Dahilikle delilik arasında bir yaşam: Fikret Muallâ
Qui acceperint gladium gladio peribunt, ya da kılıçla yaşayan kılıçla ölür. Bu Latin kökenli deyiş Matta İncil’inde geçer, İsa, havarilerine kılıcını çekenin kılıçla öleceğini söyler. Kaya Özsezgin de Fikret Muallâ’yı anlattığı ‘Resmin Ustaları’ dizisinin dördüncüsünde, sanatla hayatın, hayatla sanatçının, eylemle söylem arasında kopmaz bağlar, somut ilişkiler olduğunu yazar. Sanatçının yaşadıkları, ürettiği yapıtlara yansır, kişisel düşünce ve eylemleriyle kimliğini oluşturur. Yapıt neyse, onu yaratan da odur. Yapıt onu yaratanın, yaratıcısı da yapıtının yerine geçer, giderek birbirleri ile özdeşleşirler. Doğu toplumları için de, Batı toplumları için de durum budur. Marks, Feuerbach Üzerine Tezler’in altıncı fragmanında insan doğası için ‘tür özü’ değil, insan özü’ kavramını kullanır. Friedrich Engels, Marks’ın notlarında değişiklikler yaparak 1888’de aynı kavramı içeren fragmanı Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu kitabının sonuna ekler. Marks, Feurbach’ın dinsel özü insan özüne indirgemesine, insan özünün -burada bir parantez açar ‘insan doğası’ der- tek tek bireylerin doğasında bulunan soyutlama olmadığını, bu özün kendi gerçekliği içinde, toplumsal ilişkilerin bütünü olduğunu belirterek karşı çıkar. Özsezgin sanatçı üzerinde erk sağlayıcı yönetim biçimlerinin özgür, demokratik düzene doğru evrimleşmesinin yoğun biçimde yaşandığı 19. yy.dan bu yana, sanatçının, toplumda özgür yaşam koşullarını benimsemekten yana olduğu süreç içinde farklı bir figür olarak kendini göstermesiyle aykırı bir tip olarak ortaya çıktığını söyler. Bu aykırı tip geleneksel kurallara, toplumdaki geçerli yaşam biçimlerine itibar etmez, uyum göstermez, mütemadiyen huzursuzdur, düzenle ilişkilerini koparma eğiliminde olan bu aykırı tip, farklılıkları her biçimde açığa vurur. Bu saptamalar doğru olmakla birlikte, aykırı tip salt 19. yy.ın göreceli özgürlük ortamı içinde değil, ontolojik varlığını arkaik dönemlerde de gösterir. Grafik sanatın öncülü olan duvar resimlerini çizen ilkel insanımsı da ilk aykırı sanatçı tipi örneğidir, kimsenin yapmadığını yapmıştır. Aykırılığı ölüm karşısında dirimi, av olmamak için avcı olmayı yeğlemesi ile ortaya çıkar. Kaldı ki 19.yy. her ne kadar göreceli özgürlüklerin ve demokratik eğilimler içerse de diyalektik olarak karşıtlığı da içinde taşır. Ayrıksı tipin ortaya çıkmasında bu durumun da büyük payı vardır. Türkiye özelinde, cumhuriyetle birlikte, gelenekselliğin tasfiyesi ile başlayan devrim, modern sanatçı imgesini de geliştirir. Modern sanat da Türk Devriminin çağdaşlığını temsil eder. Günümüzde ise ortadan kaldırılmaya çalışılan cumhuriyet kazanımlarının savunuculuğunu yapmak üzere muhafazakârlığa karşı çıkar. Mustafa Fikret Muallâ da sanat kavramını resmi ideoloji ile bütünleştirme çabası içinde olan Batı kökenli akımlar karşısında duyarlı davrananlara karşı, sanat anlayışını özgür tercihler kapsamında genişletmek isteyen, bunun için savrulmayı göze alan sanatçılardandır. Muallâ bu savrulmayı daha çocukluk, ilk gençlik yıllarından başlayarak yapar. Ailesinin ona sağladığı olanakları reddeder, sıra dışı olmayı yeğler. Onun yaşam biçemini de içeren sanat anlayışını Ocak 1938’de Ses Dergisi’ne yazdığı ‘Üsera Karargâhı’ başlıklı yazısında görebiliriz. Şöyle yazacaktır; “Ben hürriyetimi çok severim. Bunu naçiz sükûtumda bulurum. Resim yaparken, ibaret eder gibi, sükûtu beynimin tepesinde, saçlarımın dibinde hissetmezsem, o zaman bilirim ki yanlış bir işle meşgulüm veya işgal edilmişimdir. Bu yanlış meşguliyetten kurtulmak için gider, evvela üç-beş kadeh rakı içerim. Eğer bu yanlış meşguliyet daha sürerse, fitil gibi olur, çatacak, kavga edecek adam ararım.” Fikret Muallâ, Paris kefelerinde ve içki evlerinde resim yapar gibi içer, içki içer gibi de resim yapar, kendi ibadetinin vazgeçilmez ritüelleridir bunlar. Albastı Defterleri’ni dolduran karasabanlarını ve iç dökümlerini çizdiği desenler terapi yerine geçer. Bu desenlere çiziliş amacına uygun isimler verir; ‘Agâheyn Partisi’, Sırtlanlar’, ‘Mundar Reisler’, Kruçef Tahtakuruları’, ‘Moskova Rublecileri’, ‘Trampacı Ankara Ekâbiri’, Stamboul Hyene’, ‘Çürük Paçoz’ bu ilginç ve her birinin gerçek yaşamda karşılığı olan desenlerdir. Ferit Edgü’nün yayına hazırladığı Fikret Muallâ’nın Sainte Anne Hastanesi’nde çizdiği desenlerden oluşan, sonradan ‘Çakallar’ adıyla yayımlanan kitabında da paranoya belirtileri gösteren ruh yapısının izleri görülür. Dostları; Abidin Dino, Neyzen Tevfik, Suat Derviş, Fikret Adil, Bedri Rahmi Eyuboğlu, Semiha Berksoy, Nâzım Hikmet, çıkardığı Yeni Adam dergisinde desenlerini yayımlayan İsmail Hakkı Baltacıoğlu ve içkidir. Fikret Muallâ’nın bu olağanüstü ayrıksılığı doğumuyla başlamıştır denilebilir. Fikret Muallâ, İstanbul’da 1913’de Kadıköy Yakasında yer alan Kalamış/Moda’da bir konakta, babası Düyunu Umumiye Muamelat Müdür Muavini Ekrem Bey ve annesi Emine Nevber Hanım’ın kız çocuğu beklentisinin aksine erkek çocuk olarak doğar. Kız çocuğu bekleyen Ekrem Bey ve Emine Nevber Hanım, çocuklarının ismini bile önceden hazırlamışlardır, doğacak kız çocuklarına Muallâ adını vereceklerdir. Beklentilerin aksine doğan çocuk erkek olunca ismin önüne Mustafa Fikret eklenir. Beş yaşına kadar saçları kesilmez, kız elbiseleri giydirilir, kız çocuğu gibi büyütülür. Yatılı olarak Galatasaray Lisesi’nde yatılı okuması, dayısı Hikmet Topuzer gibi futbolcu olma tutkusudur. Lisede top oynarken geçirdiği kaza sonucu bileği kılır ve topal kalır. Futbolcu olma tutkusunu yitirir, yitirdikleri bununla kalmaz, okuldan kaptığı İspanyol gribini eve taşır, annesini İspanyol gribi nedeniyle yitirir. Annesinin ölümünün suçunu üstlenir, vicdan azabı ile yaşar. Babası iki kez daha evlenir. 17 yaşında iken Galatasaray Lisesi’ndeki öğrenimi yarıda bıraktırılır, İsviçre’ye mühendislik okuması için gönderilir. Bunu, yaptıkları için evden uzaklaştırılmak olarak yorumlar. İsviçre’de mühendisliğe değil resme ilgi duyar. Münih Güzel Sanatlar Akademisi’nde afiş ve desinatörlük, Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim eğitimi alır. Fransa’da, Edvard Munch ve Wassily Kandinsky gibi ressamların temsilcisi olduğu dışavurumculuk akımından etkilenir. Bir darbe de akademide tanıştığı ve âşık olduğu Ressam Hale Asaf’tan gelir, aşkı karşılıksız kalır. Bir insan yedisinde neyse yetmişinde de öyledir. Ayrıksı başlayan bir yaşam, kendi akışı içinde çatlağın bulan akışkan bir su gibi ayrıksı bir biçimde devam edecek, Fikret Muallâ, 19 Temmuz 1967’de Fransa’nın güneyindeki Mane kasabasının düşkünler yurdunda beş parasız son nefesini verecektir. Paris Kimsesizler Mezarlığı’na gömülür, kemikleri sonradan bulunduğu mezarlıktan alınıp Türkiye’ye getirilecek ve Karacaahmet Mezarlığı’na nakledilecektir. Özgezgin, Fikret Muallâ’nın ‘dramı’ olan, ‘özgün’ sıfatını hak eden ressam olduğunu söyler, Özsezgin’e göre kendi anlatım biçemini yaratmış, hiçbir sanatçıdan etkilenmemiştir. Halit Payza
Gercekedebiyat.com