Sedat Erden’in Sürgün Yılları romanı
Sedat Erden yerli Jack London’ımızdır. Jack London sağlığındakitaplarından para kazandı, ünlüoldu ama bununnedeni ABD yayıncılıksistemive okur kesimininbilinçlioluşuydu. ABD ulusuyükseldiği yıllardayazarlarını da yüceltiyor, iyiylekötüyüayırabiliyordu. O zamanlardayazarolmanınşakasıyoktu, eftenpüftenyazıcılarayazar kimliğikimsedağıtmıyordu. Sedat Erden, yaşamı maceradan maceraya sürüklenmiş ender yazarlarımızdandır. Arkadaşlarının çoğu emekli general albay filandır ama o Askeri Hava Lisesi’nden sonra Hava Harp Okulu’nu (1964) bitirmesine ve teğmen olmasına karşın bu mesleğe 5 yıl dayanabildi ve 1969 yılında istifa etti. Altmışlar ve yetmişler dünyada devrimci hareketlerin kaynaştığı yıllardı. Her ülke devrimcilerin yurduydu, devrimci her yerde devrimciydi; meslekti. Bu mesleğe kapıldığı anlaşılan genç yazarımız subaylıktan sonra Mersin’e gidip sol kitaplar satan kitapçı dükkanı açtı. Hatta hızını alamadı Mersin Devrimci Gençlik Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı. Genç Sedat Erden askeri okul yıllarında yetenekli bir yazardı. Dönemin ünlü edebiyat dergilerinde öyküler yayımlıyor öyküleri beğeniliyordu. İzmir edebiyat ortamına omuzlarında yıldızlarla çeşit katıyordu. İlk gençlikte hem devrimci, hem bir yazar hayaline sahip olmak çok büyük bir ikiliktir. Geleceğin büyük yazarı yanlış kararda ölür. Öyle bir an gelir ki ya tam ‘mesai’ devrimci olacaksın ya yazar! İkisinden birini tercih etmek gerekir. İkisini bir arada götürmek yazarlığı ertelemek demektir ki bu işi devrimden sonraya havale etmek anlamında intiharla eş değerdir. Mersin’de sermayeyi tüketince inadını bu kez denizaşırı maceralarda arayan Sedat Erden bir gemiye atlayıp Avustralya’ya göçmen olarak gitti. Sürgün Yılları romanının adına bakarsak göçmen değil de kendinden sürgün olduğu anlaşılıyor. Orada da tabi devrimci devrimciyi mıknatıs gibi çeker derler; daha önce Sydney’e gelmiş Türkiye’de devrimin yolunu gözleyen Cengiz’le tanışır. “Cengiz'i Sydney'e ilk geldiğim günlerde tanımıştım. O günlerde tek düşüncem vardı: Devrimci bir dernek kurmak. Bu tasarı, içimdeki boşluğu dolduruyor, gündelik hayatın seline kapılmış yabanci işçilerin akıbetinden beni koruyordu. Bir ‘görevim’ vardı benim. Bu görev, dünyanın dört bir yanında, daha yüzlerini bile görmediğim yoldaşlarla aramda mistik bir bağ kuruyor, beni gündelik sıkıntıların, umutsuzlukların üstüne çıkarıyordu. Bu köhne dünya her yandan zorlanıyor, çöküyordu. Ve ben hareketin buradaki koluydum. Kendi payıma düşeni yapmalı, her yandan kundaklanan bu yapının temellerini ben de buradan kemirmeliydim, Üzerimde tarihi bir sorumluluk vardı, Sydney'de yalnız değildim. Devrimin gözleri benim deüzerimdeydi. Türk kahvehanelerini dolaşıp, zemin yokluyordum.” (s. 10-11) Genç devrimci Sedat Erden, Avusturalya’ya kendinden önce Almanya’da tutunamayıp gelmiş ama gerçeği az çok anlayıp hayal kırıklığı yaşayan Cengiz’e bile cesaret vermeye çalışır. (Daha sonra Türkiye’ye dönünce Cengiz’in ağabeylerini bulur, ilginç bir hayal kırıklığı yaşar.) Sydney, yabancıların tutunabilmelerini engellemek için elinden gelen her şeyi yapan bir kenttir. Önce kalacak bir yer bulmak gerekir. Sonra iş. İş elbette beden işidir. Bir tren istasyonu deposunda eski lastikleri taşıma işi bulur. Kafasındaysa geri dönmek vardır. Ne var ki 600 dolarlık yol parası ayda 60 dolar kazanan bir emekçinin biriktirebileceği para değildir. Resmen mahsur kalmış iki arada bir derededir devrimci/yazarımız. Bir işe giriyor oradan ayrılıp diğer işe giriyordu: “Bant işçisiydim. Yüksek bir sahanlıkta serinlik yapması için çalıştırılan büyük bir vantilatörün altında, yağmur gibi akan otomobil lastiklerini toplayacak, istif edecek, bunları trıraş edilmek üzere karşı banttaki İspanyolm işçiye yollayacaktım...” (S. 24) “Sydney’den demiryolu ile başka şehirlere gönderilecek malların toplanıp dağıtım yapıldığı bir merkezdi.. (...) Gelecek vaatetmeyen bir işti. Verdikleri asgari ücret ancak oda kirasına yiyeceğe ve arada bir bira içmeye yetiyordu. (...) Burada çalışanlar daha çok çömez göçmenler, Aborjinler , göğüslerine savaş karşıtı rozetler takmış uzun saçlı gençler (üç beş gün çalışıp işten ayrılırlardı genellikle) bir de hiç tutkusu kalmamış, yorgun ve bezgin tiplerdi. (s. 63) “Sonra... Su İşleri İdare’nde işe girdim. Kanalizasyon yapımına gönderilmiştik. Bir hendeğin içinde bazılarımız kazma ile toprağı kazıyor, sonra kürekçiler çamurları hendeğin dışına atıyorduk. Ben kürekçiydim. Fırlattığım çamurların çoğu, hendek derin olduğundan tekrar üstüme geliyordu. İçinde ayaklarımın yüzdüğü iri çizmeler, başımda kask ve takım elbisemle gülünç bir görünümüm olmalıydı." (s. 78) Bu tür işlerde çalışmaya fazla dayanamıyor genç subay / yazar / devrimci göçmenimiz. “Böylece sık sık işsizlik dönemleriyle kesilen göçmen hayatım başlamış oldu. Hosteldeki hayat artık içimi daraltıyor, bu yeni ülkenin Sydney’in uzaktan gelen uğultusu beni kendine çağırıyordu.” (s. 78) Banliyölerden şehrin içene karışan göçmenimiz Avusturalyalı gençlerden yumruk yer, yatağına giren kadınla yatamaz, eşçinsellerle takışır. Kitapta tanıdığı insanlarla birbikte kaldığı yerler, kitapçı dükkanı vs. de başlıklarla anlatılıyor. Ama anlattığı, göçmen Sedat Erden’in belleğine kazınmış insanlardır. Sydney’den insan manzaraları... gibi... Ki has edebiyatın da asıl öznesi insan değil midir? Ev sahibi Ukrayna göçmeni İvan, oda arkadaşı Yılmaz... Utangaç bir aşk yaşadığı Yugoslav kız Borka. (Tüm aşkların son tahlilde döşeği öptüğünü bilemeyen utangaçlığının yaşattığı acı.) Yine Redfern’de bir kahvehanenin sahibi olan babacan tavırlı Orhan Usta, yaşama sıkı sıkıya sarılan Haydar Amca, psikolojik sorunları olan Hayrettin, oda arkadaşları Hüseyin Tevfik, Erkal. Sydney’deki ortama çok iyi uyum gösteren Mustafa, sürekli İngilizcesini geliştirmeye çalışan Arif Bey, George, Matt. Çin yanlısı kitapların satıldığı Eastwınd Kitabevi’ni işleten Bob, yoldaşları İrlandalı Dan, Dave, Betty, Berth. Polonyalı ve Yugoslavyalı göçmen işçiler, İzmitli Burkan, Karslı Nedim, İskender Alex… Laz Recep Usta. Konsoloslukta güya çalışma ataşesi ama işçilerin derdini dinleyecek yerde kendi derdini onlara anlatan dil bilmeyen çalışma ateşesi Halit Bey... Kahramanımız Sydney’de iki yıl değişik işlerde çalıştıktan sonra 1972 yılında Halit Bey’in katkısıyla BETA adlı bir yük gemisinde tayfa olarak iş bulur. Hint Okyanusu üzerinden haftalarca süren serüvenli bir gemi yolculuğundan sonra Kızıldeniz’i geçip El-yat Limanı ve oradan Türkiye'ye kapağı atma şansı yakalar. Ama şans mıdır yoksa çaresizlik, umutsuz uyumsuz bir gencin güvenli durağı mıdır kesin değildir. Aklının Sydney’de kaldığı, -aslında gerçek düşünceleridir- şu küçük tümcede itiraf edilir: “İki yılımı burada boşuna geçirmiştim. Sıradan bir işçi olarak gelmiştim, işçi olarak gidiyordum. Çaba göstersem geçerli bir meslek edinebilir, iyi bir kızla evlenebilirdim. Yıllarım düş kurmakla geçmişti. Şimdi çevreme ilk kez dikkatlice bakıyor, binlerce alımlı, güzel kadın görüyordum. Bunlardan biriyle şimdi, mucize türünden, tanışıversem... Biri eşyasını düşürmüş olsa mesela, alıp uzatsam, gülümseyerek teşekkür etse... Bir yere otursak, konuşmaya başlasak, bir saat içinde on yıldır birbirimizi tanımış gibi olsak, ona yarın gideceğimi söylesem... Paniğe kapılıp, ‘Hayır, olamaz!' dese. "Böyle bir rastlantıyla seni buldum, artık bırakmam... Gemiden eşyalarını alalım, sonra evimize gideriz." (s. 90) Dünyayı değiştirmek isteyen, başkaları için hayatını zamanını tehlikeye atmaktan çekinmeyen genç devrimcilerin aslında kendi yaşamlarındaki o keskin ve dönüşü olmayan dönüm noktalarındaki kararsızlıklarının, beceriksizliklerinin nelere mal olduğunu kendi ‘devrimci dönem” yaşamımdan çok iyi biliyorum. Tıpkı İsa’nın kendi yaşamını yönetememesi gibi pisi pisine bir şeydir. 133 sayfalık bu küçücük içi dolu turşucuk romanın üçte biri (84 – 133 sayfa arası) BETA adlı gemideki tayfalık günlerini anlatıyor. “İki yıldan beri ilk kez Tazmanya'da yeniden kar görüyordum. Hava soğuklu, Güney Kutbu'na yaklaştığımız belli oluyordu. Dünyanın öteki ucundaki bu adada insanı kendine çeken bir şey vardı. Sessizlik ve huzur sanki beni kendine çağırıyordu. Acaba gemiden inip burada mı kalsaydım? Burada evlenir, cenneti andıran yeşillikler içinde bahçeli bir evim olurdu. Hiçbir sorunun ulaşamayacağı kadar uzak ve tasasız görünüyordu bu ada.” (s. 93) İzan yayınlarından 2. baskısı yapılan kitabın anlatımı birinci tekil şahıs.Romanın kahramanı anlatıcının kendisi. Ana konu yabancı bir ülkede tutunmaya –ya da tutunmamaya- çalışan bir göçmenin tanıdığı kişiler ve onlarla ilişkileri. Sedat Erden, romanını çok basit ve kolaya kaçmış gibi görünen biçimde her kahramanını ayrı başlık altında ayrı öyküler içinde anlatıyor. Romanda adı geçen kişilerin birbirleriyle ilişkileri yok ama kahramanımızda ve okuyanda derin izler bırakan bir kaç fırça darbesiyle portreleri çizilmiş unutulmaz tipler. Geçmiş zaman anlatımının çok iyi oturduğu, anı/çağrışım/duygu yüklü bir kitap Sürgün Yılları. Elinize alıp bir solukta bitireceğiniz ve bitmesin diye son sayfalarını yavaş okuyacağınız Türkiye’de malüm işgalci tayfanın egemenliğindeki edebiyat ortamımızda ender yazılmış güzel bir roman. Kitabını şöyle bir değerlendirmeyle bitiriyor Sedat Erden: “İki yıl, dünyanın öbür ucunda bedenimle çalışarak ekmeğimi kazanmayı, işsiz kalmayı öğrendim. Bir gemiye tayfa olarak kapağı atıp, param olmadan yurduma dönmeyi başarıyorum. İstersem BETA’da kalıp, dünyayı dolaşabilirim ama ben ülkeme dönmek istiyorum. Kimdim ben? Yazmak için yola çıkmış, ama edebiyatı bırakıp, militanlığa heveslenmiş, tehlikeyi sezince yurdundan ayrılmış, iki yıldan beri Sydney’de işçilikten başka bir şey becerememiş biri. Ülkesine dönerken, aklında hala başka ülkeler olan bir hayalperest.Yaşı 27 ama adı sanı henüz belirsiz biri. Kimim ben bir devrimci mi, bir yazar mı, bir gezgin mi, yoksa hiçbir işe yaramaz bir serseri mi? Ordan oraya savrulan kuru yapraklara benziyorum. Şimdi BETA’nın küpeştesinden kendimi şu denize bırakıversem, eksikliğimi kimse fark etmez bile. Dünyayı değiştirmek için yola çıkmıştım ama kendimi bile değiştirememiştim daha. Kaderin bana hazırladığını değiştirmek imkansız. Kaderime doğru yürümek kalıyor bana yalnızca.” (S. 133) Sedat Erden için boşu boşuna geçmiş kayıp yıllar belki, ama Türk edebiyatı için bence tüm zamanlarda okunacak değerli ender bir romana malzeme oldu. Kimse yaşamadan iyi roman yazamaz. Geçmiş zaman anlatımının çok iyi oturduğu, anı/çağrışım/duygu yüklü bir kitap Sürgün Yılları. Elinize alıp bir solukta bitireceğiniz ve bitmesin diye son sayfalarını yavaş okuyacağınız Türkiye’de malüm işgalci tayfanın egemenliğindeki edebiyat ortamımızda ender yazılmış güzel bir roman. Ahmet Yıldız Gercekedebiyat.com













