Ziya Paşa / Seyit Kemal Karaalioğlu
Tanzimat edebiyatımızın en seçkin şair ve yazarlarından biridir. İstanbul'da 1825'de Kandilli'de doğdu. Soyu Erzurum'lu olan, gümrük memuru Feridüddin Efendi'nin oğludur. İlköğrenimini bir süre mahalle mektebinde yaptıktan sonra, Beyazıt rüştiyesinde okudu. Sadaret Kalemi'ne memur oldu (1842). Zeki, kabiliyetli bir genç olmasına rağmen, derbeder bir yaşantısı vardı. Divan edebiyatı yolunda şiirler yazıyordu. Reşit Paşa, onu saraya kâtip olarak yerleştirdi (1855). Saray memurluğunda düzenli hayata alıştı; Fransızca öğrendi. Âli Paşa'nın sadrazam olmasiyle saraydan uzaklaştırıldı; sırasiyle Zaptiye Müsteşarı, Atina elçisi, Paşa rütbesiyle Kıbrıs, Amasya mutasarrıfı, Meclis-i Valâ âzası oldu. Ziya Paşa, memlekette meşrutiyet idaresini kurmak olan “Yeni Osmanlılar Cemiyeti”ne girdi. Namık Kemal’le birlikte Paris'e kaçtı (1867). Londra'ya geçerek Namık Kemal'le Hürriyet gazetesini çıkardı (1868). İstanbul'a dönünceye kadar Cenevre'de oturdu (1871). Abdülaziz tahttan indirilince Maarif Müsteşarı oldu (1876), Kanun-i Esasi Encümeni âzalığına seçildi; II. Abdülhamit, İstanbul'da kalmasından kuşkulandığı için, vezirlik rütbesiyle Suriye, Konya ve Adana valiliklerinde bulundu. Adana'da öldü (17 Mayıs 1880; mezarı orada Ulu Cami kabristanındadır.). Pransız filozof yazarı, romantizmin öncüsü Jean Jacgue Rousseau’nun (1712-1778) dünyaca tanınmış romanı “Emile”ini ilk Türkçeye çeviren Ziya Paşa, bu eserin etkisiyle çocukluk anılarını yazdı. Yeni - Osmanlılar Tarihi’nde Ebuzziya Tevfik'e göre: «Ziya Paşa, Hürriyet gazetesini kapattıktan sonra, kendi için yeni, değişik ve yine önemli bir meşguliyet başlıyordu: Jean Jacgue Rousseau'yu okumaya, incelemeye ve onu Türkçe'ye çevirmeye karar vermişti. Her sabah, erkenden, o büyük düşünür ve yazarın, Cenevre gölü içindeki büyük bir adada bulunan heykelinin yanına gidiyor, en yakınlardaki bir bankın üzerine oturuyor, birkaç saat hem o büyük adamı hayâlinde yaşatıyor, hem de onun Emile adlı ünlü eserini Türkçe'ye çevirmeye çalışıyordu.» Önsöz olarak Emile çevirisinin başına eklenen «Defter-i A'mâls” de şöyle der: «Hususi hocamın teşviki ile Farsça öğrenmeye başladım. Böylece hem bilgili olacak, hem de imtihanda birinci gelip babamı memnun etmiş A'mals edebiyatımızda çocuk eğitimi üzerinde önemli görüşleri kapsar: Okul çağına yeni giriyordum. Babamın ‘Her kim okur jârisi / Gider dinin yarısı’ sözleri kulağımdaydı. Farsça'yı heves etmek şöyle dursun, okuyanlara dinsiz gözüyle bakardım. Buna rağmen ders almış olacaktım.» dedikten sonra, anılarına şöyle devam eder: ZİYA PAŞA’NIN ÇOCUKLUĞU Bir gece lalamla beraber karşılıklı oturmuş, el değirmeninde bulgur öğütmekle meşguldük. Değirmeni çevirmek sırası bana gelmişti. Ben onu çevirmekle meşgulken baktım ki lalam gözlerinden yaşlar döküp aralıksız ağlıyor. Sebebini sordum. — Sen daha çocuksun, anlayamazsın, dedi. Ben ısrar ettim. Nihayet çaresiz kalıp: — Bu değirmen şu haliyle sanki insana neler söylüyor bilir misin? dedi. Ben değirmenin söz söylediğini o vakite kadar işitmemiş olduğum için hayran hayran lalamın yüzüne baktım. Lala, içinden derin bir ah çekip: — Evet, değirmen söyler, hem de bizlerden daha açık seçik ve daha akla yatkın bir biçimde söyler. Fakat onun söylediklerini işitmek için kulak ister. İşte bu değirmende hal diliyle diyor ki: «Ey gafiller, gözlerinizi iyice açın ve bana bakın; zira ben bu dünyanın bir örneğiyim bana koyduğunuz buğdaylar da dünyaya gelmiş olan insanlara benzerler. Ben bana konulan taneleri iki taşımın arasında yuvarlaya yuvarlaya kırıp ufalarım ve onlar istenilen dereceye geldiklerinde —ki bulgur olurlar— onları dışarı atarım yeni gelenlerle meşgul olurum. Nitekim dünya da böyledir: Kendine gelen insanları yerle gök arasında bin bir türlü belâlardan ve sınavlardan geçirip ezdikten, olgunlaştırdıktan sonra, yani her kişi kaderin alnına yazmış bulunduğu payı doldurduğunda, onları mezarlara gömer. Yeniden ötekilerle meşgul olur.» Hatta bu konu üzerine şöyle bir şiir de aklıma geldi, yani hemen şimdicik yazdım, dedi ve: Asyâbı devreden âhenge nazar kılmışım... mısraı ile başlayan birkaç beyit okudu. Yazık ki öteki mısraları aklımda kalmamış. Ben o yaşlarda bu sözün gerçek ölçülerini anlayabilecek derecede olmadığımdan, değirmenin söylemiş olduğu bu güzel şeylerden fazla, lalamın bilgisine ve olgunluğuna hayran oldum. Bu arada âsyâb ve âhenk kelimelerinin manalarını da anlamadığımdan dolayı Farsça okuyup öğrenmeye karşı istek ve hevesim bir kat daha arttı. Hala'nın gözünü kaşını eğerek, bilmediğim bir tarzda okuduğu şiirin edası manasından daha çok hoşuma gittiğinden, şiiri bana göstermesini ricaya başladım. Lalam verdiği cevapta: — Şiir denilen şey, Allah'ın ancak bazı seçkin kullarına bağışladığı tanrısal bir armağandır, Sadece öğrenmek ve uğraşmakla olmaz. Eğer yüce Tanrı onu sana da nasip etmişse şair olursun, yoksa başka hiçbir vesile ile bu şerefe nail olamazsın. Bak, hocalarından bir Numan Efendi var, ilimde üstün ve son derece yetişkin ve derin bir adam olduğu halde şiir yazabiliyor mu? Bak, İsa Efendi de Farsça'da tek olduğu halde şiir yazabilme gücüne sahip mi? İşte şiir bir Hak vergisidir ki, öyle ilimle, öğrenmekle ele geçmez, dedi. Bunu işitir işitmez sanki içimde küllenmiş bir ateş kümesi varmış da birden körüklenmiş gibi yüreğimde bir kaynayıp coşma hissettim. Huzurum, rahatım kaçmıştı. Değirmeni bıraktım, ağlayarak lalamın boynuna sarıldım ve şiirin nasıl yazılacağını bana mutlaka öğretmesi için kendisine yalvardım. Lalam aşk ehli ve bağrı yanık bir kimse idi. Bana acır gibi baktı ve okşar gibi bir tavırla; -Sehde bu aşk ve heves oldukça, umarım ki şair olursun, dedi. Ve şiir denilen şeyin rasgele bir söz olmayıp, aruz vezinleri dedikleri fdâilâtün, mefâilün'lerin seslilik ve sessizliğine bağlı olması gerektiğini ve mısrâların sonlarının birbirine uyması lâzım geleceğini, bildiği kadar tarif ettikten sonra: — Mademki şiire hevesin var, önce uğurlu olması için bir naat yazmalısın. Haydi bu gece çalış, o yolda bir şey yapıp yarın bana göster. Uymayan yerlerini düzeltiriz. Böyle böyle sen de şair olursun, dedi. Ayrıca şiirin rediflerinin “Yâ Resulüllâh” olmasını da tavsiye etti. Ben o sevinç ile merdivenleri dört elle çıkarak, odama koştum. Kapıyı kapadım. Önüme bir tabaka kâğıt koydum. Hemen kalemi elime aldım. Güya zihnimde yığılmış kalmış birçok şeyleri yazacaktım. Düşün bire düşün! Aklıma bir şey gelmez, Vezin ve aruz nerede? Adi kelimeler bile güya bizi zorla tutup da vezne sokacak korkusuyla zihnimden kaçarlardı. Hasılı aklıma bir şey getiremedim. Böylelikle sabah oldu. Gözüme bir an bile uyku girmemişti. Nasıl olursa olsun diye düşündüm, kâğıda saçma sapan şeyler yazdım; fakat satırların sonlarına «Yâ Resulüllâh” redifini ilâvede kusur etmedim. Bunları birkaç yüz kere tekrar tekrar okudum. Zihnimde hepsini pek güzel buldum; lâkin mâna hiç aklıma gelmemişti. Ortalık ağarır ağarmaz, sevinerek, lalamın odasına koştum. Henüz yatağından kalkmış, abdest alırken yakaladım. Başarı kazanmış bir kimse tavrıyla kâğıdı uzattım, eline tutuşturdum. Lalam bir kere gözden geçirdi, kâğıdı yine bana verdi, Tebessüm ederek: «Bu da fena değil ama pek de iyi olmamış. Mısrâlardan bir mâna çıkmıyor. Kelimeler birbirine dargın öküz gibi bakıyorlar. Halbuki şiirde, vezinle beraber, mâna da şarttır. Sen yine bunu sakla, fakat bu gece benim dediğim gibi bir şey yapmaya çalış, yarın göreyim.» dedi. O zaman şiirimi ben de okudum. Lalamın dediği kusurların hepsini gördüm. Artık ders kimin umurunda? Şair olmak bence dünyaya malik olmak demek olduğundan o gün akşama kadar mektepte şiiri düşündüm. Nihayet o gece de sabahlara kadar uğraşarak bir şey karaladım. Ertesi gün lalama gösterdim, Lalam kâğıda göz gezdirirken benim yüreğim oynuyordu. Acaba ne diyecek? diye gözlerinin içine bakıyordum. Bilmem beni teşvik için miydi, yoksa gerçekten vezni ve mânası var mıydı. Bu sefer lalam beni kucakladı: — Aferin; artık şair olacağından şüphem kalmadı. Baban değil, kim men ederse etsin artık korkmam, dedi. Bu sözler benim içimdeki heves ateşini sanki körüklediler. Birkaç gün, gündeliğimden artırıp, lalamla beraber gizlice sahaflara gittik. Bir Âşık Ömer Divanı aldık. Geceleri onu okumakla meşgul olurdum. Ziya Paşa'nın çocukluk yıllarını geçirdiği Kandilli, İstanbul'da Boğaziçi'nin Anadolu yakasında, Vaniköy'le Anadoluhisar'ı arasındadır. Eskidenberi geceleri bir fener yakıldığı için «Kandilli” adını almıştır. Bebek koyuna bakan şahane güzelliği yüzünden sonradan köşklerle, bahçelerle süslenmiş, cami, saray ve çeşmelerle donanmıştır. Mahmut II'nin kızı Âdile Sultan'ın sarayı, bugün Kandilli Kız Lisesi'dir. 1911 yıllarında yapılan Kandilli Rasathanesi de, Mahmut Il'nin 1855'de yanan, İcadiye Köşkü'nün üzerindedir. Fransız filozof ve şairi Jean Jacgues Rousseau'yu (1712 - 1778) sevmesinin nedenlerinden birini, böyle bir doğa içerisinde yetişmiş olmasına bağlayabiliriz. Tanpınar onun için şöyle der: «...Zeki ve girgin bir saray adamı, hürriyet âşıkı, sırasına göre rind ve kalender, fakat daima muhteris ve zengin hayata düşkün, yaratılıştan büyük devlet adamı edalı, erişmek için çırpınan, fakat ikbalin eteğini tutmakta beceriksiz, gizli meramlı, fakat açık sözlü, sabırsız, zâlim, kindar, fakat aynı zamanda vefalı ve insanları daima affa hazır, hülâsa mizacı ile ihtirasları ve fikirleri arasında perişan Ziya Paşa'nın velveleli ömrü, böylece merkezden ve peşinde koştuğu ikbalden, o kadar sevdiği mücadele ve didişmelerden uzak, yarı göz hapsinde, âdeta ümitlerinin enkazı üstünde.,.» geçer. Çocukluk yıllarını geçirdiği Kandilli'yi şöyle anlatır: ZİYA PAŞA’NIN KANDİLLİ YILLARI Çocukluk günlerinde yazları Boğaziçi'nde, Kandilli'de otururduk. O tarihlerde Kandilli, Boğaziçi'nin en sakin, en durgun fakat daha çok kibar halkın barındığı bir semtti. Ben bu küçük köyde, kuşlar gibi saf, başıboş bir hayat sürerdim. Dağlar, kırlar, denizler hepsi gözlerimin önünde birer cennet bahçesi gibi uzar giderdi... Artık okuma çağıma girmiştim. Beni Kandilli'deki sıbyan mektebine kaydettirdiler. Mektep evimize biraz uzakça idi; bunun için hem beni oraya götürüp getirmek, hem de boş zamanlarımda gezdirip dolaştırmak, hava aldırmak için babam bana Ömer isminde bir uşak almıştı. Ömer, ayrıca, evin ufak tefek işlerini de görmekteydi. En başta gelen vazifesi benimle meşgul olmak olan Ömer, on sekiz, on dokuz yaşlarında kadar vardı. Onunla çok iyi anlaşmış, iyi dost olmuştuk. O, nereye gidelim dese ben de oraya giderdim, o ne öğretirse ben onu yapardım. Hayatımda insanlığın çeşitli davranışlarına ait ilk adımlarımı, o cahil, o tahsil ve terbiyeden mahrum, şuursuz genç adamdan almakta idim. Ömer, memleketinde iken hırsızlığa alıştırılmış, hırsızlıkla terbiye edilmiş olduğu için, her fırsatta bana da hırsızlığın yolunu yordamını öğretirdi. Hele yaz, bahar gelip de kiraz, üzüm gibi meyveler çoğalınca beni yanına kattığı gibi civardaki bağlara, bahçelere götürür; orada çaldığımız meyveleri birlikte yerdik. Ömer, böyle zamanlarda, elinin, kolunun yettiği yerlere kendisi uzanır, yetişemediği yerlerde ise beni omzuna, sırtına alarak havaya kaldırıp bu işi bana yaptırırdı. Bir gün yine, bizim uşak Ömer'le birlikte, Kandilli sırtlarında dolaşıyorduk. O yakınlarda, eski Kaptanı Deryalardan Davutoğlu Halil Paşa'nın güzel bir üzüm bağı vardı. Geze, dolana bağın kenarına kadar vardık, O tarihte bu bağa «Havuzlu Bağ» derlerdi. Gayet bakımlı bir yerdi. Bağın çok meşhur üzümlerinden yemek için ikimiz de yutkunuyor, sabırsızlanıyorduk. Fakat ne çare ki bağın dört tarafı da dikenli çitlerle, çalılarla çevrilmişti. Bundan dolayı, içeriye girecek bir yer bulabilmek için etrafı epey dolandık. Bütün araştırmalarımız boşa gitti. Bir yolunu bulup içeri girebilmek kabil değildi. Nihayet Ömer'in aklına bir kurnazlık geldi: Elindeki sopa ile uzun uzun uğraşarak çalıları, telleri bir parça aralayabildi, küçük bir delik açtı. Sonra bana dönerek: — Ben bu vücudumla buradan sığamam. Sen küçüksün, içeri gir; en yakınlardaki kütüklerden üzümleri kopar, getirip buradan bana uzat, sonra birlikte yeriz, dedi. Ben, hiç tereddüt etmeden: — Peki!.. diyerek içeri daldım ve acele acele üzüm salkımlarını koparmaya başladım. Aksi tesadüfe bakın: Meğer Kaptanı Derya Halil Paşa merhum da o sırada bağda bulunmakta imiş. Orada, sakin yerde, nişan atma talimleri yapıp eğleniyormuş. Nişan için hedef olarak diktiği testi ise, tesadüfen, benim üzüm çalmakta olduğum yerin hemen yakınında bulunmakta imiş, Paşa, nişan için testiyi gözetlerken beni görmüş. Adamlarından, «Kandillili Ahmet Ağa» derler, kocaman bıyıklı bir kavası vardı ki, iriyarı, heybetli manzarası ile sokaklarda dolaşmasını gördüğümde, ne zaman yolunun üstüne çıksam korkudan yolumu değiştirir veya bir köşeye sinerdim. İşte o gün bu Ahmet Ağa da Halil Paşa'nın yanında bulunmakta imiş. Paşa beni görünce şaşırmış, Ahmet Ağaya emretmiş: “— Git, şu çocuğu yakala, fakat korkutmadan yarıma getir.” Ben, dünyadan habersiz, durmadan salkımları koparıyor ve çitin öte tarafında bekleyen uşağa uzatıyordum. Böyle kendimden geçmiş, meşgul bulunduğum bir anda birden arkamdan biri gelip beni kucağına kaptı ve korkutmamaya dikkat ederek, hatta teselli ederek Halil Paşa'nın yanına götürdü. Paşa'nın önünde kocaman bir tepsi en seçmelerinden üzüm salkımları bulunuyordu. Ben ne olduğumu, ne olacağımı bilememenin şaşkınlığı içinde bocalarken, O tepsiyi işaret edip yememi teklif etti. Başlangıçta çok korkmuş ve utanmış olmakla birlikte, Paşa'nın bu okşayıcı ve kibar davranışı karşısında yavaş yavaş kendime geldim. İkram ettiği üzümlerden yemeye başladım. Halil Paşa, bu arada bana kimin çocuğu olduğumu, evimizin ne tarafta bulunduğunu soruyordu. Bütün sorduklarının hepsini, birer birer, rahatlıkla cevaplandırdım. Nihayet, neden üzüm çaldığımı da sorunca —hiç saklamadan bu işin uşağın bana verdiği talimat üzerine yaptığımı da anlattım. Belli ki benim bu dürüstlüğüm ve saflığım rahmetlinin çok hoşuna gitmişti. Söylediklerimden dolayı beni hiç azarlamadıktan başka, elime hatırı sayılır miktarda epeyce harçlık da sıkıştırdı ve Ahmet Ağa'ya teslim ederek evimize yolladı, Vaziyeti öğrenen babamın yaptığı ilk iş, uşağı işinden kovup memleketine göndermek oldu. Ziya Paşa Âli Paşa’ya (1815-1871) karşı hınçla doludur, Onun yüzünden Kıbrıs sürgünlerini unutamaz, Âli Paşa'nın yaptıklarını, idaresizliği yüzünden halkın çektiklerini, Rumeli'nin halini, Anadolu'nun yangın yerine dönüşünü, Girit ve Mısır olaylarını bir bir saydıktan sonra, «Rüya» isimli eserinde Ali Paşa'nın azlini, Kıbrıs'a atanma emrini yalıya giderek bildirişini ilgi çekici diyaloglar içerisinde anlatır. Edebiyatımızda fikirlerin rüya yollu anlatıldığı birçok yapıtlar vardır ki, bunlar hâbnâmez adını alır. Olayları rüyada görmüş gibi kaleme aldığı için, Ziya Paşa'nın <Rüya>sını, edebiyatımızın en başarılı hâbnâmelerinden biri sayabiliriz. Ebuzziya Tevfik şöyle der: «Rüya, gerçekten o zamana kadar alışılmamış bir tarz ve üslüpta kaleme alınmıştı. Bu üslüp, genellikle, doğu edebiyatına özgü bir karakter taşıyordu ve Padişahın ayaklarına kapanmak gibi zillet ifade eden, doğunun miskin ve aşağılık terbiye ve bağlılık anlayışını yansıtıyordu. Ama, bu üslüp ve ifade dışında bütünüyle başlıbaşına bir fikir ve siyaset anıtı sayılabilirdi. Meşrutiyet yönetiminin zorunluğunu ve onun faydalarını son derece inandırıcı delillerle ortaya koyuyordu.» Ahmet Hamdi Tanpınar'a göre: «Türkçede bu kadar başarılı hareketli eser pek azdır. Ziya Paşa'nın ne diyalogunda, ne de hikâyesinde ölü nokta yoktur. Daima hareket halindedir. Bu küçük fantezi hakikatta bir polemik eseri olduğu kadar, Türkçede ilk başarılı hikâye de sayılabilir. Edebiyatımızda ilk defa olarak Kudret karşısındaki aczin, o küçük düşme duygusunun anlatımına bu hikâyede rastlanır. Ziya Paşa gerçekten yaşadığını ve duyduğunu yazan adamdır. Ayrıca edebiyattan kaçmasını, yerinde çizgilerle konuşmasını bilir. Rüya bizce yeni nesrin ilk şaheseridir. Ziya Paşa Londra'da Hampton Court parkına gider. Havuz başındaki kanepelerden birine oturur. Günlerden cumadır. Yurduyla ilgili haberler iyi değildir. Acılar içerisinde yurdunu, geçen günlerini düşünürken, havuzun sularına dalar, kendini İstanbul'da Boğaziçi'nde bulur. Beşiktaş Sarayı'na girer, Sultan Abdülaziz'le memleket işleri üzerinde uzun bir söyleyişle Sadrazam Ali Paşa'nın fenalıklarını, memlekete verdiği zararları sayar. Azledilerek Kıbrıs'a sürülmesini ister. Hükümdarın kayıtsız egemenliğinin önlenmesi, meşrutiyet sistemi, anayasanın gelmesi, Batı Uygarlığı'na bağlı kalmak eserin en belirli temaları arasındadır. Bu güzel rüya, park bekçisinin uyandırması ile son bulur. İlk. defa 1869'da «Hürriyet» gazetesinde yayımlanan «Rüya»dan bir parça: ZİYA PAŞA’NIN RÜYASI Babıâli'de bulunarak görmüş olduğum garip şeyler ve yedi sekiz yıl sarayda görevli olarak tanığı bulunduğum acaiplikler takım takım hatırımdan geçmeye başladı. Bundan sonra ne tuhaf sebeple saraydan çıkışım ve ne münasebetle kâh Zaptiye müsteşarı kâh Atina elçisi olduktan sonra mirmiranlık rütbesi ve paşalık unvanı ile Kıbrıs'a gidişim, orada altı yedi ay bin bir türlü belâlara uğrayıp daha sonra padişahın emriyle Meclis-i Vâlâ'ya ve paşalığımın beyliğe indirilmesiyle Beylikçilikle görevlendirilişim ve altı ayın sonunda ne ehemmiyetler, ne şaşaalar, ne talimatnameler, ne ümitlerle Bosna taraflarını teftişe gönderilip bir buçuk ay geçer geçmez ne tuhaf sebeplerle istifaya ve dönmeye mecbur ve onun üzerine tekrar Meclis-i Vâlâ'ya,' bir süre sonra adliye nezaretine memur oluşum ve aradan üç ay geçtiğinde Amasya mutasarrıflığına tayin ile, hasta ve mecalsiz olduğum halde, o kadar sıkıntı içinde memuriyet yerime gitmem için nasıl zorlandığım ve orada sekiz ay hasta döşeğimde yattığım ve iki sene kadar işleri yürütmek için elimden geldiği kadar çalışıp çabaladığım halde ne acayip iftiralar yüzünden azledilip Samsun'a mutasarrıf oluşum ve bana yöneltilen suçlamaların incelenmesi için Amasya'ya özel memur gönderilerek, tahkikatın sonunda garazkârların umduklarının ortaya çıkıp gerçekleşmemesi üzerine, yine padişahın emri ile, Meclis-i Vâlâ'ya memur oluşum ve bundan sonra ikinci defa Kıbrıs mutasarrıflığına tayin olunarak, kalkıp oraya gidecekken, Avrupa'ya gelişim ve o zamandan beri iki buçuk yıl kadar bir zaman içinde buralarda geçen olaylarla, şimdi Londra'da “Hamşfort” denilen yerde böyle tek başıma bulunuşumun anıları birer birer gözlerimin önünden geçtiler. Bir zamanlar dolaştığım memleketlerde ve memurluklarda gördüğüm haller ve o zamandan beri Osmanlı Devleti'nin karşılaştığı halden hale geçişler yığın yığın zihnime doluştuğu sırada nihayet İstanbul'un şimdiki hali gözümün önüne geldi. Kendi kendime dedim ki; «Ya Rabbi, bu ne haldir? Şu Osmanlı Devleti'nin ne suçu var ki bu sarsıntılara bu belâlara uğrar? Bu milletin ne gibi bir suçun sahibidir ki bu mihnetlere, bu felâketlere uğramıştır? Bu padişah ne sebepten dolayı fikirlerini ve ahlâkını değiştirdi? Sultan Abdülaziz Han tahta çıktığı günlerde devletine ve milletine karşı olan görevlerine düşkün, çalışkan ve hamiyetli ve dirayetli bir padişahtı. Bütün dünya onu seviyordu. Yenilikçiydi, herkesin imdadına koşardı; bu yüzden de herkes onu, sanki Tanrı tarafından gönderilmiş bir kurtarıcı gözüyle görür ve kendisine âdeta tapardı. Şimdi bu duygu ve düşünceler neden değişti? Ya Rabbi bütün bunların sırrı ve hikmeti nedir? Ah o padişah hazretlerini bir görebilsem ve kendisinden saklanan birçok işlerin ve olayların içyüzünü kendisine söylesem; böylece hem o nimetlerini gördüğüm büyüğüme hem de devletime ve milletime elimden gelen hizmeti yerine getirebilmiş olsam…” İşte ben bu hayallerle uğraşırken, gözlerimin önünde serili duran suyun yüzü birdenbire genişleyerek başka bir şekle bürünmeye ve suyun iki geçesinde muntazam bir şekilde dikili bulunan yüksek ağaçlar da biçimlerini değiştirerek yalı ve bahçe şekline girmeye başladılar. Ben bu garip değişmeleri seyrederek: «Acaba burası neresi olacak?» derken, Boğaziçi meydana çıktı. İlk ağızda Beşiktaş sarayını gördüm. Ve bilmem nasılsa, içeri girdim. Çünkü sarayın her tarafı olduğu gibi zihnimde durmakta olduğundan, kimseye raslamayarak, büyük merdivenden yukarı çıktım. Yavaş yavaş sofada gezinip: «Acaba padişah hazretleri buradalar mı?” diye hayran hayran etrafıma göz gezdirirken, meğer kendileri bahçe üstündeki odada imiş; çıktı ve beni görünce işaret edip yanına çağırdı. Koşup gittim ve nice senelerden beri hasretini çektiğim ayaklarına ağlayarak kapandım. Her zaman sahip bulunduğu lutuf ve iyilikseverliğinin gereği olarak tebessüm ve nevazişle iltifat buyurdu. Mübarek eliyle başımı yerden kaldırıp söze başladı. Ben de etrafıma bakınıp bizi işitecek kimse olmadığına kanaat getirdiğimde vatanıma ve özellikle nimetleri ve lutuflarıyla beslendiğim velinimetime hizmet için «Bundan iyi vakit ve fırsat olmaz; diye düşündüm. Gözleri yaşla dolu olarak şöylece konuştu: — Ziya, senin hakkında beslediğim bunca iyi niyetler ve sana bol bol saçtığım bunca lutufları ve inayetleri unutup Avrupa'ya kaçmak sana yakışır mıydı? — Velinimetim efendim; hakkımda bol bol döküp saçtığınız lutufların ve inayetlerin hiç bir vakit hakkını ve şükran borcunu ödeyemem ve efendimin hizmetini bırakıp Avrupa'ya gidecek kadar ahmak akılsız olmadığım siz efendimin de malumlarıdır, Fakat bu harekete ben mecbur kaldım, bu bakımdan da mazur görülmeliyim. Gerçi sizin yüce izninizi almaksızın Avrupa'ya gittim. Ancak orada da elimden gelen hizmetinizde kusur etmedim. Gerçi sizin yüce katınıza aleyhimde pek çok sözler söylediler ve söyleyenler bugün de yine ortadadır. Bunları çağırıp benimle yüzleştirir ve bizi yargılarsanız bütün gerçekler ortaya çıkar. — Ya Muhbir ve Hürriyet gazetelerini kim çıkardı? Veraset Mektupları'nı kim yazdı? — Bunları çıkaran siz efendimizce de bilinmektedir. Her birinin altında yazarının imzası vardır. Ve bunlarda benim kalemimden çıkan şeyler dahi kendi imzam ve itiraflarımla kayıtlıdır. Fakat hiç birinde sizin ve devletinizin menfaatına aykırı bir şey yoktur. Veraset Mektupları da gerçekten ben kulunuzun kaleminden çıkmadır; bunda bazılarının Avrupa gazetelerine bile koymuş oldukları meseleleri ele aldım, Esas meselede sizin suçsuzluğunuzu ispat etmek için bir borç saydım. —Ya millet meclisi teşkil etmek, istiklâl-i saltanata muhil değil mi? Senin yazdıklarında da bu efkâr görüldü. — Şevketlu Efendim, bu mesele hayli uzundur; fakat hulâsa olarak şu kadarcık arz ederim ki, millet meclisi zât-ı şahanenizin meşru olan istiklâlinizi kat'a ihlâl etmez, Meselâ vükelânız, hareket ve ef'al-i vaklıalarından nâşi millet meclisinde mes'ul tutulmakta sizin istiklâlinize dokunacak nedir? Eğer vükelâ, istedikleri gibi ahaliye zulüm ve cefa ve hazineyi yağma ederler ise sizin istiklâlinizin kemaline mi delâlet eder? Böyle istiklâli siz 1ster misiniz? Bu zatlar, bi-perva bu kötülükleri etsinler dursunlar mı? Bu saltanat, bu memleket, bu millet batsın mı? Bunlar batar ise sizin istiklâlinizden ne faide melhuzdur? Cedd-i emcediniz Sultan Osman Han Gazi'den bu âna kadar şu saltanat-ı seniyye, sülâle-i tahirenizin kabza-i hükm ü idarelerinde istikrar ve istimrar etmiş ve şan ü şevketi bütün cihanı tutmuş iken şimdi elinizde muzmahil ve perişan olmasını ister misiniz? Âsâr-ı sabıkada her devlet vech-i istiklâl ile hükümet ederdi. Şimdi bir kere Avrupa kıtasının üzerindeki devletlere nazar buyurunuz. Rusya devletinden başka yerde hiç hükümet-i müstakille kaldı mı? O dahi tedriç ile sair Avrupa devletlerindeki nizamata taklit etmeğe uğraşmıyor mu? Fransa, Avusturya imparatorlarının; İtalya ve Prusya krallarının ve İngiltere kraliçesinin azamet ve şevketleri Rusya'dan noksan mıdır?.. … Mademki Devlet-i Aliyye | dahi Avrupa familyasından mâduttur, bütün âleme muhalif olarak bizim bu halde bekamız imkân dahilinde olamaz. Millet Meclisi, dokunsa dokunsa vükelânın istiklâllerine ziyade dokunur; zira o zaman her şeyi istedikleri gibi yapıp sonra, «ne yapalım, Padişah böyle yaptı»> diyemezler. O zaman keyifleri istediği kadar Avrupa'dan istikraz ile yağma edemezler. O zaman istediklerini bilâ-muhakeme azl ve nefyedip hâk-i pâyinize birtakım yalanlar söyleyerek mazhar-ı tahsin ü ikbâl olamazlar; zira, bunların her biri için millet meclisinde mes'ul tutulurlar, — Ama, öteki devletlerin halkı okuyup yazmış, gözlerini açmış ve çoğunun halkı da tek bir ulustan meydana gelmiştir. Millet Meclisi'nin onlar için faydası açık ve ortada ise de, bizim uyruğumuzdaki halk değişik mezheplerden meydana gelmiş olduğundan, bunlar Millet Meclisi kuracak olsalar her biri kendi özel çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışacaklardır; milletin ve devletin ortak faydalarına değil, zümrelerinin faydalarına çalışacaklardır. Bunun milletimiz ve devletimiz için zararlı olduğunu unutabilir miyiz? — Evet, efendim; eğer şimdi burada açılacak Millet Meclisi Fransa'da ve İngiltere'deki parlamentolarınki kadar geniş yetkilerle başlarsa gerçekten de bu görüş haklı olabilir. Zira buyurduğunuz gibi, bizim halkımızın kendi gerçek menfaatlerini gözetecek kadar henüz gözleri açılmamış olduğundan, şimdi kurulması gerekli görülen Millet Meclisi için bu ülkenin, bu ülke halkının bilgi ve tutumlarına uygun düşecek bazı kayıtlar ve şartlar koymak mümkündür. Zamanla halkın yetişmesi de maarifle ve güvenliğin yaygınlaştırılmasıyla olur. Halkının güvenliğinin, onların özgürlüklerine ve usul haklarına güvenli olmalarından meydana geleceği de tabiidir. Ancak böyle bir sonuç, şimdiki idare gibi, birkaç kişinin keyfi hükümet sürmelerinden ibaret olan fesatlı bir idare ile taban tabana zıttır. İşte böyle bir keyfi hükümet sürmeyi engelleyecek olan tek güç Millet Meclisi'dir. Hlü-lâsa halkın gözünün açılmasını ancak Millet Meclisi'nin kurulmasına bağlı bilmek en doğru bir görüş olur. —Şimdi bu dursun bakalım. Sebep neydi ki Avrupa'ya gittin? Şimdiye kadar orada ne yaptın, nasıl geçirdin? Hani bir de cemiyet kurmuştunuz, onun üyesi kimlerdir? — Efendim, bunlar bir uzun hikâyedir ki, ben kulunuz bunu küçük bir kitapta açıklıyorum. Tamamlayıp temize çektikten sonra huzurunuza takdim ederim Orada olayların içyüzünü şaşarak göreceksiniz; pek çok bilinme-yen şeyleri öğrenip şaşacaksınız. —Avrupalıların bizim hakkımızdaki görüşleri nedir? — Efendim, yaltakçılık ve ikiyüzlülük tatlı lezzetinde bir zehirdir ki, yenirken hoşa gider, fakat sonunda can elden gider. Doğru söz de ilâca benzer ki, yenirken hoşa gitmez ama vücuda faydalıdır. Siz yüce padişahımızın sahip bulunduğunuz erginlik, olgunluk ve anlayış bu gerçeği en iyi anlayanlardan çok daha iyi anlayacak derecededir ama madem ki emir buyuruyorsunuz, bildiğimi söylemekten korkup çekinmeyeceğim. Siz padişah hezretlerinin de bildiğiniz üzere Avrupalılar, Osmanlı Devleti'ne canı çıkmış bir ceset gibi bakıyorlar, Artık bir ölüye can vermek kabil değilse de, Rusya'nın İstanbul'u ele geçirmesi korkusundan ve yerine konulacak hiç bir şey bulunmadığından ister istemez bu tvesedin böylece yerinde kalmasını arzu ediyorlar, halkı vergiler âltında ezmek, devlet hazinesinden paralar çalmak, yapılan düzenlemeleri iş haline getirmemek, yalan söylemek, utanmamak gibi... zira bugünkü idaremizde gördükleri bütün kötülükleri dinimizin bir gereği olarak kabul ediyorlar. Yaptırılan saraylara ve gemilere ve şuna buna verilen bol hediye ve bahşişlere, ayrıca bir de devlet hazinesinin bugünkü durumuna ve elde edilen borçlara bakıp siz padişahımızın devlet ahvalinden habersiz ve devlet adamlarınıza yenik olduğunuz zannında ve devlet adamlarının ne kadar hain olduklarını pekâlâ bildiğiniz halde, Osmanlı devletinde başka adam bulunmadığından bunları yine de kullandığınız kanaatini besliyorlar. Hulasa bizden o kadar bıkmışlar, öte yandan zamanın ileri gelişmelerine o kadar ayak uydurmuşlardır ki, eğer Rusya korkusu olmasa ve saltanatın yerine başka bir idare getirildiğinde ikilik ve kargaşalık çıkmayacağına akılları yatsa, bizi çoktan Anadolu'ya sürerlerdi... — Acayip!', Bunları gazeteler yazıyor mu? — Evet efendim, her gün gazeteler bunlarla doludur. Fakat bizim buradaki “Takvim-i Vakayi” gazetesi yazmaz; siz padişah hazretlerine ise bu gazeteden başkası gelmez, — Bizim uyruklarımızın halleri ve düşünüşleri nasıldır? — Rumeli'nin her tarafı yabancı casusları ile doludur. Oralardaki bölgesel idareler ve Bâbıali bunları bilmiyor mu? Fakat elçiliklerle hoş geçinmek için ses çıkarmazlar. Buradaki casuslar halkı aldatır, Bizim idarenin yöneticileri belli olduğundan, halk bir yandan ezildikçe, düşman sevinir. (…) — Sen de bilirsin ki ben bu adamı sevmem. Ancak Avrupa'da çok itibarı olduğundan politika bakımından çok işe yarıyor. Şimdi azledilecek olsa Avrupa’da kötü etkisi olur, bu arada mesela, elçilikler razı olmadılar. ... Âli Paşa, Kıbrıs'ı haber alır almaz sanki aklı başından gidip kendini kaybeder gibi oldu. O zaman Ali Paşa bütün o azametini ve zorbalığını unuttu ve bir zamanlar sade sürgüne yollamakla bile yüreğini soğutamadığı ben Ziya'nın ayaklarına kapanıp: «Ben ettim, sen etme. Ne olursa senden olur.” diyerek yalvarmaya başladı. Dizlerinin bağı çözülmüş, ayağa kalkmaya mecali kalmamıştı; kolundan tutup kaldırdım. Böylelikle aşağıya, yalıya indik. Bu sırada etrafıma baktım ki, bir saat öncesine kadar zevk ve mutluluk, debdebe içinde yüzen yalısı bir matem evine dönmüş ve kendisine hizmet etmek için can atar gibi gözüken hizmetkârları, yakınları, şusu busu, her bir yatağını omuzlayıp savuşmak telâşına düşmüş. Dalkavuklarının ise her biri bir yana gidip: Dün gece pervanelerle bezmi germ-a-germ idi mısrâının anlamı aynen gerçekleşmişti. Bunlardan biri yan yan, art art yanıma sokularak: — Beni herhalde köleleriniz defterinde bıraktığınızı sanırım; çünkü haddim olmayarak, elimden geldiği kadar siz yüce devlet adamının hizmetinde kusur etmedim sanırım. Öteden beri şu Âli Paşa'nın can düşmanı olduğum halde ona bağlı olmamışımdır, Onun yanında bulunuşum sıri size hizmet etmek içindir... gibi birtakım dalkavukça sözler söyledi. Dönüp baktım ki Hüsnü Paşa imiş. Gerçi Âli Paşa tutulmuş bulunduğu dehşet ve heyecan sebebiyle gözü dünyayı görmeyecek bir halde idiyse de…” Hüsnü Paşa’nın bu sözlerini işitince aklı başından gidip: “Hey nankör, senin Selanik, Manastır ve Bursa valiliklerin zamanında ettiğin hainlikleri ört bas edip, nihayet ben Yeni Osmanlıların yayınlarını durdururum demen üzerine seni Zaptiye müşirliğine tayin eden ben değil miyim? Bu gün de bu görevinde yapmakta olduğun türlü yolsuzlukları saklayıp ortadan Kaldıran ben değil miyim? Daha bir saat önce ayaklarımı öpüp taparcasına yaltaklanan ve «Velinimetim efendim, Allah benim ömrümü alsın da sana versin.» diyen sen değil misin diyerek ona çıkıştı. Hlüsnü Paşa da: «Efendim, efendim; herkesin sana yaltaklanmasını sen kendi kerametinden mi sanıyorsun? Senin bu millete yaptıklarını kimse bilmez mi? Herkes her zaman seninle birlik olur mu sanıyorsun. Emrindekilerin sana boyun eğmeleri acizliklerinden dolayıdır. Yoksa onların her birinin içinden kan gidiyordu. Beni Zaptiye Müşirliğine getiren benim değerimdir, siz değilsiniz.» cevabını verdi. Böylelikle yalının sofasına gelindi. Neyse ki Âli Paşa”nın hizmetkârlarından biri bir ceket yetiştirdi ve eline bir siyah çanta da verdi. Sanırım içinde para vardı. Ali Paşa, yakınlarından birkaçı ile birlikte vapura bindi. Güvertede bir sandalyeye oturdu. Ben de yanına gittim, vapur hareket etti. Vapur Arnavutköy akıntısını dolaşıp, yalısı görünmez olunca Âli Paşa başını kaldırdı. Gözlerinden belâ yağmuru gibi yaş dökerek tekrar ayaklarıma kapanmak istedi: «Çocuklarının başı için benim canıma kıyma, ben ettim sen etme; eğer bana acımazsan çoluk çocuğuma acı» diyerek yalvarmaya başladı. Benim de, bunun üzerine, merhamet damarlarımın kabarmasına şaşılmaz mı? Onun yüzünden çektiklerimi bir anda unuttum; zavallıyı teselli için «Efendi, niçin böyle vehimlere kapılıyorsunuz? Bu adaletsever padişahımız zamanında kimse kimsenin canına kıyamaz” dedim. Biz böyle konuşurken vapur da sarayın önüne gelmişti Ben, vapurun arkasındaki kayığa binip ondan ayrıldım; vapur Akdeniz'e doğru dümen kırdı. Bir süre arkasından baktım ve kendi kendime dedim ki: İşte devletin yaralı vücudunda, yaralı bir ejderha gibi ıztırap verici bir hastalık ortadan kalktı. Ziya Paşa ile Namık Kemal'in birlikte çıkardıkları Hürriyet (1868-1870); yabancı ülkelerde «Jön Türkler» olarak tanınan “Yeni Osmanlılar”ın öncülüğünü yapıyordu. Meclis yoluyla bozuklukların düzeleceğini, parlamenter rejimin gerekliliğini savunan bir düşünce gazetesiydi. Abdülaziz'le Ali Paşa'ya şiddetle çatıyor; hürriyet ve meşrutiyet fikirleri üzerinde ısrarla duruyordu. Ziya Paşa'nın «Şiir ve İnşa” makalesiyle «Rüya» eseri bu gazetede yayımlandı. Ali Suavi, Agâh Efendi, Rıfat ve Reşat beyler de yazarları arasında bulunuyor; Paris'te oturan Jön Türkler’i tutan Mustafa Fazıl Paşa'nın yardımından yararlanılıyordu. Arap alfabesiyle yayınlanan bu gazeteyi, 63'ncü sayıya kadar Namık Kemal'le Ziya Paşa birlikte çıkarırlarken, Namık Kemal'in ayrılması üzerine Ziya Paşa gazetenin yönetimini eline aldı. Bu gazetenin zarları arasında bulunan Ali Suavi'nin «Ali Paşa’nın öldürülmesi” telkininde bulunan 20 Ocak 1869 tarihli yazın yüzünden Londra’da yayınlandığı için İngiliz adliyesi kovuşturma açtı.| ZİYA PAŞA’NIN ESERLERİ Ziya Paşa şiir, makale, hiciv-mizah, antoloji, edebiyat tarihi türlerinde eserler yazmış birçok çeviriler yapmıştır. Mizah şaheseri sayılan «kaside, tahmis ve şerhe olmak üzere üç bölümden kurulu, nazım» nesir karışık eseri Zafernâme (1868-7); Türk, Arap ve İran şairlerine den seçtiği şiirleri bir araya toplayan antolojisi Harabat (3 cilt, 1874); ölümünden sonra yayımlanan şiir kitabı Eş'ar-ı Ziya (1881); daha sonra Süleyman Nazif bu kitabı «Külliyatı Ziya Paşa”adı altında yayımladı (1925): Cheöruel ve Lavaile'den Engizisyon Tarihi (çeviri, 1881); en çok sevilmiş ezberlenmiş, atasözü gibi dillerde dolaşan beyitlerle dolu kitabı Terkib-i Bent ve Terci-i Bent (1884, 1896, 1909, 1951); Viardot'dan Endülüs Tarihi (çeviri, 2 cilt, 1859 - 1888); Mukaddeme-i Harabat (1893); edebiyatımızda ilk mülâkat türü olan mensur eseri Rüya (1908): Jean Jacgues Rousseau'nun “İtiraflar”sının etkisiyle yazdığı, anılarını anlatan yarım kalmış eseri Defter-i A'mdi'dir. Rousseau'dan çevirdiği Emil ise, dilinin güzelliğiyle üzerinde durulmağa değer. Ziya Paşa'nın yaşam öyküsünü, dünya görüşünü, hayat ve toplum anlayışını, felsefesini en etkili biçimde, şiirleriyle yansıtır. «Bir zamanlar ben dahi düştüm belâ-yı gayrete» dizesiyle başlayan “terci-i bent”i, ilgi çekici gözlemlerle yüklü : «Biyografik Bir Şiiri” sayabiliriz. Seyit Kemal Karaalioğlu
(Ziya Paşa, Hayatı ve Şiirleri, İnkılap ve Aka, İstanbul 1984)
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR