Son Dakika



"Benim çaba göstererek yazdığımı, okurun çaba göstermeden anlamasını istemem." (Frencesko Petrarca, "Denektaşı - Sincan İstasyonu)

Gerçekedebiyat.com sayfalarında uzun süredir "ayın dergileri"ni yazamadım. Arayıp nedenini soran dostlarım da artık sormaz oldular. Bu yazılarımı okuyan -görünüşe göre- üç bin üç yüzün üzerindeki sadık okurumdan da özür diliyorum. Buradaki yazılar eleştirel bir okuma.

Şöylecesine seçtiğim dergileri, çıkar gözetmeden -ki edebiyat uğraşının en yalın ve saygın özelliğidir bu!- yalnızca edebiyatın ve bizim iyiliğimiz için değerlendirmek; öznel, bunun için de bir belalı iş.

Eleştirilerim karşısında üzülen ve kızanlar oldu. Bu beni etkilemedi değil. Hiç bir zaman teşekkür beklemedim ama yanlış anlaşılmak da insanı "yıkıyor" demek ki. Biraz bu yüzden yazmaya soğudum desem yanlış olmayacak.

Bu tembelliğimin bir nedeni de bir derginin okumayıp ya da okuyup hakkını vermediğim atladığım, ıskaladığım bir yazısı, şiiri olunca bu kez benim üzülmem.  

Yine de itiraf etmem gerekir  ki, her birine ayrı yazı yazılması gereken edebiyatımızın durumuna ilişkin bende birikmiş soru(nsal)lara, dergilerdeki  yazı, şiir, öyküleri bahane ederek, onlar üzerinden atıp tutmak işimi büyük oranda hafifletip onca yazı yazmaktan beni kurtarıyor.   

Neyse, her katil suç işlediği yere döner; işimize bakalım.

SİNCAN İSTASYONU

TEMMUZ- AĞUSTOS 2013

Sincan İstasyonu bu yaz günlerinde yine edebiyatla dolu bir şölen sunuyor sayfalarında. 

Aydın Afacan, "Bulut Defteri , Notlar... Noktalar..." başlıklı eleştirel değinilerinde, "Şiir okumadığını neredeyse öğünerek söyleyen 'entelektüel'leri olduğu gibi,   'başka şairleri okumadığı'nı söyleyen 'şiir yazanlar'ı da var memleketin..." diyor. Afacan'ın, "Annesi Rus babası Tatar" "Kendisi Çin'de doğmuş"  Nail Satılgan için "Ailesi komünizmden kaçarken çocuk komünist olmuş" nitelemesini, -burada- nitelemek gerekiyor! "Editöre ne oldu?" başlığında özellikle dergi yayın yönetmenlerini eleştiriyor ki yayınevlerine doluşmuş cahil "post-editör"ler dahil tüm "editör" sıfatındaki tüm zevatı "yayın yönetmeni"ne ya da "yayın kurulu"na çevirmek çapulculuğu artık biz yazarlara düşüyor! (Yayınevlerine sorarsan, "iyi yayın yönetmeni, evet, ama satacak kitabı bilmiyor!" diyorlar! Bu anlayışı bir yerden anımsıyoruz: "Tayyip Erdoğan evet hırsız cahil dinci filan ama adam oy almayı biliyor!" anlayışındaki insan onurunu hiçe sayan, birikmiş insan aklını bir kalemde silen metafizik masaldan!)

Emin Özdemir'in, "Ceyhun Atuf Kansu'ya Mektup"u, "Sevgili Ceyhun Ağabey" diye başlıyor. Ah, Tayyip'li yıllarda ne kadar hırpalandıydı "bizim çevre"lerce Ceyhun Atuf Kansu.  Adına ailesince konan değerli ödülü niçin aldın diye aşağılanan horlanan şairler oldu! Bu alçaklıkları hiç bir zaman unutmayacağız; acıyla, büyük üzüntüyle gözledi bu satırların yazarı! Umarım Emin Özdemir'in bu mektubu amacına ulaşır; buram buram hümanizm, buram buram Anadolu insanı kokan Kansu'nun güzelim şiir kitapları tozlu raflardan iner; yayınevleri "post-editörleri" durumu kurtarmak için de olsa yayın gündemine alır; yayınlanma olanağı bulur!

Metin Dikeç'i tanımıyorum ama  zor olması gereken yazıyı akıcı bir sadelikle, küçük bir öykü tadında yazdığı için teşekkür etmeliyim. "Gogol'un Paltosu'na Sığmayanlar" postmodern yıllarda yalnızca vicdanını kaybetmiş yazarlara değil yargıçlara, hukuk adamlarına, siyasetçilere de "Palto" öyküsünden yola çıkarak güzel bir mesel sunuyor. Bir edebiyat yapıtından bir sade eleştiriyle çağlarüstü sonuçlar çıkarmak ancak bu kadar olabilir. (Eleştiri denen şey böyle bir şey mi olmalı yoksa?)

Sincan İstasyonu, gerçekedebiyat.com sayfalarından aldığı "Mayıs-Haziran" devrimiyle ilgili yazar ve şairlerin ortak açıklamasını yayınlamış. Açıklama, genç direnişin anlayışından biraz uzak, "AKP dönemi solculuğu" diyebileceğimiz müzmin hastalıkları barındırsa da tarihsel değerdeki önemli açıklamayı sayfalarına alarak deyim yerindeyse durumu kurtarmış.

Ramazan Teknikel'in "Taşra Notları" iyi bir tarihsel döküm. Yazar ve şairler  en iyi tarih yazıcılarıdır tezini kanıtlıyor. Hele 70'li yılları soğurmuş dimağlar için ne büyük bir imgesel tarih. "Pütürge / Malatya - 1975" örneğin: "İlçenin tek bir lokantası ve tek bir oteli vardı. (...) Neredeyse hepsi bekar olan, ilçenin uzak dağ köylerinde görev yapan öğretmenler lokantaya girdiğinde yemek listesini sormaz, masayı lokantada ne kadar yemek varsa donatmalarını isterdi. (...) Lokantacı bu işi çok para kazanmak için değil, öğretmenlere jest olsun diye yapardı, zira aldığı para üç tabak yemek parasını geçmezdi. Lokantanın hemen yanındaki otelin sahibi ise gece on ikiye kadar ücretsiz çay-kahve servisi yapar, aldığı konaklama ücreti ise çoğu kez iki paket sigara parasını geçmezdi."

Sosyologlar için ne büyük bir "maden"! (Tuğrul Tanyol'un kulakları çınlasın!) Adeta bir Marquez dünyası tadı sunuyor Teknikel. Devam etmesi dileğiyle. (Ama tarihler arasındaki uzaklık korkuttu beni!)

Aydoğan Yavaşlı (Aydın Afacan'la ne kadar da karıştırıyorum bu ismi bir bilseniz; hatta yazının başına dönüp isimleri karşılaştırmak zorunda kaldım desem sakın suçlamayın beni; karıştırmakla kalmıyorum uyduruyorum bile: Bağımsız dergisindeki yazımda bir yerde, Budak'ın son şiir kitabı Okyanus Görmüş Gemi'yi "Okyanus Görmüş Kedi" olarak yazmak nasıl bir yorgunluğun sonucudur? Yetmeyen zamanın üzerinde kaygan bir zeminde yüzmek zorunda oluşum mu, gözlüklerimin camının kalitesizliği mi?)

Yavaşlı, "Bostanlı Mektupları"nda, "80'li yıllardan sonra edebiyatımızda Özalistler belirdi. Çabucak tanınmak, yazdıklarından büyük paralar kazanmak, yaratıcı çabadan uzaklaşıp enerjisinin büyük kısmını pazarlama etkinliğine vermek şeklinde özetlenecek davranış ve tutumlar... (...) Ülkemizin içinde debelenip durduğu bu karmaşa karşısında net bir politik tavır almayan / alamayan, ulusal kültürümüzü küçümseyen, halkın sorunlarından kopmuş zevatın zevzeklikleriyle  niçin zaman yitirelim?" diyor.

Bence bu kişilerin edebiyat açısından "yaratıcı" bir yanı da yoktur.

Beyninde lanet bir tümorun tedavisiyle boğuşan Tuncer Uçarol'un "Adana Otobüsünde 'Sevgili Şiir" yazısında 23 Şubat 2007 günü Adana'da yaşayan hasta annesini ziyarete giderken otobüste "Ziyalan'ın kitabı"nı okumasını yazmış. Bir şiirden, bir nehirde bir zamanlar var olmuş ahşap köprünün hikayesini sezmek hangi eleştirmenin mahareti olabilir? Bir günü dakika dakika yazmak  hangi eleştirmenin huyudur: "14.00 / Tuz Gölü'ne doğru.  Hava öbek öbek bulutlu. Yağmur gelebilir. Çok güzel gök. (Annem nasıl acaba bu kez?)"

(Bu yazıyı Mamak'ta "Neta Vane"nin üst katında, uçsuz bucaksız, bomboş  Mamak sırtlarından tertemiz rüzgar yiyen Arkadaş Kitabevi'nin terasındaki, vanilyali filtre kahvesi ve tüm kurabiyeleri enfes "Köpük Cafe"den boğazım düğümlenerek yazıyorum: Suçluyum, gidemedim ziyaretine; Tuncer Uçarol nasıl acaba bu kez?)

Sincan İstasyonu'nda, Önder Çolak, Fatma Aras, Neşe Karel, Ahmet Emin Atasoy, Dilek Değerli, diğer kitap tanıtımı, eleştiri, öykü yazarlarından. Neşe Karel'in "Tarçın" adlı tablodaki kedi resminden yola çıkarak anlattığı hüzünlü ayrılık öyküsü (yani aşk öyküsü!) çok etkileyici.

Ne o bitti mi, şiirler nerede, diye soracaksınız; üzülmeyin. Unutmadım. Sincan İstasyonu'nun en belirgin özelliği yeni ve özgün şiirleri cömertçe yayınlamasıdır. Dolaysıyla "iyi" şiirleri. Bir derginin en önemli özelliğidir, tornadan/fırından yeni çıkmış yaratıları yayınlaması. Hüseyin Atabaş müthiş şiirler yazıyor; olgunluk dönemiyle gençlik enerjisini birlikte böyle nasıl yaşatıyor? "Ayaşlı İlkyaz Bulutu" bir Ankara şiiri değil, evrensel bir bulut!

Beni şaşırtan Yunus Koray'ın şiirine rastlamak. Bir zamanlar iyi bir boksör olmak, iyi bir şair olmanın ön koşulu mu Yunus dost? (Oktay Taftalı da boksör şairlerimizdendir. Ağır kasa çalışmalarını sürdürüyor sanırım hep. Nereden mi biliyorum, ya da bu konuyu önemsiyorum: Lisede mazot kokan bodrum, pardon spor katlarında bir deri bir kemik boks çalışmış bir yazarım da ondan!)

Bir boksörün duyarlılığından çok öte duygularla etkilendiğim bir şiir oldu "Bir Yaz Gecesi Antalya'da". Şiiri bilen şairleri okumak, beni yeniden yaşama bağlıyor. (Şu başımı kaldırıp süzdüğüm  Mamak kırlarının kokusundan mı nedir? Aşağıda bıraktığım Ankara'nın kötülüklerinden uzakta olmaktan mıdır? Ya da gövdem, bilincim beni tatile mi kaçmaya çağırıyor?)

Dergide Ahmet Çakmak, Nihat Ziyalan, Muzaffer Kale, Ogün Kaymak, Seyhan Kurt, Ali Taş, Safa Fersal, Halil İbrahim Özbay, Yevgeni Yevtuşenko,Tayfun Gerz, Nisa Leyla, Emel Kaya'nın yazdığı şiirlerin hepsi birbirinden değerli. (Tüm bu zenginlikler: 5 TL'cik.) (Derginin, paramızın bin yıllık adı TL'yi kullanıp Tayyip döneminde çıkan o iğrenç kimliksiz neoliberal para logosunu kullanmaması tam bir çapulcu "diren" işi!)  

AKATALPA

TEMMUZ 2013

“Aylık Şiir ve Eleştiri Dergisi” Akatalpa, Temmuz 2013 tarihli sayısıyla 163. sayısına ulaşmış. Bursa'da Ramis Dara'nın yayın yönetmenliğinde çıkan derginin ilk sayfasında Oresay Özgür Doğan'ın ve İrfan Yıldız'ın şiiri var.

Ozan Genç'in, “Ozanın Ozandan Başka Dostu Yok” başlıklı denemesi her yönüyle ilginç düşünceleri barındırıyor. “Kimi ozan arkadaşlar 'Şiir Sevenler Cemiyeti' öneriyormuş. Ne diyeyim? Tanrı iyiliklerini versin. Günümüzde şiir seven mi kaldı? Bu arkadaşlar ozanın ozandan başka dostu kalmadığının ayırdında değiller henüz...” diye yazan Ozan, son tümceye kendi de inanıyor mu acaba?

Hüseyin Alemdar'ın “Gezi-Şiir” başlıklı şiiri bana biraz dağınık geldi. Kadir Aydemir, Arif Erguvan'ın şiiri de aynı sayfada.

Nilüfer Altunkaya'nın “Sözcüklerin Efendisi'ne Mektuplar-14”ün konusu şiir ve “Gezi Parkı.” Altunkaya, “Bir halkın uzun ve yorucu bir uykudan uyanışı. Belki de gençliğin yeniden gençlik oluşu. Ben bir özgürlük çığlığı olarak atılan bu direnişi seninle birlikte yaşayamadım...” derken şairleri kast ediyor anlaşılan. Böyleyse çok doğru; oturup bu acı gerçeği her şairimizin düşünmesi gerekiyor. Geride kalmak şaire yakışır mı? Yazısının sonunda, “Bu ışıl ışıl özgürlük umudu, yokluğundan başka bir rüzgarda sınayabilir mi beni?” diye de soruyor umudunu kesmeden!

Osman Serhat Erkekli'nin, "Türk Edebiyatında Neler Oluyor?" başlıklı yazısı edebiyatımızın son dönemine kısa ama çarpıcı yorumlar getiriyor. Yazının kendisi kocamanbir soru. Soru sormaya cesaret etmeye, "Bu böyle ama niçin böyle?"yi merak etmeye başladığımızda ancak içine tıkıldığımız karanlık kuyudan çıkabileceğiz.

RİND EDEBİYAT KİTABI

Tuğrul Tanyol'un bu işe nasıl "ikna" olduğunu anlamadım; yapmak istediklerini yapabileceği çok yer vardı; ama yine de herkesin özgür ve özgün tavrına saygı duymak gerekiyor. (Haziran direnişinden sonraya kalsaydı Tuğrul Tanyol çoktan cayardı düşüncesindeyim ya...)

Kapağı 1980'lerin dergi kapaklarını andıran Rind,  bir dergi değil; ISBN almış ama ISSN'siz bir dergi diyebiliriz.  Dergi çıkarmak bir başka görüşü ileri sürmek anlamındadır. Bunca dergi var, diğerlerinden ayrılan yanı ne derseniz; bir ayırımı yok. Belki ileride ortaya çıkar; daha birinci sayıda haksızlık etmemek gerek. Ya da diğer dergilerde bile yazmaya başladığı düşünülünce "Tuğrul Tanyol'un dönüşü" denebilir! Neden olmasın.

"Yayın yönetmeni" (Ne güzel bir kavram) Tuğrul Tanyol "Şiirsel Bir Çağın Ruhu" başlıklı sunuş yazısında "1980'lerin başlarında ilk dergicilik maceramıza başladık bazı şair arkadaşlarla. Sonra bu girişimimiz '1980 kuşağı' tanımlamasıyla boynumuza takılı kaldı." diyor. Adnan Özer, Vural Bahadır Bayrıl, Metin Celal, Mehmet Müfit, Cengiz Öndersever, Ali Günvar, Oktay Taftalı... "Üç Çiçek, Poetika, Çizgi, Şiir Atı, Göçebe, Fanatik, vs..."

(Tahminimde yanılmıyorsam, Adnan Özer'in sırtından geçti tüm yük!)

"Başlarken okurumuza bazı sözler verdik üstü kapalı, açık... ve bu sözlerin çoğunu yerine getiremedik. 80'ler ve 90'lar tartışmalarla geçti ve biz sözlerimizi unuttuk. (...) Kuşkusuz dergilerimizin kısa ömürlü olması, bazı arkadaşların farklı mecralara doğru yelken açması boşluğu doldurmamıza olanak vermedi. (...) Yine de Necip Fazıl ve Nazım'ı birlikte sevme, Yahya Kemal ve Haşim'i modernitenin iki mimarı olarak yeniden hatırla(t)mak gibi bazı işler yapmadığımızı da söyleyemem. (...)" diye yazmış Tanyol.

"Seksenler" dizisi varken 80'leri tartışmak istemiyorum; şairler tartışsın. Belki başka zaman tartışılır.

Ancak, Nazım Hikmet, -bu yazının sonunda görüleceği gibi- Türkiye'de alanları dolduran muhteşem Haziran direnişinin pırıl pırıl gençlerinindir; onların geleceğidir! (Kim bilir ne şiirler yazardı bu güzelim gençlere Nazım!) Necip Fazıl, gençlerimize salya sümük saldıran Kadir Mısırlıoğlu'dur, Prof. Dr. Cahit Tanyol'a yapmadıkları alçaklık kalmayan güruhundur. Bir tutmam olanaklı değil: Asla!

Türkiye Cumhuriyeti tuhaf bir ülkedir: Israrla, tek bir "Kurtuluş Savaşı" şiiri yazmayan Yahya Kemal, bu yoksul halkın vergileriyle en yüksek devlet memuru maaşıyla beslenmiştir de, Mustafa Kemal için en güzel şiirleri yazan Nazım Hikmet'i 15 yıldan fazla zındanlar(ın)da çürütmüş, bu ülkeyi ona dar etmiştir! Oysa Türkiye belki de sırf Nazım Hikmet, dünyanın en muhteşem Anadolu tanımı olan "Dört nala gelip Uzak Asya'dan / Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan / Bu memleket bizim" dizelerini yazdığı için Türkiye "payidar!" kalacaktır.

Belki de her cumhuriyeti Cumhuriyet yapan, gerici ve ilerici yanın mücadelesinden doğan ilerleme/gelişmedir. (1789'dan 11 yıl sonra Bonapart diktatörlüğü geldi!) İnsanlığın ilerlemesi bu mücadele üzerinde kuruludur. İkinciler birincilerin her türlü devlet olanağıyla sürdürdüğü baskı ve şiddete devrimlerle karşılık vermiştir. Bugün "seçiimmm", "sandıık", "demokrasiii" nutuğu atanlar bu olanağı tarihin ilerici güçlerinin kanı pahasına yüksek bedeller ödeyerek yaptığı devrimlerle elde edebilmişlerdir! (Zaten bu devrimcilere de bunun için "ilerici" denmiştir.)

(Her neyse. Mamak yaylasının gittikçe soğuyan rüzgarına karşı "Köpük Cafe"de çalan "Fado" müziğine kısa süre dalmak daha iyi.)

Nazım Hikmet'in 50. ölüm yıldönümünde,  yeni çıkan bir dergiye "Yahya Kemal Dosyası"yla başlamış olmaları beni kırmış olabilir.  Elbette Yahya Kemal'in hakkını yememek gerek; sonuna kadar Cumhuriyetçidir. Herkes onu Osmanlıcı filan sanır; oysa ben 1920'lerde Ankara'da iş pişiren devrimcilerin İstanbul'daki gizli koludur diyebilecek kadar ileri gidebilirim. Ders verdiği okulunda aklı başında ilerici, yetenekli tüm öğrencilerini Ankara'ya yönlendirmiştir; laz kayıkçıların silah kaçırmaları gibi! Öyle ki Yahya Kemal CHP -tek parti!- döneminin torpillisidir. Söz ettiğim "derin" çalışmaları nasıl neyse, Cumhuriyet ilan edilir edilmez ilk seçimde -1923- Kahramanmaraş milletvekilliğiyle ödüllendirilmiş, maaşı ölene dek şişkin olmuştur. (Aslında Yahya Kemal'in CHP'yle ilişkisi ciddi bir çalışmayı gerektiriyor sanırım.) "Ankara'nın İstanbul'a benzemesini seviyorum!" lafı da tevatürdür. "Ankara olmazsa İstanbul yaşayamaz!" dediğini biliyorum ama.

Rind'de Haydar Ergülen, "Yahya Kemal'e 'Son Osmanlı Şairi' denir." diye yazdıktan sonra bir de  'İmparatorluk Şairi' ile 'Saray Şairi'nin aynı anlama geldiğini söyleyelim." diye eklemiş. "Sokakta mahcup bir şairdir", "Araf'ta bir şairdir" vs. zorlama ya da ortalama başlıklarla maddeleştirdiği "On" düşüncesinin içinde doğal olarak  dişe dokunur, özgün bir yan yok; ki üstelik bu tanımlar, Yahya Kemal'in Cumhuriyet devrimcileriyle "derin" ilişkisini örten bir "ters köşe" gibidir.

(Yeri gelmişken Haydar Ergülen "Yahya Kemal'in On İstanbul'u" başlıklı söz konusu yazısında anlaşılan Beşir Ayvazoğlu'nun Yahya Kemal'e iliştirdiği deyimden yola çıkarak, "Eve dönmek' Türkiye'de 1980'lerden sonra 'şiire dönmek' anlamında da kullanıldı" diye sıkıştırıveriyor. "1980 öncesi"ne niçin bu bitmeyen kin? Madem öyle, bir "kayıp" kuşak "78" kuşağının dört dörtlük üyesi olarak söyleyeyim ki bugün -Gezi Parkı direnişinden sonra daha da netleşti bu- Ataol Behramoğlu'nun 1965'de yazdığı "Bir Gün Mutlaka" şiiri Haydar Ergülen'in hangisini okusam karanlık bir kuyuya düştüğümü sandığım Kenan Evren dönemi şiirinden çok daha aydınlık ve ferahlatıcıdır; ve de çok daha şiirdir! -Haydar Ergülen, Türkçeyi en güzel kullananan bir şair ama "tahayyül"ü yanlış!-)

Yahya Kemal  bir "Son Osmanlı şairi" değil bir ilk Cumhuriyet şairidir bayım!

Zaten iki de bir lafa başlarken kullanılan  "Modern Türk şiirinin kurucusu" gibi tanımlar bu gerçeğin utangaç hali ve bir itiraf değil midir?

NEDİR BU "MODERN" KAVRAMININ BİZİM ŞAİRLERDEN ÇEKTİĞİ!

Dergide -aptalca niyetlendiysem de, zamanım yok, sayamadım- bir çok yerde geçiyor bu "modern Türk şiiri" kavramı. Hemen hemen her edebiyat dergisinde de olur olmaz kullanılıyor.  (Üstelik hep aynı kişiler yazıyor!) Peki, neden? 1980'den önce bu kavram var mıydı? Bilmiyorum. Sakın bu "modern" dedikleri Cumhuriyet dönemi Türk şiiri olmasın? Ukalalık edip ders vermeye gerek yok ama birinin dillendirmesi gerek:

Modern "olan" kapitalizme içkin olan demektir. Feodal dönemin üretim ilişkileri değil kapitalist üretim ilişkilerinin, deyim yerindeyse, adıdır. Kapitalizmin ürettiği, dayattığı yaşam biçimidir; karasaban değil, traktördür, kopya kalem değil bilgisayardır. Referansı din değil bilimdir! Feodalizmin reddi demektir. Bu anlamda "yeni" demektir.

Bizde Cumhuriyet, kapitalist üretim ilişkilerini yukarıdan aşağıya örgütlemeye çalışarak feodal üretim ilişkilerini tasfiyeye girişti. Batı'da bu sermayenin "temerküzü"yle kendi iç dinamiğiyle aşağıdan yukarıya gerçekleşmişti. Bizde sermaye birikimi dolaysıyla sermaye sahibi devrimci burjuvalar olmadığı için bir kaç eski subaydan oluşan deli dolu devrimciler yukarıdan aşağıya kendimize özgü bir devrimler silsilesiyle (Amerikan İç Savaşı'nı, SSCB'nin ilk yirmi yılını, Fransız devrim(ler)ini düşününce!) büyük oranda kamu gücüyle ve elden geldiğince şaşılacak derecede kansız yöntemlerle "modern" bir yaşam inşa etmeye, bunu gerçekleştirmeye çalıştı.

Kültürel alanın "modern"i ise, gelişen kapitalist üretim ilişkilerinin ördüğü yaşam biçiminden doğan kültürel devrimler silsilesidir. (Örneğin, Ezra Pound, T.S.Eliot çıkışı/şiiri, "Beat kuşağı" yazarlarını bu "Yolda" yürüten, değişip gelişen "modern" Amerikan üretim ilişkilerinin insan tekine etkisiydi.) "Eski" şiir kalıplarını, edebiyat biçimlerini yerle yeksan edip yeni, serbest, yaratıcı, değişken, hızlı, kısaca "modern" yaşamı göğüsleyecek güçte şiirler dönemidir bu.

Bizde "modern" yaşamın önünü açan devrimler, ülkenin kendi iç dinamiğiyle gelişmesi sonucu değil Toynbee'nin deyimiyle bir anlamda "taklit" olunca şiirde de, edebiyatta da -yeniden keşfetmeye gerek yok- taklit başladı.  Ancak taklit biçimlerle de olsa, Halk şiiri, Divan şiiri kalıpları paramparça edildi; Cumhuriyet dönemi Türk şiiri bu "modern" işinde öyle azıttı ki her on yılda bir Birinci Yeni, İkinci Yeni vs. hepimizin bildiği her biri bir öncekini dışlamaya çalışan -demeyelim- aşmaya çalışan "modern!" şiir anlayışları geliştirdi.

Cumhuriyet feodalizmi tam anlamıyla tasfiye edebildi mi? Kesinlikle hayır.  Sanayi kapitalizmini geliştiremedi ancak -son on yıla bakınca! montaj sanayini de arar olduk- en vahşisiyle ticaret kapitalizmi ağırlıklı bir kapitalizmin üretim ilişkileri egemen oldu; kültürel alanda vatandaşlarını eğitemedi; yönlendirip yoğuramadı; feodal (-"modern" olmayan!-) bir "% 50!" yi 1945'lerden sonra bırakalım tasfiyeyi, giderayak kendi eliyle bir canavarı besler gibi besledi! 12 Eylül'le ise tüm anti feodal unsurları cezaevlerine tıktı, laik liselerde, okullarda  kendisini geliştirmiş aslında birer "modern" yaşam destekçisi -evinden kaçmış!- biricik güçleri astı kesti, hapislere attı; feodal düşüncelere ise kapıları sonuna kadar açtı; öncelikle üniversitelerden başlayarak devletin kadrolarına "türk-islam sentezi" garabeti kişileri doldurdu; sonuçlarını da buyurun, on yı(lar)dır yaşıyoruz!

Bütün bunlar olmuşken şimdi iki de bir "modern şiir" demenin -eğer eskiyle bir karşılaştırma yapılmıyorsa- kavramlara gereksiz yük yüklemekten başka bir işlevi var mı? Feodal şiir mi var? Var olsaydı ayırım için kullanmak gerekebilirdi. Ama feodal dönemin şiir kalıpları çoktan terk edildi. Alıcısı da yok satıcısı da!

O halde, "günümüz şiiri" ve -veya eğer birilerine batmıyorsa-,  "Cumhuriyet dönemi Türk şiiri", olmadı "Çağdaş Türk Şiiri" denebilir rahatlıkla.

("Modernite", "Modernizm" ise yine karıştırılan ama olur olmaz kullanılan kavramlar. Bu sayfa uzuyor; değinmeyeceğim ama kısaca: "Modernite", "modern" üretim ilişkilerinin yarattığı/dayattığı yaşam, kültürel iklim, yemekden şiire kadar değişmiş kültürel kanonun tümüdür diyebiliriz. İkincisi ise bir sanat akımıdır ve yukarıdan bu yana söz ettiğimiz "modern"le sözcük anlamı, ses bütünlüğünden başka bir ilişkisi yoktur. Öyle ki başında "modern"vardır ama tümüyle kapitalizmden nefret eden ve 1845'lerde Baudelair'le başlatıp 1920'lerde "avangard" sanatla sonlandırabileceğimiz bitmiş bir sanat akımıdır!)

Rind'de beni üzen bir yan, hala bir derginin -üstelik "yeni" çıkan bir derginin-  Doğan Hızlan'dan -medet umması demiyorum, ağır olur- yazı istemesidir. Rind'de "Yahya Kemal Dosyası"nda  Abdullah Uçman, Ali Günvar, Baki Ayhan T., Mustafa Fırat, Emel Koşar'ın yazıları var. Bir şey yazmıyorum;  yalnızca Mustafa Fırat'ın yazısının başlığının, Türkçeyi, dolaysıyla doğru düzgün düşünceleri amuda kaldırıp sulandırmakla görevli Birikim'in başımıza bela ettiği başlıkların bir taklidi "Vaziyetlerin Dikkatinde Olan Bir şair..." olduğunu belirtirsem yazıların niteliğini tahmin etmek zor değil.

Dergide bir şanssız durum da "Mürekkebi Kurumadan" bölüm/başlığıyla Mario Levi'nin bilmem ne zaman yayınlanacağı romanından ilk bölümlerin olması. İlk bakışta iyi bir şey gibi görünse de "Yazarın.. çıkacak yapıtından.." türü yazılar yayınlamak, her dergiyi biraz daha zayıflatan bir etkendir.  Hilmi Haşal "Özdemir İnce ve Şiir Evreni" başlığıyla bir yazı yazmış: "Özdemir İnce çağının gerçeklik sorununa sorumlulukla eğilmeyi..." Ne özgünlük değil mi? Bu tanımı ben on bin milyon kez daha okumuştum bir yerlerde!!  V. B. Bayrıl'ın yazısının bir başlığı var ki, amanin! "Lirik Tahayyüle Bir Yama Olarak Yara Şiirleri"! "Yazı başlıklarındaki karışıklık yazanın kafa karışıklığını da sergiler" vecizesine örnek!  (Hilmi Yavuz'un bile anlamak için bir ikinci ömür tüketmesi gerekir düşüncesindeyim.)

Derginin "Zaman ve Şiir" adlı bir bölümü daha var, Oktay Taftalı, Tuğrul Tanyol, Berna Olgaç'ın yazıları derginin belki de en önemli sayfaları; ama uzadı, değinemiyorum. Yalnız Tuğrul Tanyol'un bir kaç saptamasını almadan geçemeyeceğim: "Şiirin zamanla didişmesi, en insani duygunun, yaşlanma korkusunun dışavurumudur... (...) Sanat ve edebiyat yaşlanmaya (dikkat, "hayata" karşı değil! A.Y) karşı bir direniştir aslında. Her sanat yapıtı, zamanı dondurup saklamaktır..."

Bence, yaşadığımız bu günlerde önemli bir saptama. Sanatçı, özellikle şair, ölümsüzlük peşinde çağdaş birer Gılgamış'tır. İnsana yakışmayan en berbat şeydir ölüm! Ölümsüzlüğü de ancak Gılgamış'ın torunları -sanatçılar- bulabilir. Elias Canetti bu vurguya ömrünü adamıştır. Bir başka zaman "ayın dergileri"nde söz ederiz.

Metin Erol, Mustafa Fırat'la konuşmuş. Mustafa Fırat'ın bir dergisi yok mu Mühür diye? Orada hiç derdini anlatamıyor mu acaba? Metin Erol, "Nicedir şiir ortamında bir taraflaşmanın olduğu açık. Mustafa Fırat dergiciliğiyle bunu kırmaya çalışıyor.." mu gibi güzel bir soru da sormuş.  Ama "bazen ağlıyorum biliyon mu?" türünden tuhaf ve geçiştiren bir yanıttan başka bir yanıt yok. Oysa mükemmel bir soruydu: Bir insan niçin insanların "taraf" olmasını engellemeye çalışır? Niçin?  (Cevat Akkanat herkesten çok daha dürüst bir  noktada duruyor bana göre.)

Derginin sonlarında bir sürprizle karşılaştım. "Çok Eski Bir Duygunun Uyanışı" adlı öykü Çağrı Tanyol'un. Öykünün başlarındaki şaraba odaklanmış kamera örneği anlatım, öykü boyunca ev içi diğer eylemler, düşünceleri anlatırken de sürünce rahatladım. (Şarap içmeyi sevdiği için bu başarısı sanmıştım.) Uzun zamandır öykü yazarlığımızda özlemle aranan "gözlemci" yanı gelişmiş -demeyelim, diğer yazarlara haksızlık olur- gözlemlerini yazmayı seven bir öykü yazarıyla karşı karşıyayız.  Çağrı Tanyol, O'henry'deki konu bütünlüğünü, Muzaffer Buyrukçu'daki gözlem gücüyle doruğa ulaşan zengin betimlemeleri  ve Tarık Dursun K'daki diyalog gücünü içselleştirdiğinde iyi bir öykü yazarı olacak mutlaka. Çünkü her yazarda olması gereken ölüm karşısındaki zavallılığımızdan, zamanın akışını engelleyememeden doğan o marazi duygu, humor Çağrı Tanyol'da fazlasıyla var.   

Rind'in şairleri, Enis Batur, Gültekin Emre, Adnan Özer, Gonca Özmen, Emel Koşar, Koray Feyiz, V. B. Bayrıl. Adnan Özer'in amcasının oğlu Yılmaz Özer için yazdığı şiir çok etkileyiciydi. Tekrar okudum.

Rind'i  okuyup bir kenara koyunca, eğer başarılı olacaksa -sahipliği önemli değil-  elden geldiğince "Mühür" dergisinin yazar/şairlerinden uzak durması gerektiğini düşündüm.  Bir de, dergiciler bir zamanlar dost oldukları insanlarla "feodal!" bir ilişkiyle değil, aynı amaçlar uğruna aynı değerleri savunduklarıyla bir arada olunca başarılı olurlar... diye;  nedense!

BASAD

KÜLTÜR SANAT

Bakırköylü Sanatçılar Derneği adına A. İlhan Gülek'in sahibi olduğu ve “Yazı işleri Sorumlusu” olarak “duayen” dergici Günel Altıntaş'ın yönettiği dergi 16. sayıya ulaşmış kaş ile göz arasında. Günel Altıntaş, 1937 doğumlu bir şair ve yazar ve de yayıncı. Hukuk fakültesi mezunu ama edebiyatın içinde. İlk şiiri 1960’ta Varlık dergisinde yayınlandı. Deneme ve eleştiri yazıları yazdı. Seçme Kitaplar Yayınevi'ni kurdu. Edebiyatımıza nice yazar ve şair kazandırdı dergici olarak. Edebiyatımızın, dergiciliğimizin bugünkü durumunu görünce eski günleri anıp durmaması olanaksız. Ne kadar üzülüyordur kim bilir? Geçen gün, “yahu dergiye yazar ve şairler bile abone olmuyor” diye sanki kimsenin bilmediği bir gerçeği saf bir şaşkınlıkla dile getirmişti de (Aydınlık,  18 temmuz 2013) on yedi yıl Edebiyat ve Eleştiri'yi çıkarmış birisi olarak acı acı gülümsemiştim kendi kendime.

Derginin kapağında kocaman bir Sait Maden fotoğrafı çok etkileyici. Ancak fotoğrafı çeken ünlü fotoğrafçı Mahmut Turgut. Adı bile geçmiyor. Sanırım Altıntaş “google” dedenin oyununa gelmiş.

“Farkını” ortaya koymuş Altıntaş. Sait Maden tüm dergilerimizin kapağını süslemeliydi. Türk edebiyatına bu kadar hizmet eden, düzeyini yükselten ve şair olarak büyüklüğü zaman geçtikçe ancak anlaşılabilecek olan Sait Maden'i saygıyla anıyoruz bir kez daha. Dergi Maden'in “Düşçü” adlı şiiriyle başlıyor. Cafer Yıldırım'ın yazısı ise Maden daha hastanedeyken yazılmış. Muzaffer İlhan Erdost ise “2 Temmuz Sivas / Tabutlara Sığmadı” yazısıyla yer alıyor.

“Felsefe Bilim Sanat “ başlıklı yazıda Afşar Timuçin, kültürel alanın üç alanı hakkında: “Felsefe bilim ve sanatın hangisi daha önceliklidir?” sorusuna bunların üçünün de birer kapalı alan gibi görünmelerine karşın birbiriyle iç içe olduğunu vurguluyor. “Sanatçı da insanı araştırmaktadır, filozof da insanı araştırmaktadır, bilim adamı da insanı araştırmaktadır. Yöntemlerinin başka başka olması bu üç alanı birbirinden koparmaz ya da uzaklaştırmaz.”

Ömür Candaş'ın kitaplar üzerine denemesi mutlaka okunmalı: “Hiçbir gerçek yapıt, piyasanın anladığı anlamda tüketim malı değildir ve olmayacaktır.”

Tansu Bele, “Dinlerin Dayanılmaz Hafifliği” başlıklı yazısında “Ben bu ülkeye neden güveniyorum?” sorusunu kimsenin bir an aklından çıkarmaması gerektiğini öğütlüyor.

Dergide sürpriz, sıcak bir safa var: Cemal Süreya'nın Günel Altıntaş'a, “Fazıl Hüsnü Dağlarca, Tahsin Saraç, Cemal Süreya ve Cengiz Bektaş'ın kurduğu ama daha ilk sayısı anlaşılan yayınlanmamış olan Yanarca dergisinin başlıklı kağıdına daktiloyla yazılmış mektubu yer alıyor. Kim bilir ne mektuplar vardır edebiyat tarihimizin en önemli yaşayan kişisi Günel Altıntaş'da. Derginin sonlarında ikinci sürpriz de “Cemal Süreya Anısı” başlıklı altın kıymetinde yazısı.

Altıntaş kendi güzelim şiirlerini başlı başına bir “derya” olan ve kitap olarak ilk 1973'de yayınlanmış olan “Değinmeler”inin sonuna niçin eklemiş anlayamadım. Şiirlerini pekala başka bir sayfaya koyabilirdi. “Tayip bey, her vesileyle konuşmalarının arasına şiir sıkıştırıyor. Muhalefet şiirin gücünün farkında değil.”, “Eskiden bir yerde bir felaket olduğunda hemen oranın halk ozanları bir ağıt, bir destan yazar, sokaklarda satarlardı. Şimdi bakıyorum da sanki Hüseyin Haydar'dan başka halk ozanı kalmamış.”

Hepsi birbirinden anlamlı ve buraya neredeyse tümünü alma iştahımı kabartan “Değinmeler”in birisi vardı ki ürperiverdim: “Halkın cehaleti, vatan hainliğinin kendisi olabilir.”!

Ahmet İnam'ın gülen mutluluk veren yüzü müthiş bir öykü başlangıcı ve imge sağanağı tümcelerle yazdığı “Mendilimde Hakikat” yazısının tam kenarında. Kalp ameliyatı olmuştu; buradan geç de olsa geçmiş olsun diyorum.

İnci Ponat, “Postmodernizm ve Yazınsal Yansımaları” işi fazla uzatmadan özlü bir biçimde ortaya koymuş. Baktım Orhan Pamuk'un hırsızlığını ortaya çıkardığım yazımdan söz etmiş. Çocukluğumdan beri hep iyi bir yazar olma düşüyle yaşadım. Bu uğurda her şeyi feda ettim; çoğu dünyevi fırsatları büyük bedeller ödememe neden olsa da bazen kabaca reddettim. Bu inadım hala sürüyor: Yazmaya daha yeni başladım ve iyi bir yazar olduğumu düşünüyorum. (Edebiyat tarihimize Orhan Pamuk'un hırsızlığını bulan adam olarak kalmayacağıma emin olabilirsiniz!)

İnci Ponat: “Ahmet Yıldız, postmodern romanda var olan alıntının kimden yapıldığını belirtme koşulunun bulunmadığı gerçeğini göz ardı ederek Pamuk'u hırsızlıkla suçlar.” diye yazmış. Düzeltmem gerek: Pamuk, -kitabının sonraki baskılarında da olsa- bir dizi yararlandığı kaynağı kitabın sonuna eklemiş. Ancak Beyaz Kale'yi esas üzerine kurguladığı -İnci Hanım'ın da adlarını sıraladığı- kitapları eklememiş. Kurnazlığın da böylesini vurgulamıştım ben. (Demek ki Pamuk da postmodern roman yazdığının ayırdında değilmiş!)

H. Hüseyin Yalvaç'ın “Yolum Facebook'a Düştü” adlı şiiri mutlaka okunmalı. Derginin diğer bazı yazar ve şairleri Erdoğan Sancak, Zeynep Aliye, Barlas Özarıkça, Ahmet Yıldırım, Ataner Yıldırım, Mazlum Zengin, Öner Yağcı.

YASAKMEYVE

Dergi elli üçüncü sayısına ulaşmış. Hem Varlık'ı hem öykü dergisini hem bu dergiyi yönetmek nasıl yormuyor Ali Enver Ercan'ı bilemiyorum. Dergide Veysel Çolak “Şair ve Okurları” başlığıyla verilmiş. Şaire okurları sorular soruyor ve o da yanıtlıyor. Aslıhan Tüylüoğlu, Gökben Derviş, Muzaffer Kale, Tuğrul Keskin, Gülümser Çankaya, Özlem Tezcan Dertsiz, Atalay Saraç, Hüseyin Peker'in sorularının yanında benim de bir sorum var Veysel'e. Gönderdiğimi bile unutmuştum. Okuyunca anımsadım: “Türk şiirinde eleştiri son öncüllerini de yitirerek yok mu oldu...” diye. Tabi Veysel Çolak yanıtlamaktan zevk alan bir bilinç: “Türk şiirinin Batıda olduğu gibi büyük eleştirmenleri olmadı hiçbir zaman. Eleştiri şiire paralel olarak işlerlik gösteremedi. Memet Fuat, Mehmet H. Doğan hayatlarını şiire verseler de içerik çözümlemesi yapmakla yetindiler bir bakıma...”

Veysel'le bu soru/yanıt konuşma, çok yararlı bilgileri ve saptamaları içeriyor. Dergiyi salt bunun için alıp bir kenara koymalı ve ansiklopedi gibi gerekli olduğunda açıp bakmalı!

Dergide Sina Akyol,Cevat Çapan'ı böyle okudum, böyle gördüm, böyle anladım” başlıklı yazısına, “Cevat Çapan şiirini neden mi seviyorum, niçin mi önemli buluyorum... “ diye başlıyor.

3. Uluslararası Eskişehir Şiir Buluşması'nda şairlerin Yazılıkaya önünde verdikleri fotoğraf müthişti; kıskandım.

“Gezi Parkı Eylemi ve Şiir” dosyası ise çok zayıf kalmış. Aceleye gelmiş doğal olarak. Mustafa Köz'un yazısından kompozisyon olarak da bir şey anlamadım. Sezai Sarıoğlu'nun yazısı ise “Taksim Kırsalında Sürrealist İsyan” talihsiz başlığını taşıyor. İsyan çok ciddi bir olaydı ve binlerce insan yaralandı, onlarcası kulağını gözünü kaybetti, 6 insan öldü! Yanlış anlaşılmasın sürrealizmi ciddiyetsiz bulduğum için değil, tam anlamıyla “realist!” bir “isyan!” olması için bunlar bile yeterli olmamış anlaşılan Sezai için. Yazıyı da okumadım zaten; edebiyat ciddi iştir ve hele isyan daha da ciddi bir iştir!

Yasakmeyve'nin şairleri Mehmet Mümtaz Tuzcu, İlkiz Kucur, Hilal Karahan, Zehra Betül, Galip Ferhat Akbal, Taner Cindoruk, Fırat Caner.

MİLLİYET SANAT

Biz “78'liler” Milliyet Sanat'la büyüdük dersek abartılı olmaz. Koltuğumuzun altında, "Yasa dışı"  bildirilerin arasında bir de Milliyet Sanat olurdu!

Buraya almamın nedeni, Nazım Hikmet'in 50. ölüm yıl dönümünü unutan edebiyat dergileri ve Gezi Parkı direnişiyle Nazım Hikmet ilişkisinin Milliyet Sanat'ın ilk sayfalarında yer alması! Bu ayıp diğer edebiyat dergilerine yeter de artar sanırım!

Dergide bu konuda okunacak, saklanacak güzel saptamalar var. Özellikle onlarca direnişçi gençle yapılan soruşturma göz yaşartıcı. Soruşturmayı yapan güzelim genç Selin Sayar giriş yazısında, “Türk edebiyatının 'mavi gözlü dev'i Gezi Parkı eylemlerinin de simgelerinden biriydi. Gezi Parkındaki ağaçların kesilmesine karşı başlayan eylemler, Nazım'ın, 'Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür, ve bir orman gibi kardeşçesine' ve 'Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda' dizeleriyle bütünleşti.” diyor.

Soruşturmada şunları söylemiş “90” kuşağı: “Yıllar önce yazdıkları bugünleri aydınlatıyor.” Özkan Korkmaz (19), “Kimse ne onun şiirine erişebildi ne kavgasına.” Mert Say (19), “Nazım da bu yaşlarda mücadeleyi başlatmış.” Şafak Küçüksezer (20), “Yeryüzünün bütün renklerini sevmeyi ondan öğrendik.” Özlem Özdemir (32), “Gezi Parkı'nın simgesi O.Buğrahan Özbileciler (21), “Çatışmalar sırasında Nazım'ı andık.” Emek Bayrak (21)

Dergide ayrıca, Hıfzı Topuz, “Nazım Sağ Olsaydı...”, Refik Erduran, “Nazım'la Kavgam”, İbrahim Balaban “Ustamla Beraber Bursa Damında”, Orhan Karaveli, “Öleli 50 Yıl Oldu! Peki, ya Vasiyeti?”, Erkan Irmak, “Her Yer Nazım, Her Yer Direniş” yazıları var.

Ahmet Yıldız
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM