Avcı / Sinan Vargı
Ölüm bizi ayırana dek
Her pazar ama istisnasız her pazar sabahın 7’sinde kalkıyor, küçük botu, minik motoru, benzin deposunu, olta takımlarını ve bir de minik beslenme çantasını arabasının arkasındaki römorka yükleyip balığa gidiyordu.
Akif Bey aşağı kata taşındığından beri, bahçemizdeki güller ve çiçekler daha da güzelleşmişti. Haftanın bir kaç günü, bahçede güllerin dibini elindeki çapa ile beller ve apartmandaki komşulardan 'sakın çöpe atmayın' diye bin bir tembihle topladığı yumurta kabuklarını ufalayarak güllerin dibine gömerdi.
Onunla ilk dostluğumuz böyle bir gül bakım gününde başladı. Yumurta kabuğunun kalsiyum, muz kabuğunun potasyum, paslı demirlerin ise güllere doğal demir sağladığını anlatmıştı. Aslında emekli albay olduğunu da sonra ben komşulardan duydum. Bir komşum gençliğinde çok iyi avcı olduğunu, aylarca dağda kalarak avlandığını bir başka ortak arkadaşından duyduğunu söylemişti. Ama hiçte bir asker emeklisi veya avcı gibi değildi. Çünkü bu konulardan hiç söz etmiyordu. Bildiği tek şey topraktan çıkan her bitkinin adları onların insana ve tabiata ne gibi faydaları olduğu, güllerin nasıl yetişeceği ve balıkların nasıl pişirileceği gibi konulardı.
Akif Beyle dostluğumuzun ilerleyen haftalarında bir pazar günü beni de balığa davet etmesini bekliyordum. Ama nereye gittiği konusunda hiç bir şey anlatmamıştı. Zaten Ankara'da yaşayan bir balıkçının gidebileceği botla gidip balık avlayabileceği bir kaç yer vardı. Gölbaşı, izin alabilirse Orta Doğu Teknik Üniversitesinin Eymir Gölü veya Hirfanlı Barajı. Bir gün bana yalnızca izin aldığı için Eymir Gölünde ''botu yüzdürdüğünü" söylemişti.
Nihayet yaklaşık üç dört ay sonra bir cumartesi günü bana dönerek, "yarın 7’de hazır ol evlat, sabah kapını çalarım" dedi. O sabah erkenden kalktım. Saat altı buçuk gibi aşağıda idim. Kapıda onu beklemeye başladım. Motoru ve botu yerleştirmesine yardım ettim. Erken kalkıp ona yardım etmem onu biraz da olsa mutlu etmişti.
"Yengen senin için de sandviç yaptı. Umarım beğenirsin" diyerek Eymir'in yolunu tuttuk. Kapıdaki bekçilere yaklaştığımızda bir torbanın içinde bulunan bir kaç sandviçi, "alın bakalım çocuklar sabah kahvaltınız geldi" diyerek onlara uzattı. Küçük bir kumsalda arabayı ve römorku dikkatlice park ettikten sonra, botu ayak pompası ile şişirdi. Bu arada da bana talimatlar vererek botun alt kısmındaki geçme tahtaları taktırıyordu. Sonra botun arka kısmına motoru dikkatlice bağladıktan sonra benzin tankının bağlantılarını da kendisi yaptı.
Olta kamışlarını beslenme çantasını da yanına aldıktan sonra motoru çalıştırıp bütün gölde bir gezinti yaptık. Sonra "gel sen dümene geç artık" diyerek bana dikkatli bir asker edası ile motoru nasıl kullanacağım nasıl gaz verip keseceğimi anlattı. Ben dümene geçtiğimde ucunda plastikten sahte minik balıkların olduğu kamışlarını dikkatlice göle savurmaya başladı.
"Rapala marka bunlar en iyisi turna veya sazan bunu görünce hiç dayanamaz hemen atlar" dedi. Bana da bir olta verir diye uzun süre bekledim ama "sen motoru hep çeyrek yolda tut" demesi ile bu fikrimden vazgeçtim.
Oltaları savururken plastik küçük balıklar yavaş yavaş başıma doğru yakın geçmeye başladığında ucundaki iğnenin kulağıma takılacağı korkusu ile başımı öne eğdikçe gülümsüyordu. Gölün ortasında kulak kepçeme veya kafama bir iğnenin takılması fikri doğrusu bana hiç hoş gelmiyordu. Şimdi takıldı ha takılacak derken başımı omuzlarımın arasına gömmeye başladığımda "korkma takılmaz, akşama yengene balık yerine bir kulak da götürebiliriz aslında" diyerek kahkahalar atıyordu. Akif Bey oltaları atıp çekiyor kahkahalar atarak "nasıl da vuruyorlar bak oltaya" diyerek işin keyfini sürüyordu. Bir veya iki saatin böyle geçmesine rağmen hiç balık avlamamıştı ama kahkahalarını sürdürüyordu. Etrafta bizden başka avlanan hiç kimse de yoktu.
Öğleye doğru, oltaları sardı, bana dönerek "gölün ortasına çek" dedi. Motoru durdurmamı söyledi. Orta büyüklükte bir taştan yaptığı ve etrafına ip bağladığı ilkel bir çıpayı göle attı. Sonra "aç paketleri bakalım sandviçlerimizi yiyelim" dedi. Yengemin hazırladığı kaşarlı salamlı sandviçler gerçekten muhteşemdi. Şişenin içindeki ayranı plastik bardaklarla paylaştık.
"Şimdi sessizliğin seslerini dinle, uçan kız böceklerinin, suya konan sineklerin, onlara atlayan turnaların çıkardığı sesleri iyi dinle. Bence bir balık gününün en güzel dakikaları bunlardır, hadi keyfini çıkar "dedikten sonra geniş siperlikli şapkasını gözlerinin ucuna doğru kaydırdı, botun kenarına kafasını koydu, ayaklarını da göle doğru uzatarak uyuklamaya başladı. Etraf çok sessizdi arada bir dediği gibi suya konan böceklere zıplayan turna balıklarının dışında etrafın sessizliğini bozan bir şey yoktu. Bu kadar çok turna var ama biz bir tane bile yakalayamadık diye düşünürken benim de uykum geldi ve botun kenarına kafamı dayayarak derin bir uykuya daldım.
"Kalk evlat" diyen bir emir kipi ile uyandığımda güneş çoktan tepenin ardında kaybolmuştu. Akif Bey "hadi gidelim artık, bugünlük bu kadar av uykusu yeter" diyerek motoru çalıştırdı. Yavaşça arabanın ve römorkun olduğu kıyıya geldik. O botun havasını boşaltırken ben de motoru ve benzin tankını römorka yerleştirdim.
Sonra oltaları alıp arabanın arka koltuğuna koyarken bir anda beynimden vurulmuşa döndüm. O çok övündüğü 'rapala' marka sahte plastik balıkların ucunda iğne filan yoktu. Düştü mü acaba diye bakarken, iğnelerin tamamen kesik olduğunu görünce içimden "bu adam zaten bir garipti, ne yaptık ki burada bütün gün" diyerek geçirmeye başladım. Benim oltaların ucunda iğne olmadığını gördüğümü fark etmesine rağmen hiç bir şey söylemedi ama o gülümsemesi devam ediyordu. "Sana kulağına takılmaz dedim bana inanmamıştın değil mi" diyerek kahkahaları art arda savurdu.
Kapıdaki bekçileri bir daha göremedik. Çünkü gölün etrafında trafik tek yönlü olduğu için diğer taraftan çıktık. Aslında sabah sandviç bıraktığımız bekçileri yeniden görse onlar 'ne var ne yok ağabey av nasıl gitti' filan diye sorsalardı, onun vereceği cevaptan neler olduğunu anlayacaktım.
Yolda hiç bir şey konuşmadık ama benim içim içimi kemiriyordu. Nihayet TRT Genel Müdürlüğünün önünden geçerken dayanamadım sordum:
"Akif bey, oltaların ucunda niye iğne yoktu."
Bana dönerek ta gözlerimin içine derin derin baktı. "Bu gölün balıkları yenmez evlat, biraz çamur biraz yosun kokar, yengen sevmiyor "demekle yetindi. Yine de bir şey anlamadım. Sonra arabayı mahallede yeni açılan balıkçının önünde durdurdu. Balıkçılarla dost olmuştu. Biraz baktı balıklara ve sonra biraz kalkan, biraz da dil balığı alarak onları temizletti. Arabaya bindikten sonra, “gece bizdesin ha, bunları yengen kızartır şimdi, seninle bir ufak götürürüz akşam bizde, itiraz etmek yok " deyiverdi.
Artık temiz havanın yavaş yavaş verdiği yorgunlukla, botu ve motoru depoya ben indirdim. Olta takımlarını depoda yaptığı özel bir rafa koyarken bana yeniden bakarken bir göz kırptı. "Bu seninle sırrımız kimseye anlatma, bir sırrı tutmak insanı olgunlaştıran en önemli unsurlardan biridir." dedi.
Akşam evde bir duş aldıktan sonra onlara gittim. Yengem gerçekten iyi bir ahçı idi. Kalkan ve dil balığı ile yanında güzel bir salata ile rakılarımızı yudumluyorduk. Aslında bana bir açıklama yapılmasını beklerken, Akif Bey ve yengem, kasede koydukları Zeki Müren nağmelerini dinlerken masanın yanından arada bir el ele tutuşuyorlardı. Onların bu güzel görüntüsünü garip bir soru ile bozmamak için direniyordum.
Haftalar geçti. Ama ben Akif Bey'le ortak sırrımızın ne olduğunu bir türlü anlamamıştım. Soramıyordum da. Sırrımızın tutulması konusunda ettiği en son laf hep aklıma geliyordu: Bir sırrı tutmanın insanı olgunlaşması.
Şeker bayramı geldiğinde Akif Bey ve yengem Amasra'ya gitmişlerdi. Komşu ziyaretlerine ayırdığım ikinci gün üst kattaki komşulara çıktım. Şekerlikteki en garip görünüşlü badem şekerlerinden birini alıp yemeye başladığımda kapının zili çaldı. Gelen bey, Akif Bey yaşlarındaydı ve kapıdan girer girmez, "Akif'ler Amasra'ya gitmiş" deyince onun Akif Beyi tanıdığını anlamıştım. Üst komşumun sözünü ettiği ortak arkadaş olabilir miydi. "Ali Bey" diyerek beni tanıştırırken, "bizim Akif'le balık avına giden komşumuz buydu işte", deyince adamcağız hafifçe gülümsedi.
"Bir şey avladınız mı bari "diyerek sordu. Ama sorduğu sorunun cevabını biliyordu.
"Hayır avlamamız zaten teknik açıdan mümkün değildi" demekle yetindiğimde iyice gülümsedi. Bu sırrı onun da bildiğine emindim.
"Akif" dedi, "eski arkadaşımdır, çok ava gittik onunla birlikte, çok uyuduk dağlarda, çok hayvan vurduk…"
"Bayram ziyareti kısa olur, ben daha bir kaç yere daha uğrayacağım, izninizle kalkayım" dediğim zaman, Ali Bey "Kızılay'dan geçecekseniz beni de götürür müsünüz?” dedi.
"Tabii memnuniyetle" derken belki yolda bir şeyler anlatır diyerek umutlandım.
Arabaya bindik. "Merak ediyorsun değil mi bu hayat öyküsünün geri kalan yanını" dedi birden.
"Evet gerçekten merak ediyorum, onu çok sevdim, iyi bir insan ama niye böyle yaptığını merak ediyorum" dedim.
Anlatmaya başladı...
"Akif iyi bir askerdi. Orduda birlikte idik. Birçok kahramanlıkları vardır. Ama hiç bahsetmez. Sevmez söz etmeyi bunlardan. Yıllar önce biraz da spor olsun diye avcılığa merak saldık. Akif ordudan kalma alışkanlıktan mıdır nedir Kırıkkale tüfeği ile avlanırdı. Kırıkkale tüfeğini ondan iyi kullanan başka bir insan tanımadım hayatımda. Attığını düşürürdü. Köylülerin tarlalarına dadanan domuzları, köylülerin yaralayıp öldüremedikleri domuzların peşine düşer günlerce haftalarca onu kovalar, öldürmeden de dönmezdi. Zaman zaman hayatından endişe ederdik. Ama gelirdi hep. Geyik, tilki ne varsa avlardık. Hiç bir zaman eline saçma atan bir tüfek alıp kuşlara attığını hiç görmedim. İyi bir avcıydı."
Yol bitmek üzereydi ve biz Kızılay'a yaklaşıyorduk. İnadına kırmızı ışıklara yakalanmak için yavaş gittiğimi fark etmişti.
"Bir gün yine böyle bir av partisinde idik. Ama av sezonu başlamamıştı daha. Akif avlandıkça yenilendiğini hissetmiş, her avcının yaşadığı avlanma hastalığına yakalanmıştı. Dağda bir geyik gördük ve onun peşine düştük. Akif yapma etme sezon değil dediysem de dinlemedi. Güzel bir dişi geyikti. Yapma dememe kalmadan Kırıkkale'yi ateşledi. Hayvan önce ön ayaklarının üstüne düştü, sonra yanına gittiğimizde titreyen bedeni yavaşça kasıldı ve öylece kalakaldı. Çok uğraştırdın beni derken fotoğraf makinesini bana verdi ve resim çekmemi istedi. Tam resim çekecekken makinenin vizöründen arka mağaradan çıkan minik bir geyik yavrusunun hiç bir şeyden habersiz bize doğru yaklaştığını gördüm. Ama deklanşöre basmıştım bile. Sonra o döndü o geyik yavrusunu görünce elinden hiç düşürmediği tüfek yere düştü. Geyik yavrusu annesinin yanına gelerek onu koklamaya başladı. Ayağı ile dürtüp onu uyandırmak istiyordu. Akif tam o sırada deyim yerindeyse yıkıldı. Başını ellerinin arasına aldı ve o güne kadar hiç görmediğim bir şekilde hıçkırarak ağlamaya başladı. Geyik yavrusu annesinin yanına çöktü öylesine bakıyordu. Bir saat kadar sonra kalktı. Annesine son bir kez daha baktı ve ormanın yolunu tuttu. Saatlerce ağladı Akif. Ormana giden geyik yavrusunun kaderini merak edercesine o yola doğru bakarak ağlamaya devam etti. Sonra birden ayağa kalktı. Kırıkkale tüfeğinin mermilerini çıkardı, tüfeğin namlusundan tutarak hırsla kayalara vurmaya başladı. Her vuruşta bir av hayvanının ruhu şad edilircesine tüfek parça parça dağıldı gitti. Hiç konuşmadık. Kimse ile konuşmuyordu. Gözleri bir noktada sabitlenip kalıyor arada bir ağlama krizleri ile üstündeki gömlekleri yırtıp çıkartarak tarlalarda koşmaya başlıyordu... Bir kaç ay sonra Akif emekliliğini istedi. Bir daha da onu görmedim ama uzun süre bir psikyatriste gittiğini biliyorum. Şimdi yeniden sizin binaya taşındığını duydum. Ama beni görünce, bu olayları hatırlamasın diye bu bayram onun gittiğini öğrenerek geldim."
"Akif Beyle ava gittiğimizde oltaların ucunda iğne yoktu" dedim. "Evet onun doktorunun tavsiyesi bu. Zaten kimseyi de götürmediğine göre sana güvenmiş. Ama seninle şimdi bir sırrı paylaştık unutma. Bunu bir kişi daha bilmeyecek bana söz ver. Ben ona söz vermemiştim. Sen vermiştin. Ama bak bana söyledin. Bir daha kimseye ne benim anlattığımı ne de onun sana anlattığını anlatma. Ölüm bizi ayırana dek bu sırrı tut." diyerek Kızılay'da GİMA'nın önünde indi, kalabalığa karıştı.
Akif Bey'le yıllar süren dostluğumuzda artık o benim için Akif ağabey olmuştu ama ne iğneleri ne avı bir daha hiç konuşmadık. Ne ben sordum, ne o bir şey anlattı. Balığa gittiğimizde artık bana da ucunda iğne olmayan oltalardan veriyordu. Ben de büyük bir hazla sanki yakalayacakmış heyecanı ile attığımda "vuruyor mu?” diyerek dalga geçiyordu. Öğle sohbetlerinde, "kimi öldürmeye hakkımız var" derken, arada bir vejeteryan olmanın felsefesini yapardı. Ama nedense eve giderken yine balıkçının önünde durmayı da ihmal etmiyordu.
Akif ağabey, yıllar süren çok iyi dostluğumuzun ardından geçen yıl hakkın rahmetine kavuştu. Onun şu anda yukarıda güllerle uğraştığını, geyiklerle balıklarla konuşarak vakit geçirdiğini düşünürüm hep.
Ölüm bizi ayırmıştı. Artık verdiğim sırrın tutulması sözünün de bir önemi kalmamıştı aslında. Onun öyküsünü yazmamak için çok direndiysem de geçen gün katıldığım bir sohbette avcıların şunu vurduk bunu vurduk diyerek övünmesi oturup yazmam gerektirdiğini düşündürdü.
Sözümü tutamadığım için bana kızmadınız değil mi?
Sinan Vargı
GERCEKEDEBİYAT.COM
YORUMLAR