Son Dakika




Gelenekvegelecek platformu, güncel ile tarihsel geçmişimiz arasında "bağ" kurarak Milli Mücadele içinde yer almış Halide Edip Adıvar’ın gözlem ve değerlendirmelerini Türkün Ateşle İmtihanı'ndan alıntılarla yayınladı.

www.gelenekvegelecek.com'dan aldığımız çalışmayı yayınlıyoruz:

 

MİLLİ MÜCADELEYİ HAZIRLAYAN "HADİSE"LER…

30 Ekim 1918’den 19 Mayıs 1919’a kadar, benim o günlerde maddi ve manevi durumum, Mütareke imza edilip ittifak kuvvetlerinin İstanbul’a girişiyle memlekette hasıl olan umumi hislerden başka değildi.

Herkes gibi ben de 1914’ten itibaren geçen hadiselerin tesiriyle yorgun, şaşkın ve canımdan bıkkın bir vaziyetteydim. Osmanlı İmparatorluğu çökmüştü.



Fakat bu korkunç çöküntü altında ezilenler sadece Birinci Büyük Dünya Savaşı’na Türkiye’yi sokan İttihatçılar değildi. Şurasını da eklemek isterim ki, o savaşa girsek de girmesek de imparatorluğun devam edemeyeceğine, ben o günlerde de inanmıştım.

Esasen bir taraftan Türkiye’deki azınlıklar arasında Batı devletlerinin yıllarca devam eden hazırlıkları olduğu kadar, Abdülhamit devrinde başlayan muhtelif ve karşılıklı kıtaller (topluca öldürmeler) ve bilhassa tehcirler (göç ettirmeler) de bu neticeyi bir gün getirecekti.

Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Rusya “hors de combat” yani savaş sahnesinin dışında kalmıştı. Bundan dolayı İngiltere, Fransa ve belki İtalya, zaferlerinin büyük ganimetine namzettiler.



Şurası bir hakikattir ki, Türkiye’de müttefiklerin ahlakça üstünlüğüne ve onların insan hakları, adalet gibi büyük sözlerine inanmış olanlar dahi, bunları Türkiye’ye tatbik edeceklerinden emin değildiler. O günlerde Wilson’un on dört prensibi şamatayla ilan edilince, bütün dünyada büyük bir tesir yaptı ve Türklerin çoğunlukta oldukları yerlerde, istiklallerine dokunulmayacağı zannı hasıl oldu. Bu görüşlere inanan Türk aydınlan müttefiklerin hiç olmazsa iki şeyden sakınacaklarına inanıyorlardı:

Bu şeylerden birincisi şuydu: Türkiye’nin doğusunda ve batısında bir Ermenistan kurmaya teşebbüs etmeyecekler. Çünkü Ermeni tehcir ve kıtalinden önce de buralarda Ermeni nüfusu en az %2, en çok da %20’yi geçmemişti.

İkincisi, Yunanlılara Ortadoğu’da yer vermeyecekler. Çünkü böyle bir teşebbüsün bu iki millet arasında kanlı bir mücadele açacağı muhakkaktı.



Eğer müttefikler bu iki şeyden kaçınmış olsaydılar, bugünün tarihi bambaşka bir şekilde gelişecekti.

Müttefik kuvvetlerinin İstanbul’a girişi ile bir kısım azınlıklar sokaklarda barış içinde yaşamaya alışmış olan Türk vatandaşlarına çok kötü muamele etmeye başladılar. (…) Müttefik kuvvetleri, küçük bahanelerle, durmadan Türkleri tevkif ediyor, cezalara çarptırıyor ve bazan da Müttefik merkezlerinde fena halde dövüyorlardı. Evler zorla sahiplerinin ellerinden alınıyor, içerdekiler dışarıya atılıyordu. Müttefik tercümanlarının umumiyetle azınlıklardan olması, tabii onlara karşı çok kötü bir his uyandırıyordu. Bu durum bilhassa sakin yaşamaya alışmış olan İstanbulluları çileden çıkarıyordu.

(..) bir olay anlatacağım ki, bu, Türkü şuur altı bir kuvvetle İstiklâl Savaşı’na sevk eden amillerden biridir.
Bu defa, İstanbul semtinde, Eminönü’nden son tramvaya binerek ablamın evine gidecektim. Biletçi galiba azınlıklardandı. Sıraya bakmadan içeriye azınlıkları alıyor, Türk kadınlarını itiyordu. Vakit çok geçti. Sokak fenerinin altında duran ihtiyar kadınların yüzlerinde, bana acı gelen bir şey vardı. Ben tramvaydaydım. Kapıya giderek bir ihtiyar kadını içeriye çektim ve yerimi ona vermek istedim. Biletçi buna o kadar kızdı ki, bilet kutusuyla beni itti ve sövmeye başladı. Ben daha ağzımı açmaya vakit bulmadan, erkeklerin oturduğu taraftan, perde açıldı ve kudretli bir ses öfkeyle bağırdı: “O kadına küfür etmeyi bırak, yoksa vuracağım.”


Döndüm, baktım. Uzun boylu, şişman, orta yaşlı bir Türk subayı idi. Eli pantalonunun cebindeydi. Orada da tabanca var mıydı, yok muydu bilmiyorum. Fakat, bu, kısa burunlu, büyük gözlü adamın yüzünü hiç unutmadım. Biletçi o kadar korkmuştu ki, polis çağırmaya bile cesaret edemedi. Tramvay İstanbul’un sessiz ve karanlık sokaklarından sükûnetle geçti.

Türk basını Müttefiklerin sansürü altında olduğu için, bu olaylar gazetelerde pek az yer alıyor ve bu yüzden mübalağalı söylentiler ağızdan ağıza dolaşıyordu.

Türkiye’yi aralarında paylaşmayı düşünen Batı politikacıları memleketimizin iç durumundan çok cesaret alıyorlardı.


İngiliz askerlerinin koğuşlarını basarak öldürdüğü bir Türk askeri


Hiç bir zaman Türkiye bu kadar parçalanmaya ve yok olmaya elverişli görünmemişti.

Padişah kendine kuvvet verebilecek herhangi bir yabancı devletle birleşmek istiyor, bilhassa İngilizlerin himayesine taraftar oluyordu. Tarihimizde, aptal, sarhoş ve kötü padişahlara tesadüf edilmemiş değildir. Fakat Osmanlı hanedanından hiç biri sırf kendi kudreti ve rahatı için memlekette bir yabancı egemenliği istemiş değildir.

Bununla beraber, galip devletlerden biriyle işbirliği yaparak memleketi kurtarmak fikrinde olan vatanseverler de vardı. Bilhassa İttihat ve Terakki’nin muhalifi olan İtilaf Partisi arasında aklı başında olduğu muhakkak insanlar vardır. Bu devrede padişah, Meclis’i kapatmayı düşünüyordu. Mustafa Kemal Paşa’yı elde ederek parlamentoyu kapatmak ve ardından bir mutlakıyet kurmak istiyordu.

Bütün dünyada kuvvetli bir tesir yapan ve yenilmiş milletlere biraz ümit veren Wilson prensipleri bizde de büyük bir tesir yaptı ve İstanbul’dan Wilson Prensipleri Cemiyeti tanınmış yazarlar ve avukatlar tarafından kuruldu.
Galiplerin yenilen milletlere hiçbir taviz vermeyecekleri hissediliyordu.

Taksim faciasına uğrayan Türkiye, tabii olarak dikkatini Wilson gibi hiçbir ülkeye göz dikmeyen adamın tarafına çevirdi. Gazete mümessilleri Vakit matbaasında toplanarak, Paris’te bulunan Wilson’a bir muhtıra göndermeye karar verdiler.

Bu muhtıranın esası Amerika’nın, Türkiye’ye evvela muayyen bir zaman için barış temin etmesi, yani taarruzdan korunmasını sağlaması, aynı zamanda Türkiye’ye mütehassıslar göndererek yeni bir rejim kurması ve iç kalkınmayı sağlamasından ibaretti. Cemiyet 1918 yılı Kasım ayında kuruldu, iki ay içinde de ortadan kalktı. Çünkü Doğu Anadolu ta başlangıçtan beri bunun aleyhindeydi.

Erzurum’da 1919’da Ruslar’ın Ermeni generali Antranik halkı göçe zorlayan kıtaller (toplu öldürmeler) yaptırmıştı. Amerika’nın sadece bizim Ermenilere karşı daha önceden (ta Abdülhamit zamanından beri) yapmış olduğumuz kıtal ve tehcirlerden dolayı tamamen Ermeni taraftarı olduğu görülüyordu. Bundan dolayı Doğu Anadolu Amerika’yı tehlikeli görüyordu.


İZMİR'İN İŞGALİ ve KARIŞIKLIK (15 Mayıs 1919’dan 16 Mart 1920’ye kadar)

15 Mayıs 1919 faciasından sonra Milli Mücadelenin nasıl hazırlandığını kısaca anlatmak faydalı olur.
İstanbul’da, bütün memleketten gelen saiklerle bir hayli cemiyet kurulmuştu.

Başlangıçta bunlar, ihtilalci değildiler. Doğudaki cemiyetler arasında Karadeniz ve Erzurum en canlı görünüyordu.

Çünkü limanı, Trabzon olmak şartıyla o bölgede bir Ermenistan kurulması düşünülüyordu. Yakın olan barış konferansında bu mesele görüşülecekti. Yalnız şu var ki, bu Karadeniz bölgesi coğrafya bakımından ve aynı zamanda halkının ihtilalci ruhundan dolayı orada bir Ermenistan kurulması için yeni bir işgal ordusunun gelmesi gerekti.



Kilikya Fransızlar tarafından işgal edilmiş ve Fransızların Ermenilerden bir asker kuvveti toplamaları büyük bir kızgınlık yaratmış ve aynı zamanda kanlı olaylara yol açmıştı.

Antalya’yı İtalyanlar işgal etmişlerdi. Yabancı bir işgal kuvveti olmalarından dolayı hoş görünmemekle beraber, İtalyanların halkımıza karşı davranışları en medenisiydi.

Trakya ve Mezopotamya’da da Türkler bazı cemiyetler kurmuşlardı. Evvela, İzmir’de Nureddin Paşa, şayet orası işgal edilirse mukavemet etmeye karar vermişti. Nureddin Paşa’nın oradan alınması büyük bir endişe uyandırdı. 1920 yılı olayları için hazırlanan bir hayli siyasi birlikler kuruldu.

Karakol adını taşıyan bir gizli birlik en önemlisi ve en iyi netice verenidir. Bunun reisi Kara Vasıf Bey’di. Ufak tefek, esmer ve sağır olan bu adam çok büyük hizmetler görmüştür. Bir çocuk kadar saf gözleri ve konuşması onun manevi ve insani vasıflarını derhal açığa vururdu. (…) Derdi ki: “Milletimizi kurtarabilecek olan şey kolaylıkla elde edilecek bir başarı değildir; ancak manevi kudretimiz, hürriyet aşkımız, hak ve adalete inancımız bizi kurtarabilir.” Gerçi bu adamın adı en az bugün geçerse de, bence gelecek Türkiye’sinin en gerçek bir yurtsever örneğidir. Onun istediği hür bir iç idare kurmak ve hiç bir yabancı kuvvete dayanmamaktı.



(…) Çoğu zabit olan bir hayli genç, Türklerin şüphe götürmez çoğunlukta oldukları yerlere gideceklerdi. Bu, Türkiye’yi paylaşmaya hazırlanan İtilaf kuvvetlerinin planlarına karşı halkı uyandırmak ve hazırlamak için yapılmıştı.

Kara Vasıf Bey, bu teşekkülün ruhu, Kemalettin Sami ise, eli kolu ve idare cihazının başıydı.

O, istila kuvvetleriyle yakından temasta ve aynı zamanda el altından Anadolu’ya silah kaçırtmak yollarını temin etmekteydi.

Hatta İngiliz ve Fransız kuvvetlerinin depolarındaki bir hayli silahı, kapıcılar, gemiciler ve orada çalışan başka kimseler vasıtasıyla elde edip Anadolu’ya göndertirdi.

Bunların arasında 320 makineli tüfek, 1500 tüfek, bir top, 200 sandık mermi, 10.000 üniforma vesaire Anadolu’ya kaçırılmıştı. Kemalettin Sami, İstanbul’da onuncu fırka kumandanı olduğu zaman, bütün gün vazifesini gördükten sonra, geceleri de ihtilali hazırlardı.

Gece yarısından sonra, Üsküdar tarafına geçerek muhtelif birliklerle temasa geçer, hazırlanırdı, ve ekseriya gece saat ikiden sonra bize gelir ve derdi ki: “Dr. Adnan, o kadar yorgunum ki, yatsam vücudum kendini yataktan yere atıyor.”


Halide Edip Adıvar

16 Mayıs 1919 sabahında kolejdeki hocam Miss Dodd, bana telefon etti:

“Sen misin Halide?

“Bu İzmir meselesine çok canım sıkıldı.”

“İzmir mi? Ne oldu İzmir’e?”

“Yunanlılar işgal ettiler.”

“Ya!…”

Bunu der demez telefonu kapattım. Bu olayın teferruatını yine telefonla muhtelif dostlar bana bildirdiler.

İzmir’i Yunan ordusu İtilaf kuvvetlerinin donanmaları himayesinde 15 Mayıs’ta işgal etmişti. Vali İzzet Bey de dahil, memurları Kordonboyu’na sürükleyerek “Zito Venizelos!” diye bağırmaya mecbur etmişler. Buna boyun eğmeyenleri Kordon’da saatlerce yürüterek üstlerini başlarını parçalamışlardı.

Bir hayli kanlı vakalar da olmuştu. Bu vakalar esnasında şehit olanların sayısı hayli yüksektir. Hatta, askerler ve bazı kumandanlar da buna dahildir.

Fakat işin hayret edilecek tarafı, bunun itilaf donanmasının gözü önünde yapılması idi. İşte Mister Lloyd George’un, Türkleri medenileştireceğiz diye gönderdiği ordu ne yazık ki, medenileştirmek hareketine böyle başlamıştır.

Türk efkârını çığırından çıkaran işte bu ilk İzmir hadisesidir.

YAZININ TÜMÜ İÇİN TIKLAYINIZ…

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM