Avans / Tacim Çiçek
Avans günü Irgatlar avans almışlardı. Yorgunluklarını ve sarı sıcağın kavurduğu toprağa akıttıkları o dayanılmaz terlerini unutmuşlardı. Kadınlar, genç kızlar ve erkekler daha gün doğmadan kazmaları sırtlayıp tarlaya gitmişlerdi. Her çadırın reisi olan yetişkin erkekler de ihtiyaçlarını karşılamak için ilçeye gitmeyi bekliyorlardı. Irgatlara içme suyunu su tankıyla getirecek olan traktörü bekliyorlardı. Kimi sabırsızlanıyordu, kimi sigara içiyordu. Kimi de kendileriyle gitmek isteyen afacanları azarlıyordu. Hemen hemen her çadırın önünde kuru dal gibi zayıf ve incecik yaşlılar vardı. Tütün sarısı bulaşmış ve nikotin kokusu sinmiş sakallarıyla, bıyıklarıyla oyalanıp traktör bekleyenlere bakıyorlardı. Gençliklerinde dereleri, tepeleri aşan bu yaşlılar şimdi bir hendekten bile geçemiyorlardı tek başına. Traktörü bekleyenler, onu görünce hareketlendiler. Traktör durunca, birlikte su tankını büyük çam ağacının gölgesine çektiler. Sonra da traktör sürücüsünün etrafına çiçeğe bir anda üşüşen arılar gibi yığıldılar. Şoför sıkı tutunmalarını söyledi. Çocuklar, engebeli araziden anayola doğru homurdanan bir boğa gibi fırlayan traktörün arkasına takıldılar. Gözyaşları, salyalarına, sümüklerine karışıyordu. Yalınayaktı çoğu. Kuru tozun içinde kaybolan çocuklardan birkaçı yere düştü. Diğerleri bir süre daha traktörün ardından koştular sonunda yorulup kendilerini yere attılar. Geride bir toz bulutu bıraktı traktör. Gözden kaybolduğu hâlde homurtusu duyuluyordu. Ceyhan ırmağı ilçeyi ikiye ayırmıştı. Bu iki bölümü birbirine bağlayan Demir Köprü yıllara meydan okuyordu. Altından akan bulanık suyun dostluğundan, türkülerinden oldukça memnun görünüyordu. Traktör köprüyü geçince durdu. Şoför inmelerini söyledi. Irgatlar indiler. Toplam yedi kişiydiler. İkişerli grup oldular. Yedincisi Demir Köprü’nün hemen yakınındaki terminale gitti. Diğerleriyle vedalaştıktan sonra… Memleketine dönecekti. Çocuklarından biri ağaçtan düşmüş ve kötü yaralanmıştı. Bu haber onu derinden etkilemişti. Irgatbaşı da yarasına ilâç olsun diye, dört yevmiye fazladan vermişti. Irgatların yevmiyelerinden kesmişti. Aynı boyda olan iki ırgat bir ara sokağa saptı. İkisi de zayıf ve esmerdi. Birisinin saçı kıvırcık ve kısaydı. Diğerinin ise düz ve kumraldı, biraz da seyrekti. Saçı seyrek olan pala bıyıklıydı. Öteki bıyıksızdı. Yan yana yürüyorlardı. Bıyıklının adı Şehmuz’du. Ötekinin de Cabbar. “Bak Cabbar kardeş,” dedi Şehmuz, “çoluk çocuğun yiyeceğini, ihtiyacını alırız, her ne istemişlerse bizden. Önce şehri bir gezelim. Biliyorsun, çiftliğin şoförü bizi köprübaşında gece yarısına dek bekleyecek. Daha gün yeni başlıyor. Önceden gelmişliğim de var, senin anlayacağın acemilik çekmeyeceğiz. Hiç değilse memleket gördüm dersin. Bilirim içkide gözün hiç yok ama biranın alkolünden ne olacak canım, benim yanımda bir, bilemedim iki şişe de bira içersin. Tek başına içilmez içki, bana eşlik edersin kurban. Senin yok, ama benim var alışkanlığım. Ellerim kırılsın derim ya, yine de oynamadan edemem. Hiç olmazsa hastalığımı savuşturayım. Tütün gibi işte bilirsin. Bir iki el oynar kalkarım sonra. Güneş batınca da ver elini İnci Pavyonu deriz ve oraya gideriz. Bu küçük ilçede pavyon çok ama hizmeti, kadını çok güzel olan yer orası. Sana söylediklerimi bir bir gözlerinle göreceksin. Oraya pek uygun değil paçalarımız ama olsun ceplerimizde sekiz, on kişinin avansı var be oğlum! Yani paramız çok! Para oldu mu libasın hiç kıymeti yok öyle yerde. Oraya ilk defa gireceksin biliyorum, lütfen oraların kurduymuşsun gibi yap. Çaktırmadan gözlerini benden ayırma ve ben nasıl davranıyorsam öyle davran. Alık alık baktığını anladılar mı, oltayı atarlar önüne ve hemen zoka yutmuş balık gibi olursun. İstesen de kurtulamazsın. Buraları bilen biri gibi kapıdan girip bir masaya kurulacaksın. Gecenin keyfini çıkardıktan sonra da aslanlar gibi çıkacaksın pavyondan… Haaa az yiyecek ve kararlı içeceksin. Hele yanına kitap gibi avrat gelince de ağırdan satacaksın kendini. O kadınlar anasının gözü oğlum. İnsanın burnundan girip cebinden çıkarlar ve cebinde de neyin varsa alırlar. Cilve yaparlar, kedi gibi yaltaklanırlar, seni öpmeye başlarlar. Orana, burana el atarlar. Kızoğlankız girersin dikkatli olmazsan bozulmuş çıkarsın anlıyorsun ya… Felekten bir gün çaldıracağım sana ve ömrünün sonuna kadar dua edeceksin bana. İnan! Bunca şey söyledim ağzını açıp tek kelime etmedin be Cabbar’ım. Anasını satayım şu kahpe dünyanın. Bak şimdiden söylüyorum, karı masaya oturdu mu ondan çekinme koçum. Yani sen kadından yararlan ama cebinden fazlasıyla yararlandırma onu. Usulca okşa. Ha deyince gelmez kucağına. Gözlerinle soy, kucağına al ve erkek neymiş göster ona. Bilirim karından başka bir karı koklamadın şu dünyada. Olur da karının biri, eğer sana yüz verirse ortalık yerde ısırmaya kalkışma. Bilirim ne ayı olduğunu. O isterse seni memnun eder. Yoksa başımız belaya girer, karışmam sonra. Niye söylüyorum biliyor musun, çünkü bu içki şişede başka durur, adamda başka… Zevkin yüzünden postumuzu deldirmeyelim.” Cabbar, aslında onu dinliyormuş gibi yapıyordu. Gözlerini sokaktan geçen kadınlardan, kızlardan ayırmıyordu. Eteği dizüstünde olan ya da birazcık dekolte giyinen birisini gördüğünde yüzünü çeviriyordu hemen. “Cabbar,” dedi Şehmuz, “ulan sen şimdiden kendini kaybettin be. İşte benim takıldığım kahvehaneye geldik hadi girelim ve…” Kahvehaneye girdiler. Dip masalardan birine geçtiler. Tahta sandalyelere oturdular. Şehmuz iki bira istedi garsondan. Cabbar, her yudumda buruşturdu yüzünü. Şehmuz, durmadan bir şeyler anlatıyordu. O anlattıkça da Cabbar içiyordu. Birinci biradan sonra ikincisini kendisi istedi. Bu arada Şehmuz oyun oynamak istediğini söyledi ocakçıya. Ocakçı da kahvehanede oyun düzenleyen kişiye iletti onun isteğini. Kısa bir aradan sonra Şehmuz’u bir masaya aldılar. Cabbar da bir kenarda durup onları seyretmeye başladı, yudum yudum birasını içerek. Bir süre sonra Şehmuz oyundan kalktı. Durmadan küfrediyordu şansızlığına. Parasının büyük bir kısmını yutturmuştu. Akşam olmuştu. Yürüdüler ana caddeye doğru. Cabbar mutluydu ama Şehmuz sinirliydi. Asri Sineması’nın önü kalabalıktı. Sinemaya gitmek istediğini söyledi Cabbar. Şehmuz karşı çıktı. Pavyona gitmek için sözleştiklerini anımsattı. İnci Pavyonu az ötedeydi. Cadde ışıl ışıldı. Arabalar ışıklar altında kayıyorlarmış gibiydi. Renkli ışıkların içinden geçen insanlar renkten renge giriyorlardı. Hem yürüyorlardı, hem de vitrindeki giysilere bakıyorlardı. Birbirlerine, karılarımız bu elbiseleri giyseler, şu boyaları sürseler çoğu kadından daha güzel olurlar be diyorlardı. Cabbar’ın aklına bir şey gelmiş gibi durdu bir ara. Canı sıkıldı. Şehmuz’u ikna etmeye çalıştı. “N” oldu lan sana?!”diye sordu Şehmuz. “Bizim çadırdakiler aç kalacaklar, yiyecekleri yok,” dedi Cabbar. “Bir günün açlığından ne olacak be arkadaş, delirdin mi sen?” “Öyle deme,” dedi Cabbar, “çocuklar aç kalmamalı, ne olursa olsun.” “Ulan ne oldu böyle sana,” diye çıkıştı Şehmuz, “illâ da pavyon karısı göreyim diyen sen değil miydin oğlum?” “Evet…” “Eeee nedir öyleyse bu tafran?” “Bilmiyorum, şurama bir sancı girdi. Çoluk çocuğu şu vitrinde gördüm, açız seni bekliyoruz diyorlardı bana.” “Gündüz düşü gören bir sen misin, o bir düş oğlum, düş…” “Düş müş ama gerçek!” “Onu bunu bilmem, bir günlük açlıktan bir şey olmaz. Zaten istesen de hemen gidemeyiz, çünkü şoför bizi götürmeye gece yarısından önce gelmeyecek.” “Yani?!!” “Yanisi şu Cabbar’ım, traktörü bekleyeceğiz. Kanadın var mı ki uçasın çadırlara? Yok! Öyleyse konuştuklarımızı bir bir gerçekleştireceğiz. Ulan dünyaya kazık mı çakacağız? Hep karın tokluğuna çalışmadık mı? Hangi bir gün kendimizi düşündük? Asıl yarınları nasıl olacak önemli olan bu. Bir veya birkaç gün aç yatmışlar ne çıkar. Sürekli bir iş bulacaklar mı? Hayır! Çünkü bizim yaptığımız işleri yapabilecekler ancak. Ne bir iş kapısı var onlar için, ne de bir memurluk kapısı... Otu çek köküne bak. Ancak karınlarımızı doyurabiliyoruz. Kolumuzda altın bilezikle doğmadık biz. Veya bir büyük mirasın kucağına da... Öyle veya böyle geçinecek bir şeyler yaparlar. Başımızdakilerin hiç mi utanması gerekmiyor? Utanması gerekenler bu durumu reva görenler, düzeltmek için çabalamayanlar. Unut bunları arkadaşım bak seni neşelendirecek bir türkü söyleyeyim: Bir sokaaak çeşmesi olduuuu gençliğiiiim Gelene geçeneee dolduuuu gençliğiiiim… Söyler misin bana, kim inanır benim otuz yaşında olduğuma? Çalışmaktan dolayı genç yaşta kocamışım. Eşimin, dostumun, çocuğumun, karımın, ihtiyar annemin, babamın dertleriyle kocadım ben, yaştan değil senin anlayacağın. Aç gözünü Cabbar, dünyanın nimetlerinden kendince sen de yararlan artık. Başka ömrün olmayacak, inan. İşte geldik ve yakın bir zamanda da gideceğiz, adımız dahi anılmayacak. Çerçevesiz kalan bir resim gibiiiii Eğrildi, kıvrıldı, solduuu gençliğiiiim… Cabbar, sen onları düşünüyorsun diye Allah seni cennetinin başköşesine oturtacak mı? Çoluğunu, çocuğunu ellere muhtaç etmedin sevgili kulum, otur şuraya ne dilersen dile mi benden diyecek? Fani dünyada görmediklerini, yaşamadıklarını yaşamanı mı isteyecek senden? Akıllan artık oğlum, akıllan! Üç gün aç kalsalar kıyamet mi kopacak?” “Şehmuz,” dedi Cabbar usulca, “bu içki sana göre değil her hâlde az içseydin, çünkü bana ne söylediysen sende ortaya çıkmaya başladı. İnan seni tanımasam başka birisi bu diyeceğim ve seni bırakıp gideceğim. Yavaş konuş gelen geçen bize bakıyor, ayıp oluyor ama sonra türkü de söyleme. Şehir burası, polisi, bekçisi var. Ne olur ne olmaz. Delirdin mi oğlum sen?” “Söyleyene değil söyletene bak sen. Bak pavyona yaklaştık bile. Burası şehir, köy gibi mi ki herkes herkese karışsın. Kim kime dumduma…” Pavyonun dış kapısından girecekleri sırada, Şehmuz kapıdaki görevlilere aldırmadan bağıra bağıra, “Cennete girmeye hazır ol koçum!” dedi arkadaşına. Yüzünde hüzün vardı Cabbar’ın. Aklında karısı ve çocukları... Loş ışıklı geniş pavyon çok kalabalıktı. Dip bir masada yer buldular ve hemen oturdular iki sandalyeye. Şehmuz işaret etmeden bir garson belirdi. Siparişleri alıp gitti. Biraz sonra masa mezelerle, rakıyla bardaklarla ve etle donatıldı. Şehmuz açmış gibi atıştırmaya başlamıştı. Onun da yemesi için ısrar ediyor, rakı bardağını kaldırıp “şerefe aslanım, yarasın!” diyordu. Oysa her lokma boğazını parçalayıp iniyordu midesine. Midede de büyüyor, büyüyordu. Sahnede, sarı, mavi ve kırmızı ışıklar durmadan dönüyordu. Bu dönüp duran ışıkların altında bir kadın şarkı söylüyordu. Güzel bir şarkıyı boğuk ve eğitimsiz sesiyle katlediyordu. Şehmuz iyice kafayı bulmuştu. Konsomatrist kadınlara işaret etti. İki tombul kadın onların masasına yürüdü. Şehmuz, kadınları ayakta karşıladı. İçinden geçmediği hâlde, Cabbar da arkadaşı gibi yaptı. Zaten çoğunlukla onu taklit ediyordu. Kadınlar, kırk yıllık arkadaşlarmış gibi ikisine yakınlık gösteriyordu. Cabbar, elinden geldiğince kendisiyle ilgilenmek isteyen kadına bakmamaya, onun oyuncağı olmamaya çalışıyordu. Fakat bir süre sonra o da, o içtenmiş gibi sıcacık dokunuşlara, sarılmalara ve öpmelere kendini bıraktı. Sanki yeryüzünde bir o kadın bir de kendisi varmış… Ona karşılık vermeye başladı. Dokunuşların ve öpmelerin yarattığı sıcağa ve ortama kendini bıraktı, kendinden geçti; bir süre sonra da… Avans gününden sonraki günler/de Cabbar’ın karısı öfkeliydi. Burnundan soluyordu. Cabbar, onunla göz göze gelmemeye özen gösteriyordu. Ondan, yaptıklarından utanıyordu. Ne söz diyebiliyordu ne de yüzüne bakabiliyordu onun. Karısının öfkesinin geçmesini bekliyordu. “Ne yiyecekler şimdi bunlar?” dedi bağırarak, “Söyler misin pis zampara!..” Yalnızca yumruklarını ve dişlerini sıkmakla yetindi ona göstermeden. Kendisine kızıyordu. Şehmuz’a kapılmanın doğru olmadığını düşünüyordu, fakat artık iş işten geçmişti ve bir an önce evdeki fırtınanın geçmesini bekliyordu. Sineye çekti söylenenleri. “Avansı harcarken,” dedi kadın, “hiç düşünmedin mi açlığı? Ne o başını kucağına koymuşsun öyle namusunu kaybetmiş kadın gibi. Bilesin ki borçlanmadığımız çadır kalmadı. Bir çadırın bir başka çadırdan ne farkı var, bilmiyor musun? Şimdi ben onlara ne söyleyeyim? Bir şey söylesene bana. Şekerinizi, bulgurunuzu, çayınızı öteki avansta mı ödeyeceğiz diyeceğim. Avansı sorduklarında, bizimki pavyonda yemiş hepsini mi diyeyim. Konuş be adam! Hadi onlar ayıbını öğrendikleri için öteki avansa kadar bekleyebilir belki, ya çocuklar için ne kaynatacağım? Gözün çıksın senin herif. Çalışalım, çabalayalım, terimizi dökelim tarlalara, sarı sıcaklarda yanıp kavrulalım, sen kazancımızı bir gecede elin karılarına yedir gel ve bir şey olmamış gibi geç karşıma sus pus otur! Onun berduşluğunu bilmeyen mi var şu çadırlarda? Zaten arkadaşı karga olanın… Anlamadığım şu, elin yüzüne hangi yüzle bakacaksın? Söyler misin hangi yüzle? Konuşsana benimle hay…” “Ulan kadın,” dedi Cabbar dizüstü doğrularak, “edebinle konuş tamam mı, çileden çıkarma beni.” “Çileden çıkarsan ne olur? Döver misin yoksa hiç yapmadığın bir şey mi ki?” “Benim duyabileceğim kadar bir sesle konuş, ne öyle avaz avaz bağırıyorsun. Çadırın dışındakilere mi duyurmak istiyorsun sesini?” “Bakıyorum da gururun için kabarıyorsun karşımda. Bağırmayım öyle mi (Sesini daha da yükselterek) yaptığınızı Sağır Sultan bile duydu be! Söylesem ne olur söylemesem ne olur. Altımızda yok, üstümüzde yok, bilmiyor mu el âlem? Erkek misin, senin erkekliğinin…” Cabbar, aniden atıldı ve çocukların gözü önünde tokatladı onu. Sonra da çadırdan çıktı ivedilikle. Kadın ağlayarak çocuklara sarıldı. Onları susturmaya çalıştı. Bir yandan da onlara ne yedirebileceğini düşündü. Ve aklına çapaladıkları tarlanın yakınındaki bostan geldi. Çocukları çadırda bıraktı. Üstünü, başını düzeltti. Gözyaşlarını sildi. Çadırdan çıktı. Çalı çırpı toplaya toplaya bostana sokuldu. Bostanın az berisinde durdu. Gözlerini bostandan ayırmadı. Yüreği ağzındaydı. Korkuyordu da. Yine de ani bir kararla bostana girdi. Etrafına bakmadan biraz domates, biber, patlıcan, bir küçük kavun, üç beş salatalık ve iki üç dal yeşil soğan alıp peştemaline koydu. Peştemalin uçlarını da kıvırıp eteğinin kemerine geçirdi ve böylece aldıklarını gizlemiş oldu. Koltuğunun altındaki çalı çırpıyla çadıra döndü. Çırpıları çadırın önüne bıraktı, çadıra girdi. Peştemaldekileri çocukların önüne boşalttı. Çocuklar sevinç içinde bir şeyler alıp yemeye başladılar. Biri dışarı çıkmak istedi, kadın onu durdurdu ve çadırda kalmasını söyledi. Cabbar, o günün akşamında tarla sahibinin karpuz tarlasında çalıştırmak üzere ayırdığı ırgatlara katıldı. Biraz olsun uzaklaşmak ve yaptığını unutturmak, karısının güvenini kazanmak istiyordu. Onun bir biçimde çocukları aç bırakmayacağını, zorluğun ve yokluğun üstesinden geleceğini biliyordu. Bu konuda karısına kendisinden daha çok güveniyordu. Kadın da daha fazla yüz göz olmamak için kendisine haber vermeden giden kocasına kızmamıştı aslında. Olan olmuştu ve yapacak bir şey yoktu. Çocuklarını doyurmak için akşam paydostan sonra çalı, çırpı toplama bahanesiyle bir daha gitti bostana. Bostandan karpuz, biber, domates, kavun, salatalık getirdi. Böylece günlük gereksinimlerini karşılamaya başladı. Bostana her girişinde aynı korkuyu ve heyecanı yaşıyordu. Çaresizdi ve yapacak başka bir şey yoktu. Bostan bekçisini göremiyordu. Oysa burayı bekleyen adamın ne kadar aksi olduğunu her ırgat gibi o da biliyordu. Onun öyle olmasına bir anlam veremiyordu. Ona yakalanmak korkusu yüreğini söküp çıkarıyordu bu yüzden. Tir tir titriyordu… İşte o akşam da çocuklarının yiyeceğini almak istedi. Eğildi. Otların arasından sürünerek geçti ve alacaklarına sokuldu. Yine tedirgindi. Yüreği her zamankinden beter, hızlı ve düzensiz atıyordu. Ağzı kurumuştu. Umarı olsaydı, yüzü tutsaydı bu hâle düşmeyecekti. Aklı karmakarışıktı. Bu defa da yanında getirdiği torbaya biber, patlıcan, soğan, salatalık koparıp koparıp koydu. Domateslere uzandı. Birkaç domates kopardı torbaya attı… Bir hışırtı duydu arkasında. Aniden döndü sırtüstü ve her yanı çözüldü. Yüz rengi değişti. Sıcak ve nemli havanın etkisini unuttu. Boncuk boncuk terlemeye başladı. Soğuk soğuk terliyordu ve bu ter onu ürpertiyordu. İçindeki korku aniden dışarı çıkmış, karşısında ete kemiğe bürünmüştü. Bostan bekçisiyle göz göze geldi. İriyarı, kara kıllı bir adamdı. Sinsi bir yüz ifadesiyle avını kapmaya hazır bir kaplana benziyordu. Bekçi, onun doğrulmasına fırsat vermeden üstüne abandı bir anda. Dirseklerinden güç alarak ondan kurtulmaya çalıştı kadın. Birazcık geriye gidebildi. Bekçi, onu bırakmak niyetinde değildi. Tuhaf ve dayanılmaz bir ter kokusu vardı bekçinin. Aslında bağırsa duyurabilirdi sesini çadırdakilere. Bunu yapmak istemedi. Nedenleri öylesine çoktu ki… Bir umarla ona yalvarmaya başladı. “Çocuklarım için,” dedi usulca, kulun kölen olayım, onlar için yaptım. Ben ettim sen etme bana bu kötülüğü. Bırak gideyim, borcum olsun, söz öderim. Ödemezsem gel çadırdakilere anlat, borcunu vermiyor de. Şeytana uyma, vazgeç benden. Rezil olurum. Çoluğum çocuğum var. Ocağına düştüm ağam, bırak gideyim. Bizi gören olur, sonra ne seni ne de beni yaşatırlar…” Bekçi, avını parçalamaya hazır hayvan gibi soluyordu ve pençeleşen elleri orasını burasını yokluyordu kadının. Yüzünden akan terle ağzının suyu birbirine karışıyordu. O da usulca ve barbarca, “Bana karşı direnme,” dedi, “bak bu iş zorla veya gönüllü, ama olacak, başka çaren de yok. Uslu dur, ne beni yor7 ne de kendini... Yoksa sürüklerim seni, götürürüm çadırlara. Kocanı sorarım. Bağıra bağıra, ulan utanman yok mu hiç. Bu karıyı neden akşam paydosundan sonra bostana gönderiyorsun, derim. Bu kadarla kalsam iyi… Aklına gelmeyecek bin bir türlü hikâye anlatırım. Burada ikimizin arasında kalacak olandan daha çok zarar görürsün bilesin. Çalı çırpı için buralara gelenler, çadırdakiler kocanın burada olmadığını bilmiyorlar mı? Burada sizden uzak yaşıyorum ama hepinizi tanıyorum. Ve senin bunca zamandır tek başına bir yerlere gittiğini de biliyor çadırdakiler. Ne düşünürler senin için acaba? Burada bu işi bir kere yapacağız. Sen yoluna gideceksin, ben yoluma gideceğim. Kimse ne yaptığını bilmeyecek. Yuvan yıkılmayacak. Kötü bir kadın olmayacaksın. Üstelik de açılmış yol, kocan kendisinden başka kimin geçtiğini sen demezsen nereden bilecek canım ha ha ha ha.” “Allah korkun yok mu senin?!” dedi kadın. “Ne dersen de bu olacak, zaten çoktandır seni gözetip duruyorum. Yalnız mısın, birisi senle geliyor mu diye. Yalnız gelip gittiğini ve seni de hiç kimsenin arayıp sormadığını, beklemediğini biliyorum. Bunca zaman sana boşuna mı göz yumdum. Sen nasıl ki istediğini alıyorsun, artık benim de almam gerekiyor. Çocukların için yap bunu ve hep gel,”dedi. Bekçi, geriye doğru dirseklerinden destek alarak uzaklaşmaya, ayağa kalkmaya çalışan kadına fırsat vermiyordu. Kadının üstüne iyice abandı ve eteğini, şalvarını sıyırmaya başladı. Kadın aniden durdu, otların arasında eli sert bir şeye değince. Bekçi, bir an için ne oluyor diye durakladı ve sonra da nefsini köreltmek için kadını soymaya çalıştı. Bir türlü onu soyamıyordu, çünkü kadın kat kat giysiler içindeydi. Kadın, parmaklarıyla yokladı dokunduğu şeyi… Onun bir taş olduğunu anladı. Aniden avuçladı. Yüzünü, boynunu öpmeye, ısırmaya çalışan bekçinin kafasının sol tarafına olanca gücüyle vurdu. Bekçi, can havlıyla kenara çekildi kadının üstünden. Kan, sol gözünün üstünden yüzüne indi bir anda. Anlaşılmaz sesler çıkardı. Onun şaşkınlığından ve sersemleşmesinden yararlandı kadın, hemen ayağa kalktı. Bekçi de bir iki dakika içinde toparlandı ve doğruldu. Canı çok yanıyordu. Ne yapacağını bilemiyordu. Gözlerini pençesinden kurtulan avından ayırmıyordu bir türlü. Kadının gözleri çakmak çakmaktı. Bekçinin gözleri korku doluydu. Üstelik sol gözünü kandan dolayı açamıyordu hiç. Kadının benzeri onlarca kadın ellerindeki taşlarla çevresinde bir daire oluşturmuşlardı ve de daireyi daraltıyorlardı. Ellerinde giderek büyüyen taşlarla bekçiye yaklaşan kadınlar da kararlıydı. Bekçi, panik ve korku içinde ne yapacağını bilmiyordu. Taşları öylece kaldırmış olan kararlı kadınlardan iri iri açılan gözlerini ayırmıyordu. Kaçmak, uzaklaşmak istiyordu. Toprak çelikten bağlar gibi onun hareket etmesini engelliyordu sanki. Hem küçülüyordu hem de güç kaybediyordu… (*)Bu hikâye, yazarın Geçmiş Ceyhan'da Çocukluktu, (Heyamola Yayınları, İstanbul, 2018) adlı biyografik romanından alıntı. Gercekedebiyat.com
YORUMLAR