Semtler – III: Kızılay
Kızılay da Kızılay. İşte daha önceki bölümlerde naklettiğim gibi siyasi işlere ilgi duyduk, Kızılay’daki derneklerimizde, sendikalarımızda, odalarımızda, bürolarımızda bazı şeyler oluşturmaya çalıştık. Başaramadık. Başaramayacağımız 1980’den çok önce belli olmuştu ama çekilmeyi yediremedik. Faturamı...
Kızılay - III / Savaş evlilikleri Eski adı Hilalahmer olan Kızılay adını söz konusu kurumun merkezinin burada olmasından alırdı. Kızılay binasının arkasında İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma, sivrisi yukarıda bir top mermisi şeklinde bir beton sığınak girişi, güzel tost yapan bir büfe ve az sayıda oturma bankı olan minik bir park bulunurdu. Sonraları, 1970’lerde bir ara bu bina yıkıldı ve “yerine ne yapılsa daha çok kazanç getirir” şeklinde bir tartışma oldu. Neticede şimdiki garip şekilli AVM yapıldı. O tartışmalar sırasında bizim okulun mimari bölümünden öğrenciler en kazançlı işletmenin “kar” getirecek bir haneyi işletmek olduğunu ileri sürerek matrak proje önerileri getirmişlerdi. ANKARA DOLMUŞLARI Eskiden Ulus’a Taşhan denirmiş ve ilk dolmuşlar sarsıntılı bir yolda “Hilalahmer-Taşhan” diye yolcu toplarmış ama ben şahit olmadım, büyüklerimden duydum. Benim çocukluğumda ortaya iki kişilik bir koltuğun sıkıştırılmasıyla yedi yolcu alan station Amerikan arabaları dolmuş yapardı ve ücret 1960’lar boyunca her yöne sabit 60 kuruş olarak kaldı. Çocuklar bunların markalarını bilmeyi marifet sayardı. Dillerinin döndüğü şekilde Doç-Pilimut-Şevrole-Ponçiyak-Buik derlerdi. Ulustaki eski şehir çarşısı yıkıldığı zaman bir yarışma açılmıştı ve aile dostumuz bir mimar da katıldı. Bir gün bir Alman mimar gelip proje önerileri olabileceğini söylemiş. Bizimkinin İngilizcesi iyi olmadığı için beni çağırdılar. Ortaokulda olduğum halde, bir süre önce staj yapan babamla gittiğim yurt dışında bir yıl kalarak bu dile epey vakıf olduğum için bu işi rahatlıkla yaptım, tartışmalarını anında çevirdim. Bu adam niçin gelmiş diye sorunca “herhalde beş parası yok, şansını denemeye gelmiş” diye yanıtlamıştı. Bizim aile dostumuz projeyi kazanamadı gerçi ama tek tük de olsa savaş sonrasında Ankara’da çalışan Almanlar vardı. Bir tanesi, Otto adında birisi, evlerin boyasını yapardı ve iyi yaptığı için aranılan bir kişiydi. Yani, bizim işçilerden önce onlar gelmişti ama acaba hangi ülkenin Almanıydı, kim bilir nereden sürülmüştü veya ne yapmıştı, muhtemelen onu hatırlayan bile kalmamıştır. Eskiden dolmuşla gittiğim yolları şimdi acelem yoksa yürüyerek gidiyorum. Egzoz solumamak için ara yolları tercih ediyorum. Her Ankara’ya gittiğimde de Posta Caddesi’nden çiçekçiler çarşısı ve hale, oradan bıçakçılar ve Sobacılardan Anafartalar’a, sonra Çıkrıkçılar Yokuşu’ndan eski köylü pazarına çıkar ve kalenin eteğinden Sepetçiler Çarşısı üzerinden aşağı inerim ama çoğu zaman bu yolu yukarıda yazılan sıranın tersinden yürüyüp Ulus’tan dönerim. Eskiden yukarıdaki dükkânlarda çok ilginç eski eşyalar bulmak mümkündü, şimdi kalmadı, tek tük bulursanız da fahiş fiyatlı. Eskiye rağbet oldu, bitpazarına da, köylü pazarına da nur yağdı. 1969 yılında avcılığa başladığımda buradan iki küçük balta ve bir sacayağı almıştım. Uzun kamplarda ateş etrafında çay pişirmek için. Kampta yemeği de genellikle ben yapardım. Tek tava ile közde biri pilav iki yemek ile bir de üstüne helva pişirirdim. 1977’de avı bıraktım, bir daha tek fişek sıkmadım ama balıkçılığa devam ettim. Son yıllarda çok nadiren çıkıyorum. Nasıl olsa bitiyor. Bari doğal ortamdaki son balıkları biz yiyelim. Günümüz insanları, farklı koktuğu için bizim ağzımıza koyamadığımız çiftlik balığını yadırgamıyor. Burada ilginç bir anımı anlatayım: 1971’de sıkıyönetimin en civcivli zamanında çoğu Pazar ava giderdik. O sırada tam teçhizat, sırt çantası, fişeklik ve tüfekle Cumartesi gece yarısını az geçe Cinnah’tan aşağı iner, Kavaklıdere’den ana yoldan yürüyerek geldiğim Kızılay’da arkadaşlarla buluşup yola çıkardık. Bir Allahın kulu bir tek gün çevirip de “Hop hemşerim, böyle pür müsellah nereye gidiyorsun” demedi. Herhalde kötü niyeti olsa o kadar rahat hareket etmezdi veya bir bildiği vardır bulaşmayalım filan demişlerdir. DEVRİMCİ EVLİLİKLER! Kızılay da Kızılay. İşte daha önceki bölümlerde naklettiğim gibi siyasi işlere ilgi duyduk, Kızılay’daki derneklerimizde, sendikalarımızda, odalarımızda, bürolarımızda bazı şeyler oluşturmaya çalıştık. Başaramadık. Başaramayacağımız 1980’den çok önce belli olmuştu ama çekilmeyi yediremedik. Faturamızı ödedik. Niçin ve nasıl olduğunun açıklaması yok elbet ama ben o dönemi atlatıp yaşlanacağımı ve bunları anlatacağımı biliyor ve ara sıra düşünüyordum. Felaket yaklaşırken, tarih boyunca bütün savaşlarda görülen bir olgu öne çıktı. Gerçi çoğu yirmili yaşlarında olan gençler arasında aşk son derece doğaldır. Ayrıca herkesin kendi çevresindeki kişilere aşık olma olasılığı daha yüksektir. Eh! Doktor hastanede, öğretmen okulda gördüklerine daha çok aşık olur. Devrimci gençler arasında da durum buydu. Ancak, yakında ölecek olma ihtimali insanlarda şuuraltında üreme dürtüsünü artırır. Askerler de tüm tarih boyunca savaşa giderken bu dürtüyü çok fazlasıyla hissetmiştir. Savaş içerisinde veya savaşın hemen sonunda evlilikler artar. Ne var ki bu evlilikleri içerisinde bazıları çok mutlu bir şekilde devam ederken, çoğu da başarısız olur. Savaş evliliklerinin geçici dürtülere dayanması, farklı beklentilerin zaman içerisinde anlaşılması bunları sona erdirir. Tabii istatistik tutmadım ama izlenimlerime göre, 1980 öncesinde belli çevrelerde yapılan evliliklerin yarısından, belki dörtte üçünden fazlası sonraki yıllarda yürümedi. Bu son derece doğal bir olgudur, kimse kimseye bir şey diyemez. Ortam değişiyor, farklı bir durumda bildiğinden ya da sandığından farklı bir insanla karşılaşıyorsun, hele araya uzun bir hapis veya başka ayrılıklar girmişse bu çok daha belirgin oluyor. Esasen uyum sorunları hemen her evlilik için geçerlidir ama olağanüstü dönemin söz konusu çevrelerinde daha belirgin olarak ortaya çıktı. Gene de devam edenleri var, Tanrı uzun ömür versin. DEVRİMCİ LİDERLE KIZILAY’DA KARŞILAŞMAM 1971 yılının baharında bir akşam vakti. Okulumuz 5 Mart çatışması sonrasında kapatılmış olduğu için, bari bu arada bir şeyler daha öğreneyim diye gittiğim Ziya Gökalp üzerindeki Fransız Kültür’deki lisan kursundan çıktım. Karanlık yeni basmıştı. Bayındır Sokak’ta aniden karşıma bizim okulun en tanınmış öğrenci liderlerinden birisi çıktı. Yüzü kararmış, son derece perişan görünüyordu. Çaresiz bir durumda olduklarını anlamak için müneccim olmaya gerek yoktu. O dönemde muhtemelen beni tanımazdı, okuldan hatırlasaydı bile o günlerde bekleneceği gibi selamlaşmadan ve adeta sendeleyerek yanımdan geçip gitti. Nitekim kısa bir süre sonra başlarına büyük bir felaket geldi. Yıllar sonra öğrendik ki hiç bir hazırlıkları yokmuş ve günü birlik oradan oraya sığınmaya çalışırken yola çıkmışlar. Başlarındaki çocuğun, -evet hepsi okullu birer çocuktu- kendisine sunulan dışarıya gitme teklifini reddettiğini de kesin olarak biliyoruz artık. Yanındakileri sürükleyerek umutsuz bir intihar eylemine girişti. Bunu yapmasının en ufak bir makul tarafı veya gerekçesi yoktu. Yaptığı, amaçladığı şeyin tam tersine hizmet etti ve azıcık aklı olan herkes bunu bilebilirdi. Bir sonu, bir başarı olasılığı, bir ricat planı veya hiçbir şansı yoktu. Bunu görmeyecek kadar akılsız değildi. Hatta epey zeki sayılırdı. Bunları ve birinci elden dinlediğim diğer şeyleri göz önüne alarak, o günlerde yaptıklarının tamamen patolojik bir ruh halinin tezahürü olduğu kanısındayım. O günlerde yüz yüze görüştükleri kişiler bu konuda bir beyanda bulunmadılar ama itiraz da etmediler. Sessiz kaldılar. Gerçeklerle ilişkisi kopmuş gibiydi ve kendi hayal dünyasında yaşıyordu. Elbette bunu ispat edecek bir heyet raporu yok ama çok sağlam bir karine odur ki, hiçbir mantıklı insan bu yola gitmezdi. Tabii, yanındakiler de nasıl sürüklendi, neler hissettiler hiç bilemeyeceğiz. Ve sonuçta, bu olaylar tamı tamına yarım asır önce oldu. Düşünün, Cumhuriyetin kurulduğu yıllardaki gençlere, elli yıl önce Sultan Abdülaziz’in darbeyle devrilip öldürülmesi, V. Murat’ın halli ve Abdülhamit’in ilk Meşrutiyeti ilanı ve rafa kaldırması ne kadar uzak gelirse, şimdiki gençlere de elli yıl önceki bu olaylar o kadar uzak ve eski bir tarih olarak geliyordur. Ama biz bunların arasında büyüdük, hatırladıklarımız bunlar.
KIZILAY’DA ‘YEMEK İŞLERİ’! Elli yıldır insanlar buradan akıp gidiyor. Sabahları en erken işe gidenler, hizmetliler, esnaf, çıraklar, memurlar bu sürede yaşlandı, emekli oldu, onlardan sonra gelenlerin de bir kısmı emekli hayatına geçti. Öğleyin tıpkı bizim yaptığımız gibi yemeğe çıkıp işe dönüyorlar. Bunu özlüyorum, evde çalışırken farklı lezzetlerin peşinde koşamıyorsunuz çünkü öğle yemeği de yemiyoruz. Piknik’e uğramalarımız, Uğur Büfe’nin sosislisi ve orijinal Goralı sandviçiyle karşılaştırmamız, büroda yaptığımız süper sandviçler, ayaküstü dönercilerin hangisi daha iyi tartışmalarımız ve kimi iyi yemek mekanları ile esnaf lokantaları uzun çalışma saatleriniz arasında biraz kafa boşaltma vesilesi olurdu. Ancak o dönemde Kızılay’da yemek işleri bozulmaya başlamıştı. Hiç unutmam. Bir gün İzmir Caddesinde bir büfeci, sosisli sandviçe niçin Rus salatası koymuyorsunuz sorumuza “o ekstra ücrete tabi” deyince köylü ilkelliğinin hakim olmaya başladığını görerek çok sıkılmıştım. Ayrıca sahte salatasında mayonezden çok patates ezmesi vardı. Çok daha sıkıcı bir olay da karaktersiz insanlarımızın buna Amerikan salatası demeye başlamasıydı. Sanki Rus salatası derse kızıl olacak. En fakirinden en zenginine, her toplumsal kesimden insan bu cibilliyetsizliğe katıldı. Tostlar da bozuldu. Dünyanın en rezil yemek olayı olan çift kaşarlı diye bir kavram çıktı. Peyniri çok az koyuyorum (ki bu olay o dönemde gazetelerde de konu olmuştu) düzgün tost yemek isterseniz kazıklayacağım demekti. Ahalimizin çakal kesiminin “halk” olamayacağını sezdiren böyle şeylerle karşılaşıyorduk ama yapacak bir şey yoktu. Yemek işleri gerçekten de insanların karakterini ortaya çıkarır. Bir gün çalışırken, bürodaki çocuklar öğleden sonra kebap söylemişler, biz gelince buyur ettiler ama tabii biz çok aç olsak bile teşekkür ederek onların yemeğine ortak olmazdık. Paraları son derece sınırlıydı ve kırk yılda bir kendilerine böyle bir kıyak çekmişler. Bizden az sonra, niçin olduğunu hiç anlamadığım bir şekilde öne çıkmış şahıslardan biri geldi, onu da buyur ettiler. Teklifsizce oturdu, kebapların sadece etlerini atıştırıp pidelerini bıraktı. Belli ki aç değildi. O anki kızgınlığı hâlâ duyarım, hâlâ kulaklarım yanar. Buna benzer yüzlerce olay anlatabilirim. İşte dönemin bazı meşhurları böyle tiplerdi ve bunlardan liderlik beklenirdi. Olup bitenlere hiç şaşmamalı. Öne çıkan insanların bir kısmı gerçekten fedâkardı ama çoğu sırf ağzı laf yaptığı ve belli bir imaja uyduğu için itibar görürdü. Bu çok can sıkıcı ama bayağı yaygın bir vakıaydı. 1960’lar umutlu, 1970’ler ise kaotik ve karamsar bir ortamdı. Pos bıyıklı ve parkalı arkadaşlarla birlikte kaçınılmaz felaketi beklerken, onları sistemli çalışmaya razı etmek mümkün değildi. Kişiler belli bir gruba ait olunca temel karakter itibariyle değişmiyorlar, kıyafet ya da şu veya bu lafız o kadar önemli değil, ama işte maalesef öyleydi. KIZILAY’DA TİYATRO VE SİNEMALAR Kızılay’daki en önemli değişiklik nedir derseniz, eski sinema ve tiyatroların kalmaması derim. Vaktiyle bunlar aynı zamanda birer sosyal mekândı. Cumartesi günü okullar ve işyerleri yarım gündü. Genellikle saat 13.00’da veya biraz daha sonra öğrenciler mesela Ulus sinemasının önünde buluşur ve hafta sonunun ilk faaliyeti 14.00 seansında film izlemek olurdu. Ankara Sineması Sıhhiye meydanında olup epey eskiydi ama gene de gidilen bir yerdi. Büyük Sinema ise Ankara’nın en şık sinemasıydı ve filmi beklerken ikinci kattaki pastanede kentin en güzel pastaları yenebilirdi. Akşamları en şık sinemaseverler topluluğu burada olurdu. Daha sonraları Çankaya ve Kavaklıdere ile Bahçelievlerdeki Akün Sinemaları açıldı. Bu son semtte daha önce gene iyi filmler getiren Renk sinemasını hatırlıyorum. Her sinemanın gongu ve frigosu farklıydı ama frigo alacak paramız pek olmazdı. Üniversiteye girip “şebeke” denilen kartı alınca sinemalara çok daha ucuza girebilmeye başladık. Benim okuduğum fakültede dersler çok kolaydı, bu nedenle her gün önce kütüphaneye gidip biraz okuduktan sonra akşamüstü bir film izlemeye başladım. Okulun boykotlar nedeniyle kapalı olduğu haftalarda yediden fazla film izlediğim dahi oluyordu ve bir hafta on üç film izlemiştim. En etkilendiğim filmleri hatırlayayım dedim aklıma önce Dr. Jivago ile Adada İsyan gelir. Bu iki film bizi muazzam sarsmıştı.
Yurt dışında olduğum yıl televizyonun her gece yarısı başlayan özel programlarında büyük bir merakla batı sinema tarihinin birkaç yüz filmini izlemiştim. Daha eski filmleri de sabahın 02’sinde gösteriyorlardı. Onların okullarına göre muazzam bilgili olduğumuz ve gece oturmaya alışık olduğumuz için annem ve babam uyuduktan sonra bunları kaçırmıyordum. 1930, 40 ve 50’lerin filmlerini büyük ölçüde böyle tamamladıktan sonra 1970’lerin ortalarına kadar devam ettim sonra vakitsizlikten ara verdim ve bu 1980’lerde İstanbul Sinema Günlerine kadar sürdü. Birkaç yıl sonra gene aşırı yoğun çalışmaya başladım ve sinemaya gitme maceram iyice azaldı. İstanbul’da zaten eve ancak 21’den sonra dönebiliyor ve Cumartesi öğleden sonra başlayan hafta sonunu da kapalı salonlarda değil balıkta veya yürütüşte geçiriyordum. Şimdi de Kızılay’da bazı sinemalar olduğunu biliyorum ama hiç birisine gitmedim. Zaten kırk yıldır Ankara’ya sık veya sıra ama hep kısa sürelerle gidiyorum, sinemaya vakit ayıramıyorum. Tiyatrolara gelince başka bir hikâyedir. Daha ilkokulda bizi temsillere götürmeye başladılar ama bunlar çoğu zaman çocuk ruhunu karartan acıklı eserler, tiyatrolar da çocuk gözüyle kasvetli mekânlardı. Bu nedenle sonraki yıllarda ancak çok öne çıkan eserler dışında bir tiyatro takipçisi olmadım. Bunlar arasında da Arthuro Ui’nin Önlenemez Yükselişi ve Kafkas Tebeşir Dairesi hatıramdan silinmez. Çocuklara tiyatroyu sevdirmek için daha neşeli ve eğlenceli eserlerle başlamak gerekir. Onlara acı veren, fazla düşündüren eserler ters tepebilir. Öte yandan Küçük Sahne ile birlikte en sık gittiğim AST da fazla politik bir yerdi. Her önemli olayda AST’ın önünde sert bakışlı pos bıyıklı abileri ve elbette sert bakışlı ablaların toplanıp ciddi ciddi konuştuklarını görebilirdiniz. BİLARDO ve BRİÇ MERAKIM Ortaokulda bilardo ve iskambil oyunlarına da merak saldım, lisede devam ettim. Bilardo oyununu severim ama ustalaşacak yeteneğim olmadı. Ara sıra iyi vuruşlar yapmakla birlikte, genelde iyi bir oyuncu sayılamam. Ortaokulun sonundan itibaren iskambil oyunlarını Mithatpaşa ile Sakarya’nın kesiştiği köşedeki Missourri Kıraathanesi’nde başladık. Okul çıkışı bir iki el atardık. Sonra tabii, yani Ankara ortamında kaçınılmaz olarak briç meraklısı olduk. Kızılay’da briç ustaları İzmir Caddesi’ndeki Taraça’da oynardı. Her elden sonra, hatta bazen deklerasyonlar bitince oynamadan elleri açıp kritik ederlerdi. Biz de oraya takılıp ilerletmeye çalışırdık. Tabii, önce Goren’in kitabını okuduk. Diğer briç mekânlarımız da Mithatpaşa’daki Üç As ve Taraça’nın karşısındaki Kıratlı idi. Burada sigara dumanı içerisinde geçen saatler mutlaka sağlığımızda kalıcı hasar bırakmıştır. Cumartesi öğleden sonraları biraz yer sıkıntısı çekerdik çünkü Harp Okulu talebeleri izne çıkıp Kızılay ve Maltepe’deki tüm bilardo masalarını işgal ederlerdi. Bu arada bazı duplike turnuvalarına da katıldık, bir ikincilik de aldık. Oyuna fazla asılmadığım için ortağım hep kızardı ama ben kazanma hırsına sahip değildim ya da yeterince odaklanmazdım. Briç ve king ODTÜ’de çok yaygındı. Kantinlerde her zaman oyuncular olurdu. Bu nedenle, sıkıntı çekmeden yeni okuluma intibak ettim, şeyy, yani uyum gösterdim, ne de olsa hazırlıklıydım. Şimdi Goren sistemiyle oyun çok geride kalmış. Yeni ve çok daha karmaşık deklerasyon sistemleri çıkmış ama o kadar ince işler bana göre değil. Bu nedenle briç hayatım da orada, on yıllar önce sona erdi. * Kızılay bitmez, mutlaka döneceğim ama şimdilik burada kesip İstanbul’a geçelim. Kısmet olursa biraz da sabık payitahtın sokaklarında, hanlarında geziniriz. Umarım zaman tünelimden birkaç şey aktarabilmişimdir. Mehmet Tanju Akad
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR