112 Yılında II. Meşrutiyet / Mehmet Tanju Akad
Dört gün önce 66 yaşına basmış olan yorgun adam Başkatip Tahsin Paşa’ya döndü: “Suyun akıntısına gideceğim”.
Sonra gözlerini sabit bir noktaya dikti ve yıpranmış bir sesle devam etti: “Kanun-ı esasi benim zamanımda olmuştur. Bunun müessisi benim. Bir müddet basb-ı lüzum meriyeti tatil edilmiştir. Heyet-i Vükela’ya gidiniz, bunları söyleyiniz ve ilanı için mazbatanın yazılmasını irade ettiğimi söyleyiniz.”
23 Temmuz akşamıyla ilgili bu konuşmalarını başkatip paşanın hatıratından öğrendiğimiz kişi kimilerinin “ulu hakan” kimilerinin de “kızıl sultan” dedikleri II. Abdülhamit’ten başkası değildi.
Osmanlı tarihinin bu en tartışmalı sultanının taraftarları ve karşıtları arasındaki görüş ayrılıkları, hatta keskin zıtlıklar hala bitecek gibi görünmüyor.
30 yıldan fazla bir süre önce, henüz gençken imparatorluğuna anayasa vermiş, meclis açmış, fakat kısa sürede kapatmıştı. O zaman bunları isteyerek değil koşuların baskısı altında yapmıştı.
Şimdi de yeni koşullar onu askıya aldığı Kanun-ı Esasi’yi tekrar uygulamaya zorluyordu. Üçüncü Ordu’nun subayları dağa çıkmıştı, ve bu bölgedeki otoritesini geri almaya gücü yoktu.
İsyanı kontrol altına almak için gönderdiği Şemsi Paşa daha trenden inerken teğmen Atıf Efendi tarafından vurulmuş, yerine geçen "Tatar Osman" lakaplı Osman Fevzi Paşa da Manastır’da kaldığı yer kuşatıldıktan sonra dağa kaldırılmıştı. Konağında abluka altına alınmış olan Manastır valisi Hıfzı Paşa’dan haber alınamıyordu.
Rumeli Müfettişi Umumisi Hilmi Paşa’dan gelen şu telgraf ise son direncini kırdı: “Zatı şahanelerine arz ederim ki bu taraflarda benden başka herkes ittihatçıdır.”
Doğal olarak, her şey elinin altından kayıp giderken bunun ne kadar abartılı bir ifade olduğunu bilecek halde değildi. Ama bunu, ihtilali sürükleyen, fakat güçsüz ve hazırlıksız kadrolarıyla bunun getirdiği sorunların ve sorumlulukların altında ezilecek olan İttihat ve Terakki üyelerinin çoğu dahi henüz bilmiyordu.
Yıllardır doğru dürüst maaş alamayan, gerekli eğitimi görmemiş, teçhizatı temin edememiş olan subaylar Rumeli dağlarında Sırp, Bulgar, Rum, Arnavut ve daha bilmem hangi eşkıyaları kovalarken çıkmazı görmüşler ve çözüm arayışı içerisinde gizli örgütlenmelere girmişlerdi.
Genç subayların bir kısmı merkezi Selanik’te olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girmişti. Nihayet Türkler de çeteci ve komitacı olmuşlardı. Gerilim artarken Rus Çarı ve İngiliz Kralı’nın Reval’deki buluşmalarını “hasta adam” Osmanlı’nın tasfiyesi girişimlerine yoran bazı subaylar dağa çıkarak meşrutiyet talep ettiler.
Abdülhamit’in yıpranmış devlet mekanizması bunlarla başa çıkacak gücü bulamayınca da boyun eğmekten başka çareleri kalmadı. Esasen, her ne kadar meşrutiyet iradesi 23 Temmuz günü çıkmış ve İstanbul’da halkın bundan ertesi gün haberi olmuşsa da, Manastır’da 23 Temmuz günü, henüz padişah iradesi çıkmadan toplar patlamış ve meşrutiyet bando mızıka ve nutuklarla büyük bir coşkuyla kutlanmıştı. Padişah bir anlamda fiilen olanı kabul eder duruma düşmüştü.
Meşrutiyet, her halükarda bunalmış olan toplum için büyük bir boşalma vesilesi oldu ve o güne kadar olaylara epey ilgisiz veya bihaber olan halkın önceki tutumuyla ölçüsüz bir coşku patlamasına sahne oldu.
Burada iki isim birer yıldız gibi öne çıktı: Hürriyet kahramanı Binbaşı Enver Bey ile Hürriyet Kahramanı Kolağası Niyazi Bey. Şevket Süreyya’nın sözleriyle “Hürriyetin ilanından sonra şöhretleri bir süre beraber yürüdü. Adları beraber anıldı. Resimleri beraber yayınlandı. Memleketin dört bucağında doğan çocukların bir çoğuna ya Enver, ya Niyazi adı verildi. Onların hatıralarını yaşatmak ve ebedileştirmek için her çareye başvuruldu. Bu arada mesela, Enver ve Niyazi adlarını taşıyacak iki zırhlı büyük harp gemisi için ianeler toplanmaya başlandı. Bu ianeye Sultan Abdülhamit bile 5000 altınla katıldı. Bunlar memleketin gözlerinde artık iki yıldızdı. İki baht ve şeref yıldızı. Öyle sanıldı ki, talihleri de beraber yürüyecektir. Ama hiç de öyle olmadı.”
Niyazi Bey ışıkların altından çekilirken, Enver Bey daha ilk gün Köprülü’de "Hürriyet"i ilan ederken paylaşım masasındaki Osmanlı’yı kastederek “Hastayı tedavi ettik” demiş ve kendisini işlerin ön safına atmıştı.
“Suavi” takma adıyla İttihat Terakki Merkez Heyeti üyesi olan Enver Bey artık bu kuruluşun en aktif kişisi olacak, birkaç yıl sonra kendisini padişah damatlığına, binbaşılıktan generalliğe ve genelkurmay başkanlığına terfi ettirerek Almanların has adamı olarak ülkenin kaderiyle kumar oynamaya başlayacaktı. Masaya sürdüğü fişler ise yüz binlerce askerinin canıydı.
İttihatçılık geleneği ise Türk siyasi hayatından asla silinemeyecekti.
Her ne kadar başkanı işten atılmış bir posta memuru, merkez üyelerinin de bir hastane memuru, işsiz bir sarıklı hoca ve hiç birisinin rütbesi binbaşıyı aşmayan birkaç subay olduğunun duyulması halkta İttihat ve Terakki için biraz hayal kırıklığı yaratmışsa da bunlar o ihtilal döneminin havası içerisinde kendilerine güvenen insanlardı.
Bir kısmı İstanbul’a taşındı ve kısa sürede bu şehir tarafından baştan çıkartıldılar. Bir diğer kesim ise idealist bir çalışma içerisinde vilayetlerde şubeler açarak hürriyet ilanının İttihat ve Terakki’ye verdiği krediyi değerlendirmeye çalıştılar.
Sarıklı hocalarla papazlar sarılıp öpüşürken cemiyet-i mukaddes veya münci-i millet gibi sıfatları pek de yadırgamayan örgütün şubeleri pıtrak gibi çoğaldı. (Bu arada cemiyet merkezinin bulunduğu Selanik de Kabe-i hürriyet unvanı ile nasibini aldı).
Ancak halkın büyük kısmı şuursuzdu. İstanbul’da her köşede bir hatip özgürlük nutku atıyor ama bir kısım insan “yaşasın hürriyet, kahrolsun istibdat” diye bağırırken aynı anda bir başka grup da “kahrolsun müstebit, yaşasın padişah” diye slogan atabiliyordu. Yüzde doksanı okuma yazma bilmeyen, gazetelerin sadece büyük kentlerin belli kesimlerinde okunduğu bir toplum bu hürriyetin ne işe yaradığını keşfetmeye çalışıyordu.
O günlerin bir karikatüründe “akşam geç kalma” denilen çocuğun “artık hürriyet var, kimse karışamaz” diye yanıtladığı görülüyor. Bu arada hürriyetin ilanından sonra pek çok sayıda kişi sürgünden ve hapisten dönüyor, bir iki gün heyecanla karşılandıktan sonra dertleriyle baş başa kalıyorlardı.
Bunların hayal kırıklıkları giderek artan muhalefete yönelmekteydi. Kısa sürede büyük bir örgütlenme patlaması oldu. Ahrar, Ahali, Hürriyet ve İtilaf, Osmanlı Sosyalist Fırkası gibi partiler, Halaskar Zabitan gibi gruplar kuruldu.
AZINLIKLAR VE II. MEŞRUTİYET
Azınlıklar ise bu hürriyet ortamından kendi örgütlenmeleri için yararlanma yoluna gittiler. Bu da Türklerin tepkilerini artırdı. Türk milliyetçiliği ideolojisi yükseldi. Türk Ocağı, İstihlak-ı Milli Cemiyeti, Türk Yurdu ve daha bir çok dernek kuruldu. Bunun yanısıra tüm azınlıklar de kendi ayrılıkçı örgütlerini çoğalttılar. Gerçi cemiyet merkezi örneğin, “Ermenileri kulüplerimize kaydetmezseniz bunların hepsi Prens Sabahattin’in Ademi Merkeziyetçi partisine kayacak... o zaman başımıza yeni gaileler çıkacaktır... uyanık olun” şeklinde genelgeler çıkarınca bazı yakınlaşmalar olduysa da bunlar artık kopma noktasına yaklaşan ilişkiler tersine çevirmek için çok geçti. Büyük ve son kapışmanın sahnesi hazırlanıyordu.
II. Meşrutiyetin en olumlu yanlarından birisi ise Müslüman kadınların toplum hayatına girmeye başlamalarıdır. İslamcı cephenin şiddetli muhalefetine rağmen İttihatçılar bu konuda ilerici bir tutum izlemişler, kadınlar üniversitede derslere girmeye başlamış, yargı şeyhülislamlıktan ayrılarak sadece Adliye Nezareti’ne bağlanmıştır.
İttihat Terakki’nin kadınlar şubesinin yanı sıra iki yıl içerisinde çeşitli kadın dernekleri kurulmuştur.
II. Meşrutiyet ile ilgili en kapsamlı değerlendirmeleri yapmış olan Tarık Zafer Tunaya ne güzel söylemişti: “1908 kapısından-hayli geç olmakla beraber- özellikle Batı’nın düşünce şablonları hızla girerken, bayram havası içindeki insanlar mucizelerin acele bekleyicileri olarak cennetin kapılarını açan demokratik bir rejime kavuşma helecanını çok kısa bir de olsa yaşamışlardır.”
AYNI SORUNU HEP FARKLI BİÇİMDE YAŞIYORUZ
Bu yazı 20 yıl önce "92 Yılında II. Meşrutiyet" başlığı altında yayınlanmıştı. Başlık ve okumayı kolaylaştıracak birkaç dokunuş dışında hiçbir değişiklik yapmadım.
Başlığın, 112 yıldır benzer sorunları, ya da aynı sorunun farklı biçimlerini yaşadığımızı hatırlatmasını dilerim.
Dünya altüst olmazsa, en az 112 yıl daha bunları yaşayacağız. İttihatçılar, Osmanlı'da yenilikçi devlet adamlarının temel özelliği olan muhafazakarlık ile reformculuk arasında sıkışmış, muhalifleri ise onlardan farklı olarak dine ve yabancılara daha fazla yaslanmışlardır.
İttihatçılar zamanla birçok değişim geçirmiş, devamları sayılabilecek olan CHP, inkılapçı tutumunu kısa sürede geride bırakmış, 1930'dan itibaren Mustafa Kemal'i siyasi olarak etkisizleştirerek muhafazakar, 1938'den itibaren de tedrici bir süreçte işbirlikçi çizgiye geçmiştir. Bugün CHP, birçok yıkıcı eğilimi barındıran bir torbadır.
Mustafa Kemal İttihatçılıkla hesaplaşmayı bitirdikten sonra, bu yaklaşım resmen ortadan kalkmış olmakla birlikte, siyasetle alakalı birçok kesimin zihninde yaşamaya devam etmiştir. İttihatçılıktan kalan siyasi anlayışla sahip kişilerin büyük bir kısmı bunun farkında bile değildir. En sağdan en sola kadar durum budur.
Komitacılık ve hastayı en kısa sürede tedavi edecek reçete peşinde koşmak şeklinde tezahür eder. Bunun için dışarıdan uygun bir şablon bulma arayışlarının sonu gelmez. Halbuki siyasi akımlar gelip geçer ve hastalık kendi seyrini izleyerek sürüp gider.
Mehmet Tanju Akad
GERCEKEDEBİYAT.COM
YORUMLAR