Mesleğe Hoş Geldin Çocuk! / Coşkun Kartal
Üç katlı, geniş cepheli binanın bodrumundaki gazetenin kapısından içeriye ürkek adımlarla 17 yaşlarında bir çocuk girdi. Çocuk, gözlerinde, kendine epeyce ağır gelen bir merak duygusunun izlerini taşıyordu.
İçeri girdiğinde dikkatini ilk çeken, tavanın birkaç yerinde kirli, çıplak ampullerden yayılan loş ışık olmuştu. Bu yetersiz ışıkta, yerlere serpilip zeminin tümüne yayılıp ıslatılmış talaşın kirli sarısı göze çarpıyor, insana ağır gelen yoğun mürekkep kokusunun yanı sıra, durmaksızın çalışan bir makinenin ritmik gürültüsü duyuluyordu. Makinenin eski buharlı lokomotiflerinin tekerlerini birbirine bağlayan demirleri andıran kolu ileri geri hareket ediyor, her hareket edişinde bir yandaki gazete büyüklüğündeki boş kağıt, makine aksamı tarafından “otomatik olarak” dümdüz kaldırılıyor, aynı büyüklükteki iki levhanın arasında “preslendikten” sonra bir yanı basılı olarak öbür taraftaki bölmeye bırakılıyordu. (O zamanlar press sözcüğünün basın anlamında kullanıldığını bilmeyen çocuk, meslekte yol almaya başladıktan sonra bunu öğrendiğinde, “demek basın-press lafı buradan geliyormuş!” diye düşünecekti.)
Aynı baskı işlemi, sayfaların tümünün bir tarafının baskısı tamamlandıktan sonra, hepsi matbaayı çalıştıran adam tarafından ters çevrilerek yeniden yapılıyordu.
Matbaa makinesinin öteki tarafındaki duvara raptedilmiş, üzerinde bölmeli kutuların ve de gazete büyüklüğündeki kasaların olduğu geniş bir tezgah vardı. Tezgahın başında yüzü gözü yağ içinde bir adam, bir elini hızlı devinimlerle önündeki bölmeli kutuya götürüyor, oradan aldığı küçücük madeni parçaları ardı ardına öteki elinde tuttuğu uzunca metal çubuğa benzer “şeyin” üzerine diziyordu. (Kutucuklardaki küçük parçacıkların aslında kurşun harfler olduğunu, bunlara hurufat, üzerine dizildikleri uzun metal çubuk gibi şeye kumpas denildiğini, hurufatı kumpas’ın üzerine anlamlı sözcükler halinde dizen ve iş yasasına göre zehirlenmemesi için işveren’in her gün yoğurt ya da süt vermek zorunda olduğu kişinin ise mürettip olduğunu daha sonra öğrenecekti.)
Alışkın olduğu anlaşılan bir hızla, gözünü hurufat kutusunun sol yanına konulan kağıttaki yazılardan ayırmadan, adeta bir makine düzeni ile harfleri dizen mürettibin arkadan görünüşü, -aslında yaşamadığı- bir sefaletin içinde bulunduğu izlenimini yaratıyordu.
(Kemer yerine bağladığı kalınca bir sicimle düşmesini engellediği kir ve yağ içindeki pantolonunun ağı, bu çabasına rağmen apış arasından oldukça aşağı inmiş, arkasındaki kocaman iki yama, sefalet havasını pekiştirmişti. Sonradan daha yakından tanıyacağı, kıvırcık, kirli kara saçları ,birkaç günlük sakalı, orasından burasından düzensiz büyümüş kılların fışkırdığı bıyıkları olan bu adamın, meyhane masalarında, Robespierrre’den Karl Marks’a kadar tarihin bir çok ünlüsü hakkında, sürekli burnunun ucuna kayan kalın çerçeveli gözlüğünü geriye ite ite ahkam kestiğini o gün tahmin edemezdi.)
