Öykünün evrimi... Evrimin öyküsü / Esen Yel
Büyük Öykü yazarımız Esen Yel'den 'sapiens'in öyküsü
Büyük büyük atalarımız, iki ayakla yürümeye başladıklarında nasıl anlatıyorlardı öykülerini?
Birbirlerine nasıl sesleniyorlardı, adları var mıydı? Öyküler, topluluk oluşturulmasından sonra mı ortaya çıktı?
Çok da ayrıntılı bilgimiz yok. Ayrıntılı bilgimiz yoksa da, beden dillerini kullandıkları ‘düşlemesi’ ilk aklımıza geliveren.
Ya geceleri nasıl oluyordu anlatım işi?
Sesle…
Ve işte öykünün gözle görülür, kulakla duyulur başlangıcı.
Aslına bakarsanız henüz ortalarda öykü falan da yok ama, evrenin oluşumu kadar önemli bir yönelim bu. İnsanı, uzak ve yakın kuzenlerinden ayrımlayacak kadar özgün bir yönelim. Öykünün evrim yönelimi. Evrime, evrilmeye yönelimi.
Özgündü.
Bu canlı türü, koşuyu önde götürüyordu.
Anlamlı sesler çıkarıyordu, konuşuyordu.
İlkel klan erkeklerinin gün boyu yoğun emekler vererek kazanımlandığı avların öyküleri vardı. Klan kadınlarının gün boyu topladığı yaban mevvelerinin, yaban sebzelerinin öyküleri vardı. Akşam olduğunda mağaranın önünde yakılan ateş vardı. Ateşin öyküsü vardı. Ateşin çevresinde toplanıp anlatılan günlük yaşamın canlı seslendirmeleri…
Erkeklerin, kadınların, çocukların renkli öyküleri…
Ya aşkın öyküsü?
“Popülasyon” varsa aşk da vardı.
Aşk varsa, öyküsü de…
Milyon yılların içinden, bin yılların arasından düşe kalka yeni bir tür çıkageliyor planetimize.
Diğer hayvanlardan ayrımlı bir tür. Günlük gereksinimlerini karşılayabileceği basit aletler yapıyor. Beden dilini kullanmanın yanı sıra, duyularına yansıyan verileri seslendirebiliyor.
Ve işte…
Homo habilis, homo erectus, neandertal, sapiens…
Ve balıklar ve sürüngenler ve kuşlar ve yüzemeyen, sürünemeyen, uçamayan omurgalılar omurgasızlar. Ve konuşabilene yoldaşlık eden otlar, otsular, mantarlar, ağaçlar, ağaçsılar…
Ve kemikler
Ve fosiller
Kazı buluntularından kalan ‘miras’
Oluşum yaşı kayıtlarını belirleyen karbon 14 ve ötesi
Bilim insanlarının “yapbozları” gibi.
Ama bu uzun mu uzun zaman diliminin aşamalarındaki ayrıntıları bilmiyoruz. Bilmiyoruz ya,ürettikleri ilkel avlanma araçlarının öyküleri olmalı. Günlük kullanım araçlarının öyküleri olmalı. Bunların üretim öyküleri, genç kuşaklara iletim öyküleri…
Bu öyküleri şimdilerde gürül gürül okuyoruz.
Bu pek de kolay bir iş değil elbette. Uzmanlık işi, bilim işi. Bilimsel alanların birlikte başarabildiği iş.
Şu ekibin yetkinliğine bakar mısınız:
Arkeolog, sanat tarihçisi, hititolog, sümerolog, antropolog, paleontolog, jeolog, epigraf, mimar, restoratör, konservatör, evrim biyoloğu, evrim psikoloğu…
Günün teknolojisiyle donanımlı ekipler.
Ekipler geçmişi okuyacak.
‘Anadolu’nun Kadim Öyküsü’ belgeseli çıkacak ortaya, geçmişin başka yaşam alanlarındaki “kadim öykülerin” belgeselleri çıkacak.
Ekip bilgeleri zamanı örseliyor, zamanın yazılmamış öykülerini okuyor:
“…Zamanlardan geçiyoruz, insanın ‘kadim’ öyküsüne doğru.”
“…Toros dağları çevresinde ilk kez avcı toplayıcı topluluklar belirmeye başlıyor.”
“…Yerleşimlerde küçük topluluklar… Her küçük topluluk kendi özgün geleneklerini, âdetlerini oluşturuyor.”
“…Fırat nehrinin kıyısındaki bir yerleşim…
"Bize hayal etmek düşüyor şimdi…
"Izgara ve hücre planlı yapılardan oluşmuş bir köy. Ortasından bir yol geçiyor, yürüyoruz. Avlular, fırınlar boylu boyunca. Tahılları, hayvanları evcilleştirdikleri ortak bir yaşam kültürü oluşturmuşlar.”
Belgeseli izledikten sonra, asıl öykülerin toplumsal yaşamla oluştuğu söylemini benimsiyorum. Tamam, öykülerin varlığından hiç kuşkum yok. Fırat’ın kıyısındaki neolitik köyde kim bilir ne güzel öyküler anlatılıyordu. Nasıl güzel şarkılar şiirler oluşmuştu…
Kim bilir daha kaç bin eski yerleşim noktasında ayak izlerinin, yaşam izlerinin yazılmamış öyküleri bulunuyordu. Kaç eski uygarlığın öyküsü.
Ama bu toplumsal birikimler, Kuşaktan kuşağa taşınan sözlü öykülerdi. Kalıcı nitelik kazanmaları için Sümerleri, Sümer tabletlerini bekleyeceklerdi
Şarkıların, seslerin gramofonla tanışmasınaysa epeyce zaman gerekiyordu.
Bana ilginç gelen bir durum da…
Sözgelimi arpa Sümerlerden binlerce yıl önce ekilip biçiliyordu. Sapiens mayalanmanın büyüsünü de biliyordu. Bu, biranın yazılmamış öyküsü anlamına geliyordu. Ve bira şimdi tabletlere adını yazdırarak gerçekliğini kanıtlıyordu.
Sümer’de meyhane vardı. Kadınların işlettiği meyhaneler. Bira tüketimi yaygındı.
Meyhaneye gelenler, bir masa çevresine oturtulur, masaya bira dolu bir seramik kap konularak servis edilirdi. Müşterilerin ellerinde pipet benzeri kamışlar… Seramik kaptaki bira, eldeki kamışlar kullanılarak ortak tüketilirdi.
Bu da biranın yazılmış ilk öyküsüydü.
Ve bira, kim bilir ne zamandan beri meyhane çalıştıran kadınların kayıtlara geçmesini de sağlıyordu şimdi.
Meyhaneci kadınların yazıya geçen öyküleri geleceğe de taşınacaktı bu sayede.
Sümer tabletleriyle günümüze ulaşan iki büyük öykü daha var… Tabletlere aktarılışından kaç yüz yıl önce oluştuğunu bilmediğimiz iki sözlü öykü…
Gılgamış Destanı biri. Sözlü dönemde insanın bireysel güç anlayışı konu alınmış. Ölüm, ölümsüzlük düşüncesi işlenmiş.
Ve öteki büyük öykü, Tufan Öyküsü. Değişik dinsel eklemeler yapılarak insan türüyle yaşamayı sürdürüp gelen Tufan Öyküsü… Efsane tadına bürünerek evrimi gerçekliğinden saptırmış bir tufan öyküsü…
Öyküye değinmişken şöyle de bir not düşsem işe yarar diye düşünüyorum.
“Bereketli Hilal” in yaşam alanlarında bin dolayında küçük topluluk vardır. Bu toplulukların gelenekleri, yılların birikimi olan deneyimleri, yaşam kültürler ve yerel tanrıları bulunmaktadır. Sümer’in lideri bu topluluklara bir arada yaşama önerisinde bulunur. Tamam da, bu bin kadar tanrı ne olacak… Lider buna da bir çözüm bulur: “Tanrılarınızı alın gelin.” Yıllar yıllar içinde büyük Sümer uygarlığı oluşur… Okullar, zenginlik sağlayan su kanalları, mimari yapılar… Ve tanrı öyküleri de yavaş yavaş nitelik değiştirir. Somuttan soyuta bir yöneliş gelişir. Büyük Sümer kültürü ülke sınırlarının dışına taşar. Hatta zaman sınırlarını da zorlayıp bükerek 21. Yüzyıla ulaşmayı başarır.
Ve Sümerlerin büyük uygarlık öyküsü, binlerce değişik öykünün bir araya gelmesiyle devleşti. Bu öyküler, önce yakın uygarlıklarla iletişim kurdu. Her uygarlık Sümer öykülerini kendi kültürüne yedirerek yeniden yazdı, yeniden yaşadı. Tufan öyküsü de ad değiştirdi, ‘Nuh Tufan Öyküsü’ oldu. Geminin boyutları, eylem alanı inançlara göre değişti. Sümer tanrılarının kök hücreleri yeni tanrı öyküleri yarattı.
Sapiensin sözlü yaşam öyküsü yazıyla buluşunca… Uygarlığın hızına yetişilmez oldu.
Öykünün dünyayı dolaşım hızı da, başka uygarlıklara ulaşım hızı da inanılmazdı.
Ancak yazılı öykülerin dağılım aşamasında…
Dağılım aşamasında…
Bu öykülerin hücrelerine inanılmaz çoklukta, inanılmaz türde “virüs” giriyor. “Tahrip gücü yüksek” ölümcül virüsler. Ve bu tahrip gücü yüksek virüslü öyküler, uzun yıllar içinde ulaşabildikleri her yerleşimde yıkımlar yaratıyor. Ölümler, savaşlar, salgın hastalıklar, bilimsel hasarlar, toplumsal yok oluşlar…
Virüslü öykülerin virüslü bilgileriyle bezenmiş yakmaya yıkmaya eğilimli beyinler…
Sapiensin, oluşum ve gelişim yolculuğundaki en manyak eyleminin en manyak öyküsüyle anlatımı noktalayacağım. Sapiens toplulukları içindeki virüslü beyinler hep oldu, hep olacak ama… Bu inanılmaz bir durum. Binlerce yıllık uygarlık öykülerini yakmak…
Bu bir yok oluş öyküsü.
Antik çağ.
Dünyanın bir numarası üniversite düşünün.
İskenderiye Üniversitesi.
Ve İskenderiye Kitaplığı.
Kitaplıkla üniversite ikiz kardeş.
Veriler, bilgiler birlikte kullanılıyor. Kapılar dünyanın tüm öğrenme heveslilerine, bilim insanlarına açık. Kitaplığa kabul edildiğinizde istediğiniz bilgenin derslerini dinleyebiliyorsunuz…
Kitaplıkta dokuz yüz bin el yazması kitap bulunmakta.
Dokuz yüz bin el yazması papirüs rulosu kitap…
Kitaplığın girişinde, antik dönemin bilime verdiği önemi simgeleyen inanılmaz güzellikte bir özlü söz…
“Bilim, bizi tanrıların gazabından korusun!”
Bu yok oluşların en büyüğü, hiçbir zaman yerine yenisi oluşturulamayan İskenderiye Kitaplığının yakılması. Bu, çağı çağları acıtan toplumsal olay. Bu öykü, ateşi hiç sönmeyen olayın öyküsü.
Bilimin öyküsü, sanatın öyküsü, yaşamın öyküsü, öykünün öyküsü kişiliklerini kanıtlayıp İskenderiye kitaplığında bir araya gelmişlerdi. Kim bilir ne güzel konulara değinecekler, geleceğe ilişkin nasıl güzel planlar yapacaklardı.
Ve sapiens, binlerce yılda keşfettiği ateşle, üç yüz bin yıllık birikimini Yaktı…
Yangının küllerine basa basa yitip gitti zamanın sisli yıllarının içinde.
Bu dünya birikimli bilgi gözesinin yangın dumanları hâlâ bir yerlerde tüter durur…
Sapiens, virüslü beyinlerle yok ettiği oluşum öyküsünü, hep ters yönlerde aradı durdu yüzyıllar boyu.
Taaa Darwin’in Galapagos adalarında bu öykünün izlerini bulup gün yüzüne çıkarışına kadar…
Esen Yel
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR