Çoğu zaman gerçekliğin sadece bazı yanlarını algılarız ama arkasındakini araştırmayız, saflığımızın veya tembelliğimizin kurbanı oluruz.


Bunun nedeni, zihnimizdeki bazı imajların ve önyargıların bizi daha kapsamlı bakmaktan alıkoymasıdır.

Ayrıca düşünmekten sıkıldığımız veya yorulduğumuz noktada arayıştan pes ederiz.
 
Benim 1973 yılındaki kafam, siyasi çalışmanın sistemli ve düzgün olması gerektiğine o kadar inanıyordu ki, bazı grupların aslında sadece görünüşten ibaret olduğuna dair işaretleri görmezden gelmeye hazırdı. Çoğunun üfürükten tayyare olduğunu pek iyi biliyordum ama en azından bir gruptan biraz umutluydum.

Niçin?


Boğaziçi Köprüsü inşaatı 1973

Sadece sempati nedeniyle, yoksa bir temeli yoktu. Meğer o da üfürükmüş. 1970'lerin başlarındaki siyasi örgütlenmeler (aslına bakarsanız daha sonrakiler de) asla sistemli ve düzenli değildi. Kara düzen başladı, öyle gitti. Kervan yolda düzülür derler ama bunların hepsi yarı yola gelmeden dağılıp gitti.
 
Böyle düşünmemim bir nedeni de, iş bana kalacak olsa çok daha sistemli çalışmayı hedefleyecek olmamdır. Gerçi Türkiye'de bunu yapmanın bazı özel zorlukları da yok değildir. Sistemli çalışma daha çok sağ kesimde görülür. Onlar yıllarca ve sabırla çalışırlar.

Solcular bu anlamda bazı istisnalar dışında uçuk kaçıktı. Bazı şeylerin gerekli ön çalışmaları yapmadan olgunlaşacağını sanıyorlardı. Sanki armut dalında pişecek, önlerine düşecekti. Sonra başka olumsuzluklar çıktı. Ne var ki o sırada Asya, Afrika ve Latin Amerika anti-emperyalist savaşlarla kaynıyordu. Bizde de olacağına hiç şüphe duymuyorduk. Evet, bizde de hiç olmadı değil, ama son derece karmaşık, dolambaçlı ve garip şekillerde sürüyor. İşlerin bu hale geleceğini kimse öngöremezdi.
 
1969 yılının Aralık ayında derslere geç başlamıştık. Sonra tekrar olaylar oldu, okul kapandı, üçer sömestrlik iki yıl daha okuyunca 1973 Haziran'ında mezun oldum.

Ne zaman girdik, ne zaman çıktık belli değil. İlk derse girmemle, son dersten çıkmam arasında sadece 3 yıl ve 5 ay geçmişti. Üstelik normalde 42 dersle mezun olunurken ben diğer bölümlerden sosyoloji, dış politika filan 46 ders almıştım. Para kazanmam lazımdı ama daha 21 yaşımı doldurmamıştım ve hemen işe girmeye niyetim yoktu.

Yüksek lisans programına yazıldım ve burada öğrenci olanların bazılarına mahsus bir nevi asistanlıktan ufak da olsa bir maaşım oldu. Ayrıca buna bir başka üniversitede kazandığım doktora programından aldığım çok iyi bir burs da eklenince o dönemde ortama bir maaş kadar, hatta üzerinde gelirim oldu.

İlk maaşla kendime Remington marka bir daktilo alıp, üstüne de arkadaşlara güzel bir yemek ısmarladığımı hatırlıyorum.

Sonra İstanbul'a günübirlik kitap alma turlarım sıklaştı. Aslında bu biraz da keyifli bir işti. Redhouse, Hachette, Sander, Sahaflar Çarşısı, Kadıköy arasında dolaşırken güzel yemek molaları veriyor, Ankara'nın havasından biraz uzaklaşıyordum.
 
1973 yılının Eylül ayında bir gün Sıhhiye'de ayakkabımı boyatıyordum. Çoğu kötü günde olduğu gibi gene bulutlu, basık bir hava idi.

Gazeteci çocuk "yazıyooor, yazıyooor, Şili'de darbe, Allende'nin devrildiğini yazıyooor" diye bağırarak geçti.

O zamanlar haberleri çoğu zaman ilk gazete satıcılarından duyardık. Örneğin, 1967 yılında "Altı Gün Savaşı" sırasında da birkaç arkadaş bisikletle gittiğimiz uzak bir mahalde ağaçların altında mola vermişken, birden bire ortaya çıkan gazeteci çocuk "yazıyooor, yazıyooor, İsrail tankları Şam'a yürüyor" diye bağırarak yanımızdan geçip kaybolmuştu. Nereden çıktı, nereye kayboldu diye şaşırmıştık.

Yıllar sonra, 1990'ların başında eşimle İstranca dağlarının ıssız bir yerinde dereyi geçerken araba arızalandı. Bir yerden yardım buluruz diye yürümeye başladık. Bir üç yol ağzında ufacık bir açıklığa ulaştık. Hangi tarafa gitsek diye bakarken aniden üç otomobil durdu. İçlerinden 30'dan az olmayan sayıda, çok kalabalık çocuklu büyüklü insanlar, muhtemelen kalabalık bir aile çıktı. Sanki masallardaki orman cinleri insan kılığına girip fırlamış gibi hissettim. Saniye geçmeden portatif bir teyp çıkarıp şakır şukur göbek atıp oynamaya başladılar. Üç dakika kadar oynadıktan sonra birisi teybi durdurdu, hepsi aniden arabalarına binip kayboldular. Sanki "Fantasia"dan bir sahne, ama "fantasia alla turca." Ben şoktayım. Eşim "herhalde oynamaları gelmişti" dedi. İşin ilginci az ötede tamircisi olan bir köye ulaştık. Şansa bak, çevrede başka hiçbir köyde böyle birisi yok. Tamirci bizi arabasına bindirdi. Hemen dönüp arızayı giderdi. Yarım saat sonra İstanbul yolundaydık. Halbuki hava kararmak üzereydi ve ben ormanda bile kalabiliriz diye düşünmeye başlamıştım.


 Çamlıca'dan Boğaziçi...

Gençlik delilik çağı. Bisiklet diyince aklıma geldi. Dedem ortaokulda iken Harley marka çok ağır ama sağlam bir bisiklet almıştı. Tabii, Ankara'da trafik o zamanlar fazla yoğun değildi. Gezmek için o zamanlar bomboş olan Çankaya'ya çıkar ve oradan tek tük geçen arabaları bile sollayarak son sürat inerdik. Bir ara ön frenim bozuktu. Çamurluğu çıkarıp ayakkabı freni yapardım. Ama bir kez çok büyük bir tehlikeyi yanımda giden arabadaki şoförün uyanıklığı sayesinde atlattıktan sonra daha temkinli oldum. Zaten o tank gibi bisiklet bile bana ancak üç yaz dayandı. Şimdi düşünüyorum da, denizde ve karada o kadar çok kez ölümün eşiğinden döndüm, demek yaşayacağım günler, dostluklarından keyif alacağım kediler, canını sıkacağım insanlar varmış.
 
Her neyse, 73/74 öğretim döneminde, sömestrin daha ilk haftasında bir hoca hastalandı ve bölüm başkanı  o dersi benim vermemi önerdi. Tabii hoşuma gitti, hemen atladım. Başka bölümlerin öğrencilerine haftada üç saat verilen dersin birisinde müfredatı tamamlıyor, ikinci saat alternatif ekonomi anlatıyor, üçüncü derste de sadece en meraklı 30-40 kişiyle küçük bir derslikte serbest tartışma yapıyordum.

Ama ilk dersin çok zor geçtiğini itiraf etmeliyim. Koskoca anfide yüzlerce öğrencinin karşısına çıktığım an epey heyecanlandım. Allahım, şu ders bitsin başka şey istemem dedim. Ama kısa sürede alıştım. İkinci derste bile artık rahattım. Sonuçta yılı tamamladık. Not dert değil, hepinizi geçireceğim, sadece ilgilenin dedim.

Aradan kırk üç yıl geçtikten sonra bunu hatırlayan kaldı mı acaba. Fakat ilginçti. Sınavlara giderken bizim bölümden hepsi dernekte önde gelen arkadaşlar biraz gırgırına asistan gözlemci olarak benle gelir, ama ciddi şekilde sınav yapardık. Sınav okumaya üşenen diğer hocalar seçmeli testle yetinirken, ben ayrıca dört tane kompozisyon sorusu sorar, düşünmeye teşvik ederdim. Hepsini de okurdum. Hızlı okumaya alışkındım ama çocuğun ne bildiği, seviyesi filan zaten bir bakışta anlaşılır.

1974 yazında Ankara çapında ADYÖD toplantıları yapılırken ben de (sadece) bir toplantıya katıldım. Gençlik çalışmalarına hiç karışmadım, hoşlanmazdım ama bu toplantıda başkanlık yapmak durumunda kaldım. Esasen, teknik olarak aynı zamanda yüksek lisans öğrencisiydim de. Bazı talebeler görüp müthiş şaşırmışlardı. Hocam solcu olduğun besbelliydi ama, bu kadarını bilmezdik dediler.
 
73 seçimlerinde 21 yaşımı birkaç ayla geçmiştim ve ilk kez oy kullanacaktım. Aile geleneğine uyarak CHP'ye oy verdim ve bu, sonradan bu pişman olmayacağım tek oy idi. Hem ertesi yıl af çıkardılar, hem de Kıbrıs konusunda başarılı bir harekatı desteklediler.

İzleyen dönemde CHP'nin kofluğunu ve içeriden çürümesini yakından görecek, dışarıdan göründüğü gibi olmadığını öğrenecektim. CHP'nin çürümesi, ülkemizdeki krizlerin büyümesinde ciddi paya sahiptir.
 
74 yılının ilkbaharında ekonomi bölümünden iki arkadaşım gelip bir dernek çalışması önerdiler. Ekonomi bilimini (aslında bilim değil bilgi alanıdır ama biz o zaman bu önemli ayrıntıya dikkat çekmemiştik) halkın yararına kullanacağız, gerçekleri anlatacağız dediler. Çok iyi bir öneri olduğunu düşünerek evet dedim. Bundan sonra beş yılım burada geçecekti.

Nisan ayında çalışmalar başladı, Mayıs ayında resmen kuruluş yapıp Haziran ayında ilk aylık bülteni çıkardık. Bu yayını her ay çıkaracak, ayrıca bir milyondan fazla kitap ve broşür basacak ve sayısız kurs, seminer, konferans vs. hazırlayacaktık.

Çok ilginç olaylar yaşadık. Büyük bir heves ve şevkle işe koyulduk, çünkü bu sırada toplumcu kesimlere sadece bilgi değil, aynı zamanda sistem de aşılayarak, bu kez işlerin düzgün gelişmesini sağlamayı ummak gibi bir saflığımız sürüyordu. Biz sistem aşılayamadığımız gibi, hem sistemli olanlar, hem de sistemli olmayanlar tarafından sürekli şişlenmekten, gagalanmaktan kurtulamadık.


Ankara 1974
 
O yaz Kıbrıs çıkarması gerçekleşti. Bu, 1960'larda bizim neslin anti-emperyalist ve solcu olmasına yol açan olayların devamıydı. Çok ilginçtir. O yaz her yaştan, her cinsten, her nesilden solcu gelip, "bu durumda tutumumuz ne olmalı, aklımız karşık" diye hıyarca sormaya başladı. Hay aklınıza şey ediim. Elbette zaferimiz için dua edin diye uğurladık. Yenilginin acısını ve yol açabileceği felaketleri bile düşünemiyorlar, sadece basit devlet karşıtlığı içinde beyinleri bulanıp kalıyordu. Encamlarına niçin şaşırmalı.
 
Bu süreçte çok değerli dostluklar kurduk. Hala çoğunu severim. Sevmediğim birkaç kişi de vardır. Ama şimdi çoğu farklı düşünüyor. Aralarından inanılmayacak kadar liboş çıktı. Bunu hala tam olarak anlayabilmiş değilim. Demek referansları zayıfmış. Cumhuriyetin anlamını kavramamışlar, yürekten benimsememişler. Yalpaladıklarını hissettiğim anlar olmuştu ama o tarafa düşeceklerine ihtimal vermemiştim. Düştüler.

Bizim sıkıntımız ne tarafa dönsek düşmanlık görmemizdi. Zaten bir süre sonra "orta yolcular" olarak adlandırılmaya başlandık. Ama bundan üzülmüyor, hatta şeref duyuyorduk. Herkes bize karşıysa en doğrusu bizim bildiğimizdir diye düşünüyorduk.
 
1974 ve onu izleyen yıllarda kafamızda korkunç bir gölge vardı.

Felaket tekrar gelinceye kadar düşünebilen, sağduyulu, yurtsever, olgun bir nesil ortaya çıkacak mıydı?

Önümüzde fazla zaman olmadığını biliyorduk. 1974'de ben en çok üç-dört yılımız var sanıyordum. Gerçi altı yıl varmış ama on altı da olsa yetmezmiş. Sebepleri çok fazladır. En temel neden insanlarımızın temel değerlere sahip olmamasıydı. Cumhuriyet bu değerleri yukarıdan ezberle kafalara sokmaya çalışmış ama başarılı olamamıştı. Eğitim eksikliği sonra gelir. Biz oldukça ayrıcalıklı sayılırdık çünkü hem çok okumuş, hem de oldukça iyi eğitim almıştık. 1960'larda "Liselerarası 16 soru bilgi yarışması" diye bir radyo programı vardı. İlkokulda iken bunların çoğu zaman 16'sını, en az 14'ünü bilirdik. Sonra eğitim o kadar hızlı bozuldu ki, sınavlar ve sorular da abuk sabuk hale geldi.
 

Her neyse, sürekli o korkunç gölgenin zaman baskısıyla yaşadık. Günlük hayatımız gene çok neşeli geçiyor, güle oynaya deliler gibi çalışıyorduk ama gün geçtikçe bu umudun azaldığının da pekala farkındaydık. İnsan malzemesini düzeltme olanağımız olmadığını anladık.

Ne batı, ne de uzak doğu kültürlerinin çalışkanlığı bizde yoktu. Laf çok, iş az, okuma ise göstermelikti.

O gün yaklaştığında, kimler gemiden atlayıp kaçacak, kimler bizimle kalacaktı. Önceden bilmenin olanağı yoktu. Zaten kendileri de bilmiyordu. Tabii, tekne sağlam olmadığı, güven vermediği için onları şimdi suçlamıyorum. O zaman da suçlamamıştık zaten. Onlar yollarına gittiler, bizde hafif bir burukluk kaldı. Belki onlarda da kalmıştır.

Gelecek tefrikada o dönemin insanlarını anlatmaya çalışacağım, dilim döndüğü, kalemim tuttuğu kadar.

Mehmet Tanju Akad
GERCEKEDEBİYAT.COM

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)