Siirt 27 Kasım 1989: Ölümdür dar gelir eğnimize / Hüseyin Ferhad
Siirt Akdeniz’den onca mil uzakta olmasına karşın, Akdeniz iklim kuşağının özelliklerini taşıyor. Rakımı oldukça düşük. Batısındaki Botan ve Batman çaylarının civarında pamuk tarlaları var. Fakat ne il merkezinde, ne de çevre köy ve kasabalarda bir tane olsun zakkum gördüm ben. Hilmi Yavuz zakkumlar...
Anadolu’da, Yukarı Mezopotamya’da bir mürekkep lekesi: Siirt. Kubbesinde hoş bir seda bile bırakamamış fatihlerin bir uğrak yeri. Ağaçları kesilmiş, çardakları yıkılmış, tarhları sürülmüş bir hasbahçe. İslâmiyet öncesi dinlerin hiçbir zaman önemsemediği bir yerleşim merkezi. Çeşitli milliyetlerden çobanların toplaştığı bir kent, bir panayır. Bir panayır, çünkü Siirt 4000 yıllık bir kentten çok, alelacele kurulmuş bir “insan ve hayvan pazarı”na benziyor. Belki de bu yüzdendir, Hilmi Yavuz “Doğudan Bir Kent” başlıklı şiirinde (Doğu Şiirleri, 1977), Siirt’i bir ‘gömütlük’ olarak resmeder: siirt, ağaçsız gömütlük çocukluğu doğal kireç bir kent, orada her kuyu bir ermiş kadar su bilir hüzne kil, öfkeye kum bir kent, orada duyguyu doldurur boydanboya zakkum Siirt Akdeniz’den onca mil uzakta olmasına karşın, Akdeniz iklim kuşağının özelliklerini taşıyor. Rakımı oldukça düşük. Batısındaki Botan ve Batman çaylarının civarında pamuk tarlaları var. Fakat ne il merkezinde, ne de çevre köy ve kasabalarda bir tane olsun zakkum gördüm ben. Hilmi Yavuz zakkumlarla bezeli gömütlük s’imgesiyle Siirt’i muhayyilesinde eşlemiş olacak. Yani Siirt eşittir tarihin ve hayatın dışında bir toprak parçası. Ya da yazısız bir kitap, kırık bir flüt. Ya da Azrail hariç meleklerin uğramadığı bir ören, bir plato. Büyük bir hayal kırıklığı elbet… Kuşkusuz Siirt de öbür Anadolu kentleri gibi nice uygarlıklara ev sahipliği yapmıştır. Nice yağmacı kavimlerin saldırılarına uğramış, nice din ve mezheplerin çatışmalarına sahne olmuştur. Samî, Asur, Med, Pers, Helen/Roma, Parth, Sasanî, Arap, Selçuklu, Moğol, Osmanlı. Siirt’in arkaik kimliğini ahkâm ve mühimme defterlerinden bulup çıkarmak işten bile değil. Hele VII. yüzyıldan sonraki serüvenini, mürekkep yalamış hemen herkes bilir. Halife Ömer zamanında Araplara, Abbasîlerin gerileme döneminde Müslüman emîrliklere, 1071’den itibaren Selçuklulara, Moğol “galebe”siyle birlikte İlhanlılara, daha sonraki yıllarda Akkoyunlulara, Safevîlere, 1514 Çaldıran Savaşı ertesinde de Osmanlılara bağlı bir ‘sancak’ olduğunu. Dediğim gibi, uygarlıklar beşiği Anadolu’nun eski bir yerleşim birimi Siirt’in Cumhuriyet öncesi geçmişi tarihinin labirentlerine sarkıyor. Bizler de bunu mevcut bilgilerimizle kolaylıkla gözlemleyebiliyoruz. Ne var ki kitaplar arasındaki yolculuklardan edindiğimiz malûmatı Cumhuriyet Siirt’ine indirgediğimizde biraz önceki ukalâlığımız tuhaf bir sükûta bırakıyor yerini. Ankara-Siirt hattındaki Malabadi Köprüsü aklımızla yüreğimizin ârafına büyük bir gürültüyle çöküyor. O muhteşem antik kültürün sahibi Anadolu, misak-ı millî sınırlarının güneybatısında kalıyor, biz güneydoğusunda. Siirt’te yerli Keldanîlerden tek bir işaret dahi bulabilmek mümkün değil. Keldanîlerden yok da, diğer halklardan, Asurîlerden, Perslerden var mı? Sasanî ve Araplardan bile ı-ıh. Selçuklulardan iki cami ve bir çeşme, o kadar. Sanki onca asır kimse yaşamamış burada. Yaşamışlarsa da, Zaman “hatıra defteri”nden silmiş onları. Meçhul bir el kadim Siirt’i Mezopotamya haritasından koparıp yerine şu Siirt’i yapıştırmış sanki. Suçunu örtbas etmek için de söz konusu Selçuklu eserlerini serpiştirivermiş mevcut beton ve ahşap binaların arasına. O da kör topal. Çünkü Ulu Camii ismiyle müsemma bir hayalet, Asakir Camii yağlı boyayla Çarşı Camii’ne dönüştürülmüş, Saku’l-Ayn ise tam anlamıyla bir baykuş yuvası bugün. Daha kötüsü, ağaç işlemeciliğinin müstesna örneklerinden sayılan Ulu Camii’nin minberi Ankara Etnografya Müzesi’ne taşınmış, saati de sökülerek Vilayet Meydanı’na monte edilmiş birileri tarafından. Velhâsıl şu anki Siirt geçmişsiz, tarihsiz bir il. Coğrafî konumu onu hemen bütün toplumsal gelişme ve değişmelerden muaf tutmuş olsa gerek. Zira bugün avuçlarında ne Âl-i Osman’ın bergüzarı bir sikke var, ne Cumhuriyet hükümetlerinin sadakası bir akçe. Sadece korku, kesif, yekpare bir sükût… Sokaklarda yürüdükte Hilmi Yavuz’un dizeleri dudaklarımdan dökülüyor: siirt, rüzgârı saralı gençliği yolgeçen hanı bir kent, korkunun pirinci gibi ayıklar zamanı dilencisi, kör nergis bir kent, ölü bir balı gömer arıya, peteksiz Yanlış anlaşılmasın: “Doğudan Bir Kent” Siirt’i çarpık kapitalist üretim ilişkileri dahilindeki özgül çehresiyle resmetmekten oldukça uzak. O salt bende böylesi bir çağrışım yarattı. Yoksa ne halkın esamisi var Hilmi Yavuz’un şiirinde, ne insanın. 1985 sayımına göre şehrin nüfusu askerler hariç elli binden fazla. Sanılanın tersine, iskân köylüleri dahil halkın büyük çoğunluğu Arapça konuşuyor. Kaba, eklektik bir Arapça: Türkçe ödünçlemesi % 60’a yakın. Yine de Siirtliler Arapçalarından pek memnunlar. Malûm, dilleri onları hem Türkler hem Kürtler indinde ‘güvenilir’ kılıyor. Bu, sanırım istihdam konusunda belli bir ayrıcalık da sağlamış kendilerine. Keza devlet daireleri, KİT ve bankalarda çalışanların hemen hepsi Arap menşeli. Hele lokanta, kahve ve market sahipleri arasında ‘yabancı’ koydunsa bul. Belki söylemek bile fazla: Meslek bilgileri, öğrenim düzeyleri vasatın da altında. Garson, hizmetli, çırak türünden “vasıfsız işçi”ler Kürt. Onların Kürtçesi de Siirt Arapçası gibi sâf olmaktan uzak. Ama tümü de Ehmedê Xanî’yi anladıklarını söylüyorlar. Arkaik söyleme aşina oldukları belli. Yahut öyle gözüküyorlar. Gözüküyorlar, zira Siirtliler ülkemizin mevcut üretim ilişkileri içindeki geri konumlarına karşın oldukça mağrur, çoban ataları gibi vakurlar. Tek fark: Artık soylarının kaybolmaya yüz tuttuğunun bilincinde oldukları; hiç değilse Mezopotamya havzasında. Hilmi Yavuz’un adı geçen şiirindeki s’imgesel sarmal gerçeklik, son iki dizeye inerken adeta Azrail’in her geçtiği yola bir felâket tellâlının attığı çentikler gibi gözlerimizin önünde beleriyor. Öyle ki, Anadolu olgusunu sırf kitaplardan öğrenmekle yetinmediğini sandığım bu mistik şairin siyah-beyaz enstantaneleri birden renkleniveriyor belleğimde. Pıhtılaşma özelliğini yitirmiş bir kırmızı leke halinde Siirt’in alnındaki Arapça ve Kürtçe besmelenin üzerinde ha bire büyüyor: siirt, üzümü ayna yaşlılığı beton lâledan bir kent, orada güz bile kurur acıyla birlikte çürür gurbetler yüklükte ve ölüm, bir büyük aile gibi dağılır konaklarından Siirt konakları yığma. Taş, toprak veya beton; çatıları kiremitli. Deyim yerindeyse derme çatma. O mücavir kentlere damgasını vuran Süryanî mimarisinin esintisi bile yok. Salt evler mi? Yollar da çağın şartlarına uygun değil. Bir cadde ve iki sokak hariç hepsi stabilize. Tarih 27 Kasım 1989. Bir haftadır Siirt’teyim. Kahvelerin hemen hepsinde “katliam”lardan ayrıntılar içeren afişler asılı. Valilik astırmış herhalde. Tüyler ürpertici. Kan, kan, kan. Ancak halk pek umursamıyor. Karşılaştığım ve konuştuğum herkesin gözlerinin ta derinliklerine sarkıp baktım: heyhat ne gözyaşı var, ne ümit. Farklı milliyetlere, sınıflara mensup bu insanlar, sahiden de patolojik bir boşluğa iteklenmişler gibi. Ben Ankara ve İstanbul’da ‘80 öncesi kütlesel tedirginliği, umarsızlığı görmüştüm, ama onunla şu ruhsal çözülüş arasında hiçbir paralellik kuramadım doğrusu. Anlaşılan Hilmi Yavuz’un “Doğudan Bir Kent” başlıklı şiirinin son iki dizesini bir müddet daha aklımızda tutmamız gerekecek: ve ölüm, bir büyük aile gibi dağılır konaklardan Hüseyin Ferhad
Şiir-lik, Ekim 1996 (Berlin)
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR