nurullah-atac-elestiri-se-1652024124448.jpg


Nurullah Ataç diyor ki: 

Çok kimseler, hele biraz mektep medrese görmüş olanlar, her işten, her şeyden ille bir fayda beklerler. Ara sıra kırlara çıkmaları, bir su boyunca gezinmeleri bile hoş bir vakit geçirmek için değil, oturdukları yerde toz duman olsun olmasın, ciğerlerini şehrin pis havasından temizlemek içindir.” (Nurullah Ataç, “Fayda”, Günlerin Getirdiği-Sözden Söze, YKY, 2023) 

Hep beraber yaşadıklarımız, yaşananlar… Ataç’ın bu saptamasının bugün de geçerliğini koruduğunu gösteriyor. 

Nurallah Ataç’a gelince… 

21 Ağustos 1898’de, İstanbul’da doğdu. Asıl adı Ali Nurullah Ata’dır. Babası Hammer’in Osmanlı Tarihi’ni dilimize çevirmiş Ata Bey'dir. Ağabeyi de Doktor Galip Ataç’tır. 4 yıl Galatasaray Sultanisinde, bir süre Edebiyat Fakültesinde okumuş, bir aralık da İsviçre’de bulunmuştur. Ama Lise diploması bile olmadığı için, öğrenimi özel sayılır. Kendi kendini yetiştirmiş kişilerin en seçkin örneklerinden birisidir Ataç. Sanat ve edebiyat alanında, Batı’dan, Doğu’dan okumadığı hiçbir önemli yapıt yok gibidir. 

İlk yazıları 1921’de Dergâh Dergisi’nde çıkan Ataç, yine o yıllarda Fransızca öğretmenliğine başlamış, bu görevi İstanbul, Ankara, Adana’da olmak üzere araya edebiyat öğretmenliği, bazı yönetim görevleri, çevirmenlik de karışarak 1945 yılına değin sürmüştür. O tarihte Cumhurbaşkanlığı çevirmenliğine atanan Ataç, 7 Şubat 1952’de, 30 yılı doldurduğu ileri sürülerek, emekliye ayrılmış, sonra CHP’ye girmiştir. O günden ölüm tarihi olan 17 Mayıs 1957’ye kadar da yalnızca yazı yazmış, çeviriler yapmıştır. Dünya edebiyatının birçok yapıtını Fransızcadan dilimize kazandırmıştır. 

Türk Dil Kurumu yönetim kuruluna girerek yayın kolu başkanlığı da yapan Ataç, eşi Leman Ataç, 1955 yılında öldüğü zaman çok üzülmüş, tek çocuğu olan kızı Meral Tolluoğlu’na“İki yıldan çok bu acıya dayanamam ben” demiş, gerçekten de bir-iki gün farkıyla dediği çıkmıştır. 

Ataç, düşünceleri gibi yazıları da aydınlık bir yazardır. 50’yi aşkın dergi ve gazetede 4000’den çok yazısı çıkmıştır. Bu açıdan, çok yönlü bir düşünce adamı, bir edebiyat çeşnicisidir. 20.Yüzyıl’da, Atatürk’le yörüngesine oturup hızlanan çağdaş uygarlık savaşımızı, sürecimizi, Ataç’tan daha iyi anlayan; onu derinliğine, genişliğine işleyerek, düşün alanına, sanat alanına uygulayan bir başka yazarımız olmadığını söylemek yanlış olmaz. O, devrimlerin bir bütün olduğunu, bunun da Doğu uygarlığından Batı uygarlığına geçiş anlamına geldiğini kavramış, düşüncesini bu kavrayışa oturtarak, hemen bütün kültür sorunlarımıza ışık tutmuştur. Günceleriyle, söyleşileriyle, tüm yazılarıyla, ele aldığı her konuyu ya sarsıp düşünce alanına taşımış ya da açıklığa kavuşturmuştur. 

Ataç’ı aramızdan ayrılışının 67 yılında ölümünden 5 gün önce, 12 Mayıs 1957 günü Ulus gazetesinde yayınlanan “Günce” başlıklı son yazısı ile analım. 

Usumuzu Beğenmek- Usları satağa (pazara) çıkaranlar, hepimiz gene kendimizinkini beğenir, onu alırmışız, öyle derler. Sanmıyorum bunun doğru olduğunu. Bütün kişiler gibi ben de az çok beğenirim kendimi, çok kimselerinkine değişmem usumu. Ancak bu, kimseninkine değişmem demek değildir. Geçmişte olsun, günümüzde olsun, usça, anlayışça, benden çok üstün kişiler bulunduğunu bilirim. Neden benzemek istemeyeyim, neden imrenmeyeyim onlara? Usları satağa çıkarsalar, Stendhalin’kini neden almayayım? 

İyi bir soruşturma konusu olur bu: ‘Usları satağa çıkarsalar, kiminkini almak isterdiniz?’ Gelgelelim çok kimseler işi beylik lakırdılara dökerler, öyle olunca da tadı kalmaz. 

Emin Ali Paşa da deliksiz bir uyku uyuyabilmek için, Kızlar Ağasının usunu istermiş. Öylesi de olur, o da kötü değildir. 

Yatmak- Bugün üçüncü gündür yatıyorum, üşütmüşüm, sayrılandım, onun için. Çok sıkılıyorum. Oysa ben yatmayı severim, günün uzun bir bölümünü yatakta geçiririm, yazılarımı çoğu yatakta yazarım. Gücün yatmak gerekince, dayanamıyorum, kalkmak, dolaşmak geliyor içimden. Galip’in üyçüğünü söylüyorum kendi kendime: 

Ab-ı hayat-ı sohbet-i ahbaptan cüda. 

Mahileriz ki lücce-i deryaya hasretiz.’ 

Bu üyçüğü andım da usuma geldi: Geçenlerde alığın biri, ‘Siz, aruzla yazılmış şiirleri sevmezsiniz değil mi?’ gibi bir söz söyledi. Söyleyişinden belliydi, o yırları yalnız sevmediğim değil, bilmediğim kanısındaydı. Öz Türkçeden yanayım, öz Türkçe yazıyorum ya, bilemem, sevemem eski dili, divan ozanlarının dilini! Hani Baki’ye, Nefi’ye, Arapça, Farsça tilcikler kullandıkları için çıkışanlar vardır, ben de onlar gibi düşünüp onlar gibi söyleyeceğim… Gençlerimizin çoğu böyle beylik düşüncelerle yetindikleri için alık oluyor. 

Beylik düşünceler onları alıklığa, alıklık da beylik düşüncelere götürüyor. 

Son. 11 Mayıs Cumartesi- Sayrılar evine düştüm. Bu kez önemliye benziyor. Öldürür mü, öldürmez mi? Orasını bilemem ya. İstanbul’a gidecektim, sağınlar (hekimler) bırakmıyor. 

Bir süre yazı yazamayacağız. Ben de yazamayacağım. Kavafoğlu da yazamayacak. Ayrılamaz benim yanımdan. 

Kim bilir? Ola ki son yazdığım çizeklerdir bunlar. Öyleyse ne yapalım? Bunca yıl yaşadım, yeter bana.” 

İşte son satırları… 

Özlemle anıyoruz. 

Selim Esen 
Gercekedebiyat.com 

 

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler