Roma ‘Sığınmacı sorunu’nu nasıl çözmüştü / Halit Payza
Rousseau, Topum Sözleşmesi’nde Roma’nın kuruluşundan sonra gelişmeye başlayan cumhuriyetten söz ederken, cumhuriyetin kurucu ordusunun ‘Albinler’, ‘Sabinler’, ‘Yabancılar’dan oluştuğunu belirtir.
Cumhuriyetin kurucu ordusu, bilinen anlamda silahlı kuvvetler değildir; cumhuriyeti kuran, kurucu eşit vatandaşlardır.
Öyle olmasa da durum değişmez. Rousseau bölünmenin büyük sakınca getirdiğini ileri sürer. Bu sakınca Albinler ve Sabinlerin aynı sayıda kalmalarına karşın, Roma’ya yerleşen yabancıların, yabancılar koluna katılmasıyla sayıların arttığı, diğerlerini gölgede bırakmasıdır.
Servius, Romalı vatandaşlarının sayısının sabit kalması, yabancı sayısının artması karşısında Roma’nın demografik yapısının değişeceğinden, bunun sakıncalı olduğunu gördüğünden, kolların sayısını otuz beşe çıkarılır. Servius, yabancıların erki ele geçirmesini önlemek amacıyla koyduğu yasalar arasında mahalle halkının bir başka mahalleye geçmesini yasaklamak da vardır. Servius böylelikle ırkların birbirine karışarak demografik yapının önüne geçmeyi amaçlar.
Suriye’deki dış güçlerin desteklediği iç savaş sonrası 4. 81 milyon Suriyeli sınırlarda gerekli önlemlerin alınmadığı, sığınmacılara açıldığı için Türkiye’ye girdi. Bu sayı her geçen gün artmakta. Verilere göre beş ile on sekiz yaş arasındaki çocuk-genç sayısı bir milyonun üzerindedir ve sığınmacıların neredeyse tamamına yakını niteliksiz nüfustan oluşmaktadır.
Başlangıçta kriz sonrası Türkiye’ye sığınan sığınmacıların krizin bitimiyle yeniden kendi ülkelerine döneği üzerine olacağı düşünülmüşse de siyasal baskı aracı olarak kullanılmak üzere vatandaşlık da verilerek Türkiye’deki varlıkları kalıcılaştırılmıştır.
Sığınmacıların siyasal oy deposu olarak görülmelerinin yanı sıra işverenler için de ucuz emek gücü olarak değerlendirilmekte, her türlü güvenceden uzak çalıştırtmaktadır. Sayılarının tam olarak belirlenemediği sınırsız sayıda sığınmacı emek piyasasını olumsuz yönde etkilediği gibi, artan göçmen ve sığınmacı sayısı ülkenin demografik yapısını da kısa vadede olumsuz yönde dönüştürme olasılığını taşımaktadır.
Türkiye sığınmacılarla birlikte iki dilli bir ülke konumuna dönüşmektedir.
Somut verilerek ortaya konulmadığı için sayılarının on üç milyonu bulduğu söylenen sığınmacılar Türkiye’de politikayı belirleyecek güce ulaşmaktadır. Kayıt altına alınmayan ve gerçek sayıları tam olarak belirlemeyen sığınmacılar sosyo-ekonomik olumsuzluklarla güvenlik açığına da neden olmaktadır.
Kaldı ki bu sığınmacıların birçoğu Türkiye’de değil, gelişmişlik, kalkınmışlık düzeyi güçlü olan diğer ülkelere geçmek istemelerine karşın, sığınmacı kabul etmeyen ülkelerin dayatmaları, içeride, yukarıda belirtilen gerekçelerle sınırlar kapatılarak başka bir ülkeye gitmeleri önlenmeye çalışılmaktadır. Plastik botlarla kaçak olarak Avrupa’ya gitmek isteyen sığınmacılar varsıl Avrupa ülkelerine gidebilmek için ölümü göze almayı yeğlemekte. Sığınmacıların varlıksal gereksinimleri Rousseau’nun, Topum Sözleşmesi’ndeki insan haklarıyla çelişmektedir.
Rousseau Toplum Sözleşmesi’ne dipnot düşer: “Kötü yönetimlerde... eşitlik yalnız görünüşte kalır ve aldatıcıdır; yoksulu yoksulluğunda, varlıklıyı da zorbaca ve kurnazca hazıra konuşunda alıkoymaktan başka işe yaramaz.”
Yine Rousseau’ya göre “Devleti sağlamlaştırmak” için “Ne çok varlıklıların bulunmasına” göz yumulmalı ne de “çok yoksulların.”
Türkiye’nin yoksulu da çok yoksul sığınmacısı da…
Halit Payza
Gerçekedebiyat.com