Kutsalla sanat arasında / Nihat Ateş
'Kültürlerin toplumsal tarihinden toplumun kültürel tarihine' geçmek olanaklı mıdır?
Önce şunu soralım: “Kültürlerin toplumsal tarihinden toplumun kültürel tarihine” geçmek olanaklı mıdır? Kültürlerin toplumsal tarihini okumak (yaratmak), kültürleri sınıfsal, siyasal gelişimleri, devrimleri, “ilerleyiş”leri anlamında okumak; toplumun kültürel tarihini okumaksa yalnızca “kimlik, yapı, birey” merkezli okumak anlamına gelir. Ergin Yıldızoğlu, “Muhafazakar sanat tartışmasına ilişkin ilk notlar” adlı yazısında “modernizm”in iki yüzünden bahsediyor ve burjuvazinin tutuculaşma ve gericileşmesiyle ortaya çıkan karanlık yüzünün, ilerlemeci, Aydınlanmacı, özgürlükçü aydınlık yüzünü -yok edemese bile- gölgelediğini vurguluyor. (soL Portal, 19.04.2012) İşte bu çelişkiyle postmodernizm, “toplumların kültürel tarihi” okumasını baskın hale getirerek burjuvazinin bugün ortaya çıkan karanlık yüzünü saklıyor. Özellikle neoliberal küreselleşme politikalarını tüm dünyada toplumlara, özellikle ezilenlere dayatmak ve kabul ettirebilmek için sermayenin bu toplumların en gerici ve yoz unsurlarıyla işbirliğine gidip bu işbirliğinden bir demokrasi yutturmacısıyla birlikte koalisyon çıkardığını gördük. Ancak bu iktidarlar kendilerini ortaya çıkaran koşulların da ateşli birer karşıtıydılar. Evet neoliberal, sermayeci, kapitalisttiler ama aynı zamanda “cemaatçi, tutucu, gerici, muhafazakâr”dılar. Egemen sistem bu denklemin birinci kısmı için ikinci kısmına çoktan göz yummaya razıydı Gelişen teknolojiyle birlikte ortaya çıkan internet, paylaşım siteleri, insanların bireysel kimliklerini çok daha fazla görünür kılma olanaklarını elde etmesiyle birlikte, kendilerinin cemaatçi ve itaatkâr bir bütünde eriyen, “kutsal mesaja” (Ergin Yıldızoğlu) bağlılıkları bir aradaydı artık. “Varlıkları ve iktidar olmalarını ‘ağ toplumu’na borçluydular ama ‘ağ toplumu’nda ortaya çıkan eşcinsel, feminist, vicdani retçi, çevreci söylemlerin yaygınlık kazanmasından, mesajlarını doğrudan, kolaylıkla paylaşabilmelerinden de rahatsızdılar. İktidar ve devlet ellerindeyken alabildiğine hızlı bir şekilde toplumu kendi geçmiş kültürü içinde tutuculaştırmak, feodal ve ataerkil ilişkileri baskın hale getirecek, “belirsiz ve silik bir geçmişi” (bütün faşizmler gibi) bugünün yaşayan ve kanlı canlı bir anı olarak var etmek gerekiyordu. Bunun için iktidar olma yetmiyordu, bu gerici ve yoz iktidarın yanına, yeni palazlanmış, şişmiş, kentlileşmiş, refahı yükselmiş yeni muhafazakâr zenginin sermayesini kullanarak bir sanat eklenmesi gerekiyordu. İşte bu iş parayla pulla, iktidar gücüyle falan kotarılacak bir iş değildi. Neden böyle olduğunuysa muhafazakârın kendini var ettiği kültürel zemin üzerinde görmek olanaklı. Uzun bir alıntı olacak ama bu kültürel zemini çok açık bir şekilde ortaya koyduğu için yapmak da zorunlu: “Bu yazıma, 'Don Kişot Hastalığı' adını taktığım, entelektüel zümrelere mahsus bir hastalığı tarif ederek başlamak istiyorum. 'Tenkidlerin Tenkidi' isimli yazımda entelektüel zümrelerdeki 'egocentrizm hastalığı'ndan bahsetmiştim. Bu 'Don Kişot' hastalığı da buna benzer. Don Kişot'u hatırlayalım. Cervantes'in Don Kişot'u Ortaçağlara mahsus Şövalye Edebiyatı'nı o kadar çok okumuş ve bu edebiyatın o kadar çok tesirinde kalmıştı ki, onu yaşadığı çağda artık modası geçmiş olan bu şövalye ahlâkına ve standartlarına göre yaşamak istediği için el-âleme gülünç olmaya başlamıştı. Yani entelektüeller yaşanan hayatın realiteleri yerine kitabî standart ve idealleri koymaya teamül ederek, çoktan modası geçmiş birtakım fikirleri ve idealleri zoraki olarak yaşatmaya çalışarak, bazen Don Kişot konumuna düşerler. Mesalâ, demode olduğu ve zararları görüldüğü halde, bizim entelektüellerin 19. asır batı fikriyatından mülhem 'endüstri cemiyeti'ne özenme gayretleri ve pozitif fikrî geleneğe bağlılıkları böyledir. Entelektüel zümrelerin kitapların otoritesine aşırı itimadı, âdeta onların bağımsız düşünme kabiliyetlerini felç etmektedir. (Prof. Dr. Şahin Uçar, Dil ve Felsefe, Şule Yayınları s.56 “Kitaplar insanın bağımsız düşünme yeteneğini felç ediyor” demek bütün bir Aydınlanma'nın çöp sepetine atılması gerektiğini söylemekle eşanlamlıdır. Yazarın da bu düşüncelerini bir “kitap”ta dile getiriyor olmasının “yaman çelişkisi” ise ayrı bir garabeti oluşturuyor. Acaba kendi yazdığı düşünceleri bizler için nasıl ket oluşturuyor ve düşünme yeteneğimizi felç ediyor? Ama yine de bu düşünceleri her gün medyada “muhafazakâr sanat”ın oluşturulmasına devlet desteği sunacak olanların ağzından duyduğumuzu fark etmişsinizdir. Aynı aydın düşmanlığı, aynı Aydınlama düşmanlığı, aynı “realite” söylemi. Batı karşısında, İskender Pala'nın manifestosunda “geçmişiyle bağları travmatik olarak koparılmış toplumun öz benliğiyle barışma çabasının estetik boyutu” diyerek gönderme yaptığı köktenci bakış. Hem bu alıntıladığım metnin hem de Pala'nın manifestosunun bugün ortaya çıkmış bir kültürel düşünüş biçimi olmadığını söylemeye gerek var mı? Anadolu gericiliği 1923'ten başlayarak aynı şeyleri milyonlarca kez yazdı ve çizdi. Buradan daha popüler bir kişilikten başka bir örneğe geçmek istiyorum. Tunca Arslan çelişkiyi çok iyi yakalamıştı. Bildiğiniz gibi bu muhafazakâr sanat tartışmaları birdenbire başlamadı. Birçok toplumsal tartışmaya yol açacak yöntem bu alanda defalarca uygulandı. Yöntem şu: İktidar (AKP) bir konuda düğmeye basıyor. Sonra o konuda medyada ve STK'lerde köşe tutmuş kişiler yazmaya, söz almaya, konuyu gündeme getiriyor... İşte daha sonra da iktidar (AKP) bu sorunu “sivil, aydın, yazar, çizer” gündeme getirince caymış gibi yaparak konuya bu yazar çizer takımından yana (yani aslında kendisinden yana) dahil oluyor! Tiyatro tartışmasının hemen öncesinde bir “film” tartışması yaşamıştık. Tıpkı İskender Pala'nın Şehir Tiyatroları'nda seyrettiği bir oyuna getirdiği müstehcehlik ve benim paramla destekleniyor yavesi gibi o zaman da gerici bir sinema yazarı bir film festivalinde seyrettiği filmlerin müstehcen ve aile yapısına uygun olmadığını ve bunları devletin (Kültür Bakanlığı'nın desteklememesi gerektiğini) yazmıştı. Bunun üzerine Kültür Bakanlığı topa girmiş ve bundan sonra kâr getiren, aile filmlerine sponsor olacağını açıklamıştı. Bu anlamda da o zaman “muhafazakâr” çevrenin gündemine İslami sinema girmişti. İslami sinema gelişiyordu, büyüyordu da neden sanat olamıyordu tartışmaları başlamıştı. İşte bu sırada Nihal Bengisu Karaca da “İslami sinemanın bir türlü 'sanat' katına yükselememesinde, laik sinema çevrelerinden, dağıtım şirketlerinin engellemelerinden daha başka nedenlerin de olabileceğini yazmıştı. Yine bildiğiniz gibi bu yazının üzerinden birkaç gün geçmeden de 4+4+4 yasasını Ankara'da protesto eden başta KESK olmak üzere öğretmenlere polis müdahale etmiş, tazyikli su ve biber gazı sıkmıştı. O zaman da aynı muhafazakâr Karaca o öğretmenlerin üzerine polisin daha “yapışkan” bir şey sıkması gerektiğini yazabilmişti. Tunca Arslan ise bu gelişmeleri de örnekleyerek gayet haklı olarak neden bir İslami sinem yapılamayacağını şöyle açıklıyordu: “Türkiye'nin siyasi iklimi ne olursa olsun, İslami Sinema'nın siyasi yapıdan bağımsız şekilde böyle bir kaderle karşılaşacağı iddiasındayım. Kendisini her şeyden önce “Müslüman” olarak tanımlayan bir sinemacının seyircinin ya da sinema yazarının problemi, Sanat (Sinema) ve Gerçeklik diyalektiğini ister istemez bir 'gidap'a dönüştüren bir ideolojik-inançsal sisteme sorgusuz-sualsiz bağlılıktan kaynaklanıyor. Hayır, tüm ideolojiler, tüm inanç sistemleri aynı sonucu doğurmuyor. Dünya sineması tarihinde,demokratik haklarını kullanarak bir yasa tasarısını protesto eden öğretmenlerin (ya da başka gösterici grupların) polis şiddetiyle dağıtılmasını olumlayan tek bir film yapılmamıştır, yapılmayacaktır da. Sinema dünyaya ve yaşamı net biçimde 'o taraftar değil' 'bu taraftan' bakar çünkü... (Arka Pencere, 13-19 Nisan 2012, s. 23) Bence de sorun burada düğümleniyor: Muhafazakâr sanatın bir türlü sanat olamamasının kutsalla sanat arasında kaldığında bir türlü kutsalı kendi kutsalı olsa dahi sorgulama cüretini gösteremeyecek olmasında… İslami inançsal ve ideolojik varoluş, sanatı bir “tebliğe” indirecektir çünkü. Sürekli, bir ben Müslümanım, onlar laik, Hıristiyan, Yahudi, ateist, Mecusi vb. ikiliği içinde kıstırılmış duygularıyla nasıl bir sanat yaratacaktır? (Bakın “yaratacak”tır diye yazdım.) * Evet, girişte sorduğum soruya dönerek bitiriyorum: Muhafazakârlar varlıklarının gereği olarak “toplumun kültürel tarihi” içinde dönüp duracak ve “kültürlerin toplumsal tarihi”ni bir türlü yazamayacak ve okuyamayacaktır. Bu yüzden hiçbir zaman bir “sanat”ları da olmayacaktır. Muhafazakâr olarak bugün örneklenen birkaç ismin bu tarihsel konumlanışta istemeden de olsa doğru yerde durmaları onları isim haline getirmiştir. Nihat Ateş Gercekedebiyat.com
YORUMLAR