Matbaa içindeki gözucuyla incelemesini sürdürüp fikir sahibi olmaya çalıştığı sırada, ufacık bir fare bir köşeden fırt diye çıkıvermiş, ortadan kısa boylu,30-35 yaşlarındaki bu ilginç adam ise onu görünce elindekileri bırakmadan “g.tüne kodumun ibne faresi!” gibilerden sunturlu bir küfür eşliğinde o yana doğru bir tekme savurmuş ancak tutturamamıştı.
Mürettibin “edilgin eşcinsel” olduğunu halk ağzıyla yalın biçimde ifade ettiği farenin kaçıp kaybolduğu köşede, talaşların üzerine atılmış boş ucuz şarap şişeleri , buruşturulup top şekline getirilerek fırlatılmış, matbaa mürekkebinin ve makine yağının boyadığı elleri silme görevi yaptıkları anlaşılan eski gazeteler vardı.
Matbaanın dip tarafına bakıldığında, çevresi camlı bir bölmeyle ayrılmış tahminen 30-35 metrekare büyüklüğünde kapısında “İdarehane” yazılı levhanın asılı olduğu bir bölme bulunuyordu.
İdarehanede, ikisi sağ taraftaki duvarın önüne, biri de tam kapının karşı tarafına, üzerlerinde daktilolar, boş saman kağıtlar ve günlük gazeteler bulunan üç masa yerleştirilmişti. Yan yana koyulan masaların karşısında da aralarında cilası kalmamış bir sehpa olan eskimiş deri kaplama iki misafir koltuğu vardı. Sehpanın üzerindeki prize takılı lambalı radyodan, cızırtılı bir Türk Sanat müziği şarkısı duyuluyordu.
Karşı duvarda, Atatürk’ün kalpaklı bir resmi, sağ tarafta da üzerine bazı gazete kupürleri ve çeşitli siyah- beyaz hatıra fotoğrafları iğnelenmiş soluk yeşil çuhadan bir pano vardı. Panonun en üst bölümüne, uzun şerit şeklinde bir kartonun üzerine siyah çini mürekkebiyle yazılmış Atatürk’ün sözleri asılmıştı:
“Matbuat Hürriyetinden Doğacak Mahzurları İzale Etmenin Yolu Yine Matbuat Hürriyetidir. Mustafa Kemal Atatürk”
*
İdarehaneye girince, hemen sağdaki masada bembeyaz saçlarını dümdüz arkaya doğru taramış, şişe dibi gibi camları olan kalın çerçeveli okuma gözlüğünü, kocaman kemerli burnunun ucuna doğru indirmiş yaşlı bir adam oturuyordu. Yaşlı adam, iki parmakla tek tek harfleri seçerek ve tuşlara her vuruşunu özümsemek ister gibi bir görüntüyle daktiloda bir şeyler yazıyor, arada bir elini daktilonun hemen yanındaki fincana uzatıp keyifle kahvesini içiyordu. Masanın üzerindeki isimlikten, bu adamın “Başyazar” olduğu anlaşılıyordu.
Onun yanındaki masada, gençten, kumral saçlarını arkaya doğru dümdüz taramış, gözlüklü, ufak tefek görünen ve akşamdan kalmalığın işareti kızarmış şiş gözleriyle gazete okumaya çalışan biri vardı. Okuduğu gazetenin manşetindeki “Şehrimiz Sanayii Hakkediyor” başlıklı haberin kendisine ait olduğu yaptığı yorumlardan anlaşılan bu adam, yazıdaki dizgi hatalarını gördükçe içerde çalışmakta olan mürettip hakkında kötü sözler söylüyordu.
Tam karşıya gelen masada da, ince tatar yüzlü, bıyıklı, koyu renkli gözlük takmış biraz her şeyi ben bilirim havasında bir başka adam oturuyordu. O da gazete okuyordu. Gazetenin birinci sayfasındaki sol alt köşede çerçeve içinde “Şikayetler” adlı italikle yazılmış köşe logosunun yanında küçük bir fotoğrafı ve onun altında kalın puntoyla dizilmiş ismi bulunuyordu. Daktiloda yazı yazmakta olan yaşlı adam, arada bir, kafasını adeta hiç oynatmadan burnunun ucuna doğru indirdiği gözlüklerinin üzerinden gözünü dikerek, yaşlılığın izlerini de taşıyan kalınca bir sesle “yahu!” ile başlayan kısa cümleler söylüyor, öteki iki kişi bunları bazen yanıtlıyor, arada bir de “nerden çıktı bu laf şimdi!” ifadesiyle şöyle bir bakış attıktan sonra yeniden gazete okumaya dönüyorlardı.
Koyu renkli gözlük takan yazarın, akşamdan kalmanın yorgunluğundan muzdarip olduğunu gizleyemeyen, ama buna rağmen yine de küçük dağların yaratıcısı olduğu izlenimi vermeye çalışan bir havası vardı. İdarehaneye arada bir gelen gidenler oluyor, bu yazar, bunları sanki bakışlarıyla sınıfsal konumlarına göre tasnif ediyor, kimini acıma-tiksinti karışımı bakışlarla seyrederken, kimine lütfen gülümsüyor, bazılarına ise kendi eşitiymiş gibi davranıyordu.
Görünüşte hepsinin, -gerçekten böyle hissettikleri için mi yoksa akşamdan kalmalığın mahmurluğunu henüz atamadıklarından mı bilinmez- idarehaneye gelen bir yabancıyla fazla konuşmak istemiyor, daha doğrusu konuşmaya tenezzül etmiyor gibi bir halleri vardı. Ama, ara sıra, idarehaneye fazla ciddiye alınacak görüntü vermeyen biri ya da mesleğe hevesli bir lise öğrencisi geldiğinde, masalara eğdikleri başlarını kaldırmadan onun ne yaptığını merak ediyorcasına kaçamak bakışlar fırlatıyorlar, hiç konuşmadıkları gibi selam bile vermiyorlar ve karşılarındakilere inanılmaz bir tedirginlik yüklüyorlardı.
*
İşte bu ortamda İdarehaneye adım atan 17 yaşındaki “gazeteciliğe meraklı” çocuk, içinden, “ne işim var benim burada!” diye söylenmişti. Dışarıda, çok sonraları bizzat tanımlayacağı gibi, o anda geri dönüp şu sefil görünümlü mezbeleliğin kapısından çıkıverince ait olduğu ve kendisini bağrına basan bir ortam vardı. Okulu, arkadaşları, aralarında kendini yabancı ya da tedirgin hissetmediği insanlar, yüksek sesle dile getirebildiği sözler, doya doya ve yadırganmadan atabildiği kahkahalar vardı. Fakat, hocalarının ve arkadaşlarının beğenisini kazanmış güzel kompozisyon yazma yeteneği, günlük gazetelerde gördüğü haberlerin, yazıların nasıl oluşturulduğuna ilişkin inanılmaz bir merak, bir gün gazetelerde adını görme tutkusu da vardı. Bir gün basılı bir kağıtta bir haberin ya da yazının altında adının yazılması, genel anlayışa göre, gazetecinin mesleğe ilk adımı sayılır.
Çocuğun, daha lise ikinci sınıftayken yaşanmış “sesli basın!” deneyimi bile vardı. Bulgaristan’dan Türkiye’ye yeni iltica etmiş, boğazdan geçen gemiden atlayarak kıyıya kadar yüzerek gösterdiği cesur davranış o zamanın antikomünist siyaset güden büyük gazetelerine birinci sayfa haberi olmuş fizik hocası derslerine gelmişti. Lise’nin pansiyon binasının çatı katında, askeriye tarafından armağan edildiği söylenen kullanılmaz halde bir radyo vericisi bulunuyordu.Fizik hocası,babalarının radyo tamir dükkanında deneyim kazanmış -birini daha sonra trafik kazasında kaybedecekleri- ikiz arkadaşlarının yardımıyla bu vericiyi çalıştırmayı ve kent çapında yayın yapmayı başarmıştı.Çocuk da deneme yayınları sırasında omuzuna astığı -şimdi çok ilkel bulunacak- teyple pansiyondaki parasız yatılı öğrencilerle,lisenin sporcularıyla,kentin takımı ya da konuk takımların antrenör ve oyuncularıyla röportajlar yapmıştı.Bunlar deneme yayınlarında yayınlanmış,lambalı radyolarda sesi ve adı az buçuk duyulmuştu.
Sonra günlük bir saatlik yayın başladığında okul yönetimi duruma el koymuş ve her gün okula gelmeyen öğrencilerin listesinin yayınlanmasını istemişti. Çocuk da, zaman zaman “velisinden habersiz okula gitmeme” durumunda olan bir öğrenci olarak buna karşı çıkmış ve dolayısıyla görevden uzaklaştırılmıştı. Okul yönetimi, dediğini yapmış; radyonun cızırtılı yayını, kentte, çocuğunun,akrabalarının ya da komşuların çocuklarının okula gidişleri konusunda adeta müfettiş kesilen inanılmaz sayıda insan tarafından izlenmeye başlanmıştı.Yani bugünün deyimiyle reyting zirveye çıkmıştı. Çoğunun ana-babasının aklına hinlik gelmediği için okula gidip gitmedikleri pek kontrol edilmeyen fırlama öğrenciler için kara bir dönem yaşanmıştı bu yüzden. Neyse ki,TRT’nin yayın tekeli bulunduğu gerekçesiyle radyonun yayını durdurulunca bu “kara günler” sona ermiş,çocuklarla okuldan kaçınca gittikleri sinema ve kahvehanelerin sahipleri rahat bir nefes almışlardı.Anlattığımız gün gazeteciliği başlamak üzere olan çocuğun radyoculuk deneyimi de sona ermişti.
*
Olanları sonraları düşündüğünde, o gün sanki fantastik bir film izlediği duygusuna kapılmaktan kendini alamazdı.Daracık bir mekanda üç masada konuşmadan oturan bir sınav gözcüleri kurulu gibi üç eski kurt! Ortada, orada kalmakla geri dönüp dışarı çıkmak ve yaz sabahının tatlı-serin havasını doya doya ciğerlerine çekmek arasında bocalayan 17-18 yaşında bir çocuk.
Gazeteci olmak ve bu konuda bilgilenmek istediğini söyledikten sonra –galiba daktiloda yazı yazan yaşlı adam tarafından-şöyle otur bakalım gibisinden sözcüklerle soğukça buyur edilmişti. Kızara bozara gösterilen yere ilişmiş ve kendisiyle nasıl ilgileneceklerini merak ederek etrafına bakınmaya başlamıştı. İliştiği koltuğun yanındaki sehpanın üzerinde bulunan radyo cızırtıyla çalışıyor ve bir nebze olsun ortamın bütünüyle sessiz kalmamasına yardımcı oluyordu. Ev sahiplerinin yüzüne hiç bakmadan kendisini gizlice inceleyen halleri ortamı soğutmaya devam ederken, radyoda davudi sesli bir ses sanatçısının söylediği şarkı duyuldu:
“Ömrümüzün son demi, son baharıdır artık...”
Şarkı, birden oradakilerin ilgisini çekti. Birer birer kafalarını kaldırarak radyoya baktılar.
İdarehanenin giriş kapısının tam karşısında oturan ve girişinde selam vermeye tenezzül etmeyen ince tatar yüzlü, koyu renk gözlüklü köşe yazarı,başını okuduğu gazeteden kaldırarak çocuğa baktı ve:
“-Sesini açsana şu radyonun” dedi.
