükemmellik kurgusunun içinde konumlandıracağı konusunda özneyi bilinçlendirmelidir. Egodan söz ediyorsak mutlaka onu değerli bir nesne haline getirerek ona eşlik eden narsistik bir fantezi yani bir kurgusal bir mükemmel dış gerçeklik algısı vardır. Bu ikincil narsizm durumu, nevrozu oluşturan baş etkendir ve analiz bu fanteziyi görmeyi sağlamalıdır, egoyu daha da güçlendirerek daha güçlü bir fanteziyi kurmayı değil. Psikanaliz özneyi kurgusal dış gerçekliklerden kurtararak hakiki dış gerçekliği görmesini sağlamalı ve bu gerçekliğe uyumunu kolaylaştıracak simgesel bir kimliği oluşturabilmesinin önünü açabilmelidir. Sarup’un belirttiği gibi, ‘psikanaliz, öznenin kafasındaki, ilişkilerini sağlıklı biçimde değerlendirmesini engelleyen imagoları görme, anlama girişimidir. Hedef, olanaksız bir hedef olan imagolardan kurtulmak ya da onların yerine daha iyilerini yaratmak değildir. Özne simgesel kaydın içine geçebildiğinde, oradan bakarken bu imagoların kimliğinin üzerinde yapılandırıcı bir işlevinin olduğunu çok ayrıntılı biçimde gözlemler ve anlar.‘ (1992, 86) Sarup’un belirttiği gibi imago, dilden çok daha önce özne üzerinde yapılandırıcı bir etki yapan ve sonradan dili de biçimlendirebilecek bir güce sahip bir etki yapar. Diyebiliriz ki öznenin kimin dilini kullanacağını da belirleyen altta yatan imagolardır. Özne eğer geçmişte yapılanmış olan bir imagonun etkisi altında kalmayı sürdürüyorsa, simgeselin ve toplumsal dilin etki alanının içine giremeyecektir.
Öznenin kendi görüntüsü olabilecek bir görüntüyü dışsal bir yansımanın içinde yakalamış olması, hem o görüntü ile özdeşim yapma eylemini başlatır hem de öznede o görüntü haline gelip gelemediği konusunda sürekli bir kuşkuya neden olur. Bu kuşku nedeniyle kimliğimiz hep bir paranoyak algı üzerinde konumlanır ve hiçbir zaman tam olarak kendisinin o olduğundan emin olamaz. Belli bir kimliğe sahip olmak içsel ve sabit bir durum olmadığı için, bir kimliğe sahip olduğuna inanmak dışında öznenin kendisini tanımlama olanağı yoktur. Bu inancın sıklıkla pekiştirilmesi gerekir. Bu pekiştirme ise o kimliğe sahip olduğumuzu bize sürekli olarak söyleyecek olguların yaşamımızda bulunmasıyla olanaklı olur. İmgesel bir olgu, yani kendini aynada görmek tartışmalı bir kanıttır ve sürekli yinelenmesi gerekir. Sadece somut bir üretim ya da eylemiyle dış gerçekliğine etki yapan özne somut bir kanıta ve kimliği hakkında somut bir pekiştirmeye sahip olur.
Ego ayna yansımasının dışında varlık oluşturamadığı için varlığını pekiştirebilmek amacıyla inancını güçlendirmek zorundadır. Bu durum özneyi eyleme geçmektense ve görseline odaklanmaya iterek öznenin imago içindeki imgesiyle tam olarak örtüşmesine neden olur ve öznenin kimliği tam olarak soyut bir boyuta geçer. Bu soyut boyut her türlü fanteziyi kurmaya izin verecek, öznenin kendisini her türlü hayale kaptırabilmesine izin verecektir. Özne bu hayallerden kurtulabildiğinde, imgesiyle tam örtüşmekten kurtularak dış dünyanın somut koşullarının kendisinin üzerinde etki etmesine açık duruma gelir. Böylece özne için donan zaman akmaya, donan mekan canlanmaya başlar ve öznenin kimliği güncel koşullara uyum sağlayacak bir gelişime açık duruma gelir. Somut koşulların etkisi, özne ile onun imago içindeki yansımasının arasında hep bir mesafe ortaya çıkmasına neden olarak öznenin diyalektik yapısını korumasını sağlar. Sartre’ın ekstatik varlık dediği bu varlık türü, inanç temelinde kurulmamış olan, varlığının hakikati konusunda somut olgusallık arayan simgesel boyutta oluşmuş bir kimliktir.
Kimlik ya mekanın resminin içindeki bir imaj olarak ya da toplumsal değerleri içeren daha kavramsal bir yüceltme eylemi olarak oluşacaktır. Kimlik için bunların dışında özsel bir yapılanma olanağı yoktur. Toplumun bireye değer aşılamaması ve yüceltmenin değersizleştirilmesinin ön plana geçmesinden kaynaklanan anomik yapıların başat olduğu günümüzde, kimlik sahibi olmak, yalnızca bir imaj sahibi olmaktan öteye geçememektedir.
13 yıl önceki son kongremizde sunmuş olduğum ayna evresi kavramı üzerinde yeniden durmak ve dikkatlerinize sunmak bana gereksiz görünmedi. Özellikle de psikanaliz deneyimi içinde “ben”in (je-I) işlevini aydınlatması açısından bu konu bana önemli görünmektedir. Bu deneyim bize, Cogito’dan kaynaklanan tüm felsefi akımlara karşı duran bir konum vermektedir.
Belki aranızda, bizim üzerinde konuşacağımız konu için çıkış noktası olan, karşılaştırmalı psikoloji deneylerinden öğrendiğimiz bir davranış biçimini anımsayanlar vardır. Şempanzelerin enstrümental zekalarına henüz ulaşamamış olmasına karşın küçük adamın aynadaki görüntüsüne onlar gibi duyarsız kalmaması olgusunu kastediyorum. Bir bilginin saptanmış olduğunun işareti, işte keşfettim (Aha-Erlebnis) tepkisi ile aydınlanır. Köhler’e göre bu tepki, içinde bulunulan konumun algılanmasının bilincidir ve bir zeka belirtisidir. Maymuna göre boş bir görüntü olan ayna görüntüsü, her bakımdan yetersiz durumda olan çocukta hareket ederek aynadaki görüntüyü canlandırma ve orada görünen ile doğrudan kendi gördüğü arasında bir bağlantı kurma çabasının ortaya çıkmasına neden olur. Aynadaki yansıma, çocuğun dış dünyaya baktığında gördüğü görselden farklı olarak, gerçekliğin kendisinin görüntüsünü de içeren farklı bir görsel kompleksini oluşturması açısından çocuk için fazlasıyla ilgi çekici bir bilmecedir. Çocuğun gerçekliği bu noktadan itibaren, kendisini doğrudan içermeyen ama kendisinden kaynaklanan bir görüntü ile kendi dışındaki bir aynada oluşan ve kendisini içeren başka bir görüntü arasında ikilenecektir. Bu ikilenme anından itibaren çocuğun başta gelen uğraşısı, iki farklı gerçeklik arasında örtüşmeyi sağlamaya çalışmak olacaktır (somut bir aynanın olmaması durumunda, aynanın yerine özneye yönelik olarak yapılan her türlü davranış, tutum, yüz ifadesi ve bakışı koyabiliriz Ç.N.).
Baldwin bu çabanın altı aylıkken başladığını bize öğretmiştir. Henüz kendi başına ayakta durabilmek için başkasının desteğine gereksinim duyan çocuğun bu yetersizlikleri aşma çabasıyla birlikte aynadaki görüntüyü inceleyebilmek amacıyla aynaya doğru yaptığı hamle, elinden tutulması dolayısıyla öne doğru eğilerek görüntüyü sabitlemeye çalışmasına neden olur. Çocuk kendisinin görüntüsünü görebildiği bu ender anda, sanki bakışını çevirdiği anda yok oluşunu getirecek olan o diğer gerçekliği, kendisinin var olduğu bu ayna görüntüsü ile kalıcı olarak değiştirmeye ve varlığına süreklilik kazandırmaya çabalamaktadır.
Bu etkinlik, ona yüklediğimiz bu anlamı on sekiz aya kadar korur ve libidinal bir dinamizmi açığa vurma açısından, insan dünyasının ontolojik yapısını göz önüne seren paranoya ile ilgili bilgilerimize kıyasla hiç de azımsanacak bir değerde değildir. Bu konu şu ana dek sorunlu ve anlaşılmamış olarak kalmıştır. Ayna evresini, analizin ona verdiği tüm anlamı içerecek biçimde bir özdeşim olarak ele almamız yeterlidir: Analizin özdeşime verdiği anlam, öznenin bir imgeyi sahiplendiğinde bunun onda oluşturduğu dönüşümdür. Öyle ki, bu evrenin yazgısı, kuramda, bu evredeki imgeye antik bir isim olan imago adının verilmesiyle zaten vurgulanmıştır.
Varlık, bakıştaki imgeyi (speküler imaj) coşkuyla sahiplenmesinin hemen ardından yine bu evredeki çocuğun ölümcül yetersizliklerinin ve bakımı konusundaki sınırsız bağımlılığının içinde boğulacaktır. Ben’in (je-I) ilkel bir biçimin içinde toparlanmaya başladığı bu nokta, diyalektik özdeşim sürecinde ötekiyle yüzleşmesi ve dilin ona evrensel özne işlevini yüklemesinin öncesinde küçük çocuğun ilk kez etkisi altına girdiği bir simgesel durum örneğidir. Öznenin simgesel yapılarla bundan sonraki etkileşim biçimi, bu ilk deneyimin etkisi altında biçimlenecektir.
Zaten eğer bu biçimi bilinen bir kaydın içinde tanımlamak istersek onun bir ideal-ben (je-I) olarak yapılanacağını söylemek yeğdir. Bu anlamda bu biçim, ikincil özdeşimlerin kaynağı olarak libidinal normalleşme süreçleri ile ilgili bilgilerimizi de bizim bu terim altında ifade edebilmemizi sağlayacaktır. Ancak önemli olan nokta, toplumsal olarak biçimlenmesinin hemen öncesinde, kendilik algısının (moi-me) ideal-ben’i bir vekil olarak kullanarak ilk kez belirmesidir. Bu beliriş hiçbir zaman sadece bireye indirgenemeyecek kurgusal bir vekili ortaya çıkartır. [Yani özne kendisinin ideal bir vekilini oluşturmaya çalışırken bu kurgusal vekil bir imajdan çok bir imago yapısı taşıyacağı için her zaman bireyin dışındaki diğerlerinden parçalar taşıyacaktır Ç.N.]. Diyebiliriz ki bu vekil, öznenin kendilik algısını oluştururken ona en fazla bir asimptot biçiminde yaklaşabilecektir. İdeal bir ben’i (je-I) vekili olarak kullanma yoluna giren özne, kendi gerçekliği ile ortaya çıkan uyumsuzluğunu ortadan kaldırmak için, başarısının ne kadar olacağı önceden bilinmeyen, yinelenen bir diyalektik sentez sürecine girecektir.
Özne, Gestalt’tan farkı olmayan bir hayali vücut kurgusunun bütünlüğü sayesinde kendi gücünün olgunlaşmasının hızını aşarak kendisini fiziksel olarak çok daha yetkin bir konumda görmeye başlar. Bu kurgusal hayalet, canlandırmak için yaptığı karmakarışık hareketlere karşın onu tersine çeviren bir heykel gibi donuklaştırsa da, dışsal bir yapı olsa da, özne üzerinde kesinlikle yapılandırıcı bir etki yapar. Gestalt türe bağlı olarak biçimlense de, ayna Gestalt’ın devinimini tersine çevirdiği için, öznenin kendi gerçekliğini yanlış anlamasını temellendiren bir yapı olacaktır. Belirişinin bu iki özelliği ile simgeleştirilerek akılda kalıcı duruma gelen ben (je-I), aynı zamanda kendisinin yabancılaştırıcı kaderini de önceden çizmiş olacaktır. Bu dışsal biçim, kendi üretimi olan bir dünya kurgusunu tamamlayabilmek umudu içindeki ben’i (je-I) esir ederek yönetecek olan hayaletler ve otomatlar gibi başka heykelsi yapılarla özneyi belirsiz bir ilişki içine sokmaya gebedir.
Bir yüzü yandan görebilmek, yani profilden görmek bizim ayrıcalığımızdır. İmagolar için ise görsel dünya farklıdır. Günlük yaşamımızda ve Levi-Strauss’un belirttiği gibi simgesel etkinin alacakaranlığında iken dumanlı yüzler yani speküler imaj (bakıştaki imge) imagolar için görsel dünyanın eşiğidir. Eğer görsel dünyanın, halüsinasyonlarda ve vücut imagosu rüyalarında olduğu gibi, aynada göründüğü biçimde olduğuna inanırsak, bu eşikte gördüğümüz her şey, o şeylere tam karşıdan baktığımızda göründüğü gibidir. Speküler imaj (bakıştaki imge), öznenin kısıtlılıkları ya da nesne yansımalarına bakmaksızın onun özelliklerini belirleyecektir. Aynı şeyi ikizin belirişi gibi durumlarda, aksi takdirde heterojen olacak bir psişik gerçekliğin aynada özdeşleşen ifadesini biçimlendirirken ayna aygıtının rolü açısından da söyleyebiliriz. [Speküler imaj (bakıştaki imge) olarak imago, yani ayna görüntüsü, farklılıkları ortadan kaldırarak özdeşimi kolaylaştıran bir etki yapar ancak öznenin kendi dışındaki bir görsel ile yabancılaşan bir ilişki içinde özdeşim kurmasının yolunu da açar Ç.N.].
Gestalt’ın organizma üzerinde yapılandırıcı bir etkisi olmalıdır. Bu etki biyolojik deneylerle kanıtlanmıştır. Bu tür deneyler bizim ruhsal nedensellik ilkelerine o kadar yabancıdır ki, Gestalt bu ilkelerle kendi özelliklerini bozmadan uzlaşamaz. Örneğin güvercinlerin gonadlarının olgunlaşabilmesi için cinsiyeti ne olursa olsun bir başka güvercinle yüz yüze gelmesi gerekiyor. Bu etki ayna karşısında bile elde edilebiliyor. Çekirgelerde münzevi çekirgeden sürüye ait çekirgeye geçiş de, belli bir evrede, aynı biçimdeki bir yüzleşmenin ardından gerçekleşebiliyor. Çekirge diğerlerine bakarak kendi hareketlerini biçimlendirebiliyor. Bu biçimdeki homeomorfik özdeşime ait olaylar, yapılandırıcı güzellik algısı ve herotojenik algının nasıl oluştuğu sorunsalını da kapsamaktadır.
Öte yandan heteromorfik özdeşim olarak kavramsallaştırılan mimetizmin [yansılama] etkileri de, yaşayan canlılar için mekanın önemini vurgulaması açısından bizi daha az ilgilendirmiyor. Mekanın heteromorfik özdeşime olan etkisini evrimsel adaptasyonun kurallarına indirgeme biçimindeki gülünç psikolojik kavramlar bize ışık tutmak açısından oldukça yararsız görünüyorlar. Sadece çok genç olsa da Roger Caillois’nın sosyolojinin katı yasaklarının dışına çıkmayı başarmış olan düşüncesinin saçtığı ışıltıların aydınlattığı alanı anımsayalım. Efsanevi psikasteni terimi altında, biçimsel taklit eylemini, derealizan (gerçeği çarpıtıcı) etkisiyle birlikte mekana yönelik obsesif bir tutum olarak açıklamıştır. (Donmuş bir mekan kurgusuna aşırı uyum durumu, öznenin kendi imgesiyle tam olarak örtüşüp devinimsiz kalmasına neden olur. Bu durumu, donmuş bir dış gerçeklik algısının içinde ideal ego haline çökmüş ve devinimini durdurmuş olan psikasteni olgularında görüyoruz Ç.N.).
İnsanı arzu alanında hayvana göre daha özerk kılan ama onun bilgisini paranoyak bir biçime sokmakla birlikte bu azıcık gerçekliğin içinde onun gerçeküstü doyumsuzluğunu açığa çıkaran etkenin toplumsal diyalektik olduğunu göstermiştik. Ve bu düşünceler bizi, ayna evresinde kendisini gösteren mekan tarafından kapılmış olmanın insandaki etkisini anlamak yönünde kışkırtıyor. Bu diyalektikte kalıcı olan şey, doğa kelimesine verdiğimiz anlam ne kadarsa onun doğal gerçekliğindeki organik yetersizliktir (çocuk doğal haliyle fiziksel olarak yetersizdir ama kendisini hayali olarak bir erişkinin yetkinliğine sahipmiş gibi kurar. Bu kurguda bakıştaki imge ile olan özdeşimin etkisi büyüktür. Ç.N.). Ayna evresinin işlevi, organizmanın kendi gerçekliği ile olan ilişkisini oturtmaya çalışan imagonun özel bir işlevi olarak ortaya çıkıyor. Yani iç dünya (innenwelt) ile dış dünya (umwelt) arasındaki ilişkiyi oturtmak için.
Ancak doğayla olan bu ilişki, doğduktan sonraki ilk aylarda motor beceri eksikliği ve hastalık belirtileri ile açığa vurulan bir kökten uyumsuzluk nedeniyle bağrından yarılarak değişime uğrar. Sanki hala annesinin bir parçası gibi duran ve piramidal sistemi olgunlaşmadan doğmuş olması nedeniyle insanın prematür biçimde doğmuş olduğunu gösteren bu durumu biz ayna dönemi adı altında anlamlandırmaya çalışıyoruz. Yeri gelmişken motor sinir sisteminin, başta sinir sistemine yönelik olarak yapılan cerrahi girişimler sonucunda organizma içi ayna olarak betimlenen, korteks gibi diğer aygıtlardan daha az gelişmiş olduğunu gösteren bu durumun embriyologlar tarafından bilindiğini ve fötalizasyon olarak adlandırdıklarını belirtelim.
Bu gelişim zamansal bir diyalektik olarak kendini gösterir ve tarihsel olarak bireyin gelişimini belirler. Ayna evresi, beklenti eksikliğinden kaynaklanan bir içsel tepiden köken alır (Beklenti eksikliğinin nedeni çocuğun prematür doğması nedeniyle yüzleştiği fiziksel yetersizliğinin getirdiği bağımlılık durumudur. Bağımsız olma umudunu yitireceği anda çocuğun ayna görüntüsü beklentiyi yeniden canlandırır Ç.N.). Bu tepi özneyi mekansal özdeşimlere girmenin, parçalı bir vücudu ortopedik bir bütünlükte birleştirme fantezileri kurmanın cazibesine kapılmaya sürükler. Bunun sonucunda özne zihinsel gelişiminin ileri derecede katı biçimde gerçekleşmesine neden olacak bir adım atarak kendisine yabancı bir kimliği zırh olarak kullanıp onun içine girer. İç dünya ile dış dünya (innenwelt-umwelt) arasındaki çemberde oluşan bu yırtık, öznenin (moi-me) özdeşimler yoluyla sonu gelmez bir bütünleşme, birliğe katılma çabasına girmesine neden olur.
Benim de teorik referans sistemine dahil ettiğim bir terim olan parçalı vücut, analiz süreci bireyi belli bir derecede agresif bir dağılmaya doğru ittiğinde kendini düzenli olarak rüyalarda gösterir. Bu biçim bağlantısı kopmuş ve boyutları abartılı uzuvlar biçiminde kendisini göstererek sindirim sistemi hezeyanları gibi bir algı bozukluğuna zemin hazırlar. Modern insanın görsel zirveyi yakaladığı on beşinci yüzyılda yaşamış olan Jérôme Bosch’un resimlerindeki gibi sabitlenemeyen bir figürdür parçalı vücut. Bu durumu somut biçimde şizofrenik belirtilerde ya da histerik kasılmalarda organik düzeyde gözleyebilme olanağımız vardır.
Bu bağlamda ben’in (je-I) oluşumu, düşsel biçimde iyi tahkim edilmiş bir askeri kampla ya da bir stadyumla simgelenebilir. Bu çevrili alan, bataklık ve moloz yığınlarını güçlü bir tahkimatla iç bölgede hapsederek diğer bölgelerden ayırıp iki çarpışan zıt alan yaratır. Gurur peşinde koşan özne (sujet-subject), id’i simgeleyen iç bölgeden olabildiğince uzak durmaya çalışır ama zaman zaman bu bölgeler dip dibe bir konumda bulunurlar. Aynı yapıyı, bu metaforların kendiliğinden ortaya çıkmasına neden olacak kadar güçlü biçimde yapılanmış olarak zihinsel alanda da gözlüyoruz. Obsesyon nevrozunda öznenin (sujet-subject) semptomlarını ifade etme yolunu bulabilmek için bu modeli temel alarak, biçim değiştirme, izolasyon, yineleme, iptal etme, yer değiştirme gibi mekanizmaları oluşturduğunu doğrudan görme olanağına sahibiz.
Kuramımızı bu tür öznel verilerin üzerine kurmuş olmak ve bu verileri bir dil tekniği yoluyla elde ederek edindiğimiz deneyimden biraz olsun kurtarabilmek için yaptığımız girişimler bizi zihnimizde canlandıramayacağımız mutlak bir özne (sujet-subject) kurgusu yaptığımız eleştirisi ile yüz yüze bırakacaktır. Bu nedenle biz burada nesnel veriler üzerine kurulmuş olan bir hipotezin içinde bize yön gösterebilecek olan bir simgesel indirgeme metodunun iskeletini bulmaya çabalıyoruz. Büyük eserinin ilk bölümünde Bayan Anna Freud, arzusu doğrultusunda formüle ederek ben (moi-me)’in savunma mekanizmalarına genetik bir düzen vermiştir. Bu düzene göre sıkça dile getirilen bir önyargının aksine histerik bastırma ve bastırmadan kurtularak bilince doğru geri hareketlenmeyi, obsesyonel biçim değiştirmeyle izolasyon süreçlerinden daha arkaik bir evreye yerleştirmiştir. Bu histerik bastırmalar ve onların geri dönüşleri, bakıştaki (speküler) ben’den (je-I) toplumsal ben’e (je-I) geçişteki virajı çizen paranoyak bir yabancılaşmanın ön koşuludur. Ayna evresinin sonu olan bu aşama, benzer olanın imagosu ile özdeşim yapmak (benzer olanın sevdiğini sevmek, davrandığı gibi davranmak ve göründüğü gibi görünmek Ç.N.) ve primordiyal bir kıskançlığın (Charlotte Bühler’in çocukluk transitivizmi üzerine yaptığı çalışmalarda somut olarak gördüğümüz) ağır basması nedeniyle, ben’i (je-I) toplumsal önceliğe sahip durumlarla bağlantılı hale getiren diyalektiğin açılış sahnesini oluşturur.
İşte kesinlikle bu andan itibaren, artık hep ötekinin arzusunun dolayımı yoluyla ifadesini bulacağı için insan bilgisi baş aşağı olacaktır. İnsan artık nesnelerini başkalarıyla olan rekabetinin etkisiyle soyut bir dengeyi gözeterek kuracaktır. Bu biçimdeki aygıt olarak ben (je-I) için tüm içgüdüsel dürtüler bir tehdit olarak algılanmaya başlanır ve doğal bir olgunlaşmaya bu kurmaca ben’in (je-I) verdiği yanıt bu yönde biçimlenir. O andan itibaren bu olgunlaşmanın insan için normalize edilişi kültürel bir tercüman yoluyla gerçekleşecektir: Ödipal karmaşa içinde yer alan cinsel nesnenin kendisini nasıl gördüğü.
Doktrinin bu ana özgü libidinal yatırımı tanımlamak için kullanılan birincil narsizm terimi, bize göre bu terimin mucitlerinde ortaya çıkmış olan semantiğin gizleri ile ilgili merakın ifadesidir. Ama bu terim aynı zamanda onların ölüm dürtüsü gibi yıkıcı içgüdüleri keşfettiklerinde, narsistik libidonun ben’in (je-I) yabancılaştırıcı işleviyle, en yardımsever görünümde bile olsa öteki ile olan ilişkilerde ortaya çıkan saldırganlıkla olan açık bağlantısını açıklamak için, bu tür libidoyla cinsel libido arasındaki tanımlamaya çabaladıkları dinamik çatışmaya da ışık tutan niteliktedir. Onların yüzleştikleri bu varoluşsal olumsuzluğu günümüzün felsefesi yoğun biçimde varlık ve yokluk başlığı (Sartre’ın Varlık ve Hiçlik adlı eseri Ç.N:) altında işlemiştir.
Fakat bu felsefi çalışma bu konuyu ne yazık ki ben’in (moi-me) yapısal yanlış anlamalarıyla yakından ilintili olan otonomi illüzyonunun yarattığı kendine güven duyan bilincin kendine yeterli olduğu sınırlar içinde ele alıyor. Analitik deneyim hayal dünyası dışında gerçekleşmesi olanaksız olan böyle kendine yeterli ve mükemmel bir egoyu açığa çıkartamadığı için bir zihin oyunu yoluyla mükemmel egoyu güvence altına alan varoluşçu psikanaliz yöntemi geliştirilmiştir.
Faydacılık dışında hiçbir değeri kalmamış ve hala bu eylemin ödüllendirildiği bir toplumun girişimcilik tarihinin sonunda toplumsal ilişkiler bir toplama kampındakine benzer duruma geldiği için birey (individu) bunalmaktadır. Varoluşçuluk, aslında birer sonuç olan öznel çıkmazları birer neden olarak yargılamaktadır. Aslında hapishane hücresine dönüşmüş bir yaşam sürdürürken özgür hissetme yanılgısı yaratan davranışlara kapılma, hiçbir sorunu aşabilme gücü olmayan bilincin yetersizliğini ifade eden bir bağlanma zorunluluğu, cinsellikte sadistik bir röntgencilik yüceltmesi, kendini intihar dışında gerçekleştiremeyen bir kişilik yapısı, Hegelci bir ölüm dışında kendini doyuramayan bir öteki bilinci.
Bu nedenlerle tüm deneyimimiz, ben (moi-me) kavramını, bilincin diyalektik yapısını kabullenmeyen önyargılı bilim insanlarının biçimlendirdiği “gerçeği değerlendirme” işlevi üzerinde kurgulanan bir algı-bilinç sisteminin (cogito Ç.N.) merkezine oturtmaya karşı çıkıyor. Bu karşı çıkış, Bayan Anna Freud’un gururla dile getirdiği bütün yapıların aslında en başat özelliği olan yanlış anlama (meconnaissance) işlevini vurgulamamızı sağlamaktadır. Çünkü eğer olumsuzlama (verneinung) ana yapıyı oluşturuyorsa, kadere ışık tutacak ışıltılar sayesinde id kendini gösterinceye dek bu yanlış anlama gizli kalacaktır.
Böylelikle nevrozların yapısını en ayrıntılı biçimde görebilmemizi sağlayacak pencere olan ben’in (je-I) oluşumundaki katılığı anlayabildik. Öznenin mekan tarafından kapılması, bize deliliğin, yalnızca tımarhanelerin duvarlarının ardındaki türden değil, insanı dünyaya karşı sağır ve kör eden en genel formülünü vermektedir
Nevroz ve psikozun doğurduğu acılar bizim için ruhun tutkularını öğreten bir okul gibidir. Bu sorunların toplum için yaratacağı tehditleri göz önüne aldığımızda psikanalitik dengenin terazisinin dengede olması için ne kadar çok şey yapılsa yeridir. Günümüzde antropolojinin inatla incelediği kültürle doğanın bu kesişme noktasında, sadece aşkın çözdüğü ya da parçalayıp attığı bu imgesel kölelik düğümünün psikanaliz dışında farkında olan bir alan yoktur. Filantropist, idealist, pedagog ve hatta devrimcileri güdüleyen agresiviteyi açığa çıkaran bizler açısından böyle bir görev için özgeci duygulara güvenerek onları temel almak olanaksızdır.
Özneden özneye gerçekleşen bir ilişki biçimi olarak psikanaliz analizana “sen busun” dediği bir baş döndürücü sınıra kadar eşlik edebilir. Bu noktada pratisyen olarak, hakiki yolculuğu başlatan ölümcül yazgısını ona gösterebiliriz ama bu tek başına altından kalkabileceğimiz bir işlem değildir.
NOT: Bu çalışma Lacancı Ankara Karteli’nin psikanaliz çalışmaları çerçevesinde yapılmıştır
*Lacan makalede ego yerine Fransızca ben anlamına gelen je ya da moi kelimelerini kullanmayı tercih etmiştir. Çeviride, ben kelimesi için nerede je (İngilizce karşılığı olan I ile birlikte), nerede moi (İngilizce karşılığı olan me ile birlikte) kelimelerinin kullanılmış olduğu parantez içinde belirtilmiştir. Je, bir eylem içinde olan özneyi temsil etmek için kullanılırken, moi başkaları tarafından eylemde görüldüğü kadarından daha geniş biçimde kendinin bilgisini, kendi kendinin bilgisini de içeren bir temsilcidir. Metinde je ya da moi kelimelerinin kullanılmış olması anlamı değiştirdiği için ben kelimesinin yanında bunlardan hangisinin kullanıldığı, İngilizce I ve me kelimeleriyle birlikte parantez içinde belirtilmiştir.Sarup, Madan. Modern Cultural Theorists: Jacques Lacan. Hemel Hempstead: Harvester Wheatsheaf, 1992
FRANSIZCA ASLINDAN ÇEVİREN: MUTLUHAN İZMİR
GERCEKEDEBİYAT.COM
METİN:
Jacques Lacan
YORUMLAR