Çocuk, oturduğu yerden uzanıp sesi biraz açtı.
“-İyice aç” dedi köşe yazarı,”sonuna kadar aç”.
Çocuk, sesi sonuna kadar açtı. Şarkıcı, ”ömrümüzün” sözcüğündeki “m”lerin ve “n”lerin üzerine basarak, son “ü”yü uzatarak, ”demi” sözcüğünü uzatıp vurgulayarak , “son baharı” sözcüklerini ana fikir haline getirerek, muhtemelen gözlerini kapatarak ve insanı hüzünlere gark ederek söylüyor, şarkı idarehaneden tüm matbaanın içine yayılıyordu.
Girişte sağ tarafta oturan ak saçlarını geriye doğru dümdüz taramış, kartal burnunun ucunda şişe dibi camlı okuma gözlüğü taşıyan yaşlı adam, yani başyazar, başını ağır ağır sallayarak davudi, yaşlı ve yorgun sesiyle şarkıya katıldı.
Sonra da radyoyu sonuna kadar açtıran köşe yazarı katıldı şarkıya; ardından muhabir olduğu anlaşılan üçüncü kişi,en sonunda da içerden bağırarak dizgi yapmakta olan mürettip!
“Maziye bir bakıver, neler neler bıraktık..”
Dört ayrı geçmiş canlanmış, bodrum matbaasının içine doluşmuş dört insan, birbirinden ilgisiz anıları bir araya getirerek tuhaf bir bütünlük oluşturmuş gibiydi. Çocuk, şaşkın bakarken, her nakaratta gözler daha bir derinlere dalıyor, sesler daha bir gür, daha bir yürekten çıkıyordu.
Çocuk şarkıya katılmadı doğal olarak, utandı.Ama içinde bir hüzün oluştu; bir sıcaklık duydu “neler neler” bırakıldığından henüz haberdar olmadığı bilinmedik geçmişlere karşı.
Şarkıyı, akşama oturacakları meyhane masasının provasını yapar gibi sonuna kadar söylediler. Şarkı bitince başyazar, ötekilerin daha önce çok dinlediklerini bıkkın tavırlarıyla belli ettikleri bir cümle söyledi:
“-Evden ayrılacağım” dedi, ”çoluk çocuk büyüdü kimsenin bana ihtiyacı kalmadı. Hanım da her şeyime karışıyor artık, ama o kendi kendine bakabilir. Bir otel odasına yerleşeceğim ve hatıralarımı yazacağım. Hatıratımı yazmadan ölmek istemiyorum. Hayatı benim gibi dolu yaşayanlar,geride hatırat bırakmadıkları zaman,yaşadıkları onlarla birlikte gömülür gider. Aslında hanımı bunca yıl sonra tek başına bırakmak de işime gelmiyor ama, zaman da geçip gidiyor!”
Geçmişin derinliklerinde yok olan yaşanmışlıkları bir kez daha dile getirme sevdasına düşmüş gibiydi. Belki hayal gücünden de birşeyler katar, belki yaşamak isteyip de yaşayamadıklarını ucundan kıyısından yaşamış gibi anlatır,çok değil azıcık kendini yüceltirdi ne bileyim? Heyecanlı,hevesli ama vaktinin yetmeyeceği korkusuyla umutsuz görünüyordu.
Yaşlı adam bu sözleri söyleyince çocuk ona daha bir dikkatli baktı. Beyaz ama çok da temiz görünmeyen bir gömlek giymişti eski sayılabilecek kahverengi bir ceketin içine. Küçücük düğümü olan ince bir kravat takmıştı.Beyaz sakalları ile bıyığının çok hafif belli olduğu yüzü zayıf,alnı kırışmış,kalın kaşları yele gibi yukarıya doğru kalkmıştı. Yoksul ama görmüş geçirmiş bir hali vardı. Bir an göz göze geldiler. Yaşlı adam, az önceki soğuk tavırlarından eser kalmamış halde gülümsedi çocuğa. Sen dedi, kaçıncı sınıfa gidiyorsun bakayım? Lise üçe gidiyorum efendim! Demek gazeteci olmak istiyorsun?Evet!Kalemin kuvvetli midir bari?kompozisyonlarımı beğenirler!Var mı yanında örnek?Getirdim efendim, buyurun!
Elindeki dosya kağıtlarından ikisini seçip yaşlı adama uzattı ve yeniden yerine oturdu. Yaşlı adam, şişe dibi gibi camdan gözlüklerinin normalinden epey büyük gösterdiği gözleriyle,yazıları bir süre inceledi.Sonra,bunları bir kenara bırakıp çocuğa baktı.
“-Evladım” dedi, ben tam 40 yıldır sürünüyorum bu anasını sattığımın kahpe mesleğinde. Bir mandagözü(lira) verirlerdi yazı başına.İki yakamız hiç bir araya gelmedi,halbuki neler ümit etmiştik istikbalimizden.Lakin çok şey ümit ettiğimiz istikbal,bize sıkıntılı bir hayat getirdi sadece. İyice düşün,taşın öyle karar ver bu mesleğe adımını atmadan evvel!”
Sonra, o arada boşları toplamaya gelen çaycıya çocuk için de bir çay söyledi. Gülümseyerek,”-Sağlam çay getir len, misafirimiz mühimdir!” demeyi de ihmal etmedi.Az önce çocuğu korkutan ortam,ısınıyor gibiydi.Odadaki öteki iki gazeteci de yaşlı adamın ilgisinden sonra sorular sormaya başlamışlardı.O da, az önceki çekingenliğini üzerinden atmış, sonraki günlerde kimine hocam,kimine baba,kimine abi diyeceği; kimbilir, belki de hayatının uzun bir dönemini gecesiyle gündüzüyle paylaşacağı bu adamlarla muhabbeti koyultmaya girişmişti bile.Çocuklar, ilgilerini hissettikleri büyüklere karşı inanılmaz bir yakınlık duyarlar.
Çaylar içilirken, dışarıdan birbirinin peşi sıra yaşları ondan üç-dört yaş büyük iki muhabir geldi. Biri, emniyet, adliye, milli eğitim dolaşmış, bazı haberler toparlamıştı. Öteki, şehrin sanayi ile ilgili Ticaret ve Sanayi odasınca düzenlenen bir toplantıyı izlemişti. Önce ellerindeki haberlerle ilgili bilgi verdiler,sonra da büyüklerinin oturduğu masaların kıyısına birer sandalye çekip, istenen haberleri eski daktilolarda yazmaya koyuldular.Koyu renk gözlüklü köşe yazarı,önüne getirilen haberleri titizlikle okuyup üzerlerinde el yazısıyla düzeltmeler yaptıktan sonra başlıklar koyuyor,bu başlıkların puntolarını yazıyor ,haberlerin hangi sayfa ve sütuna gireceğini de not ettikten sonra içerdeki mürettibe kendisi götürüp teslim ediyordu. Bazı haberler için, onu yazan muhabirden kaç sütunluk olduğunu belirterek klişe yaptırmak için fotoğraf bulmasını istiyordu. Çocuk, bütün bu olan biteni büyük bir merak ve ilgiyle izliyordu. Bu arada, yanındaki masanın üzerinde duran telefon çaldı. Telefonu açan köşe yazarının konuşma tarzından, arayanın bir karakolun baş komiseri olduğu ve ölümle sonuçlanan trafik kazasını haber verdiği anlaşılıyordu. Köşe yazarı, önündeki kağıda gerekli bilgileri not edip telefonu kapadıktan sonra muhabirlerden birine, “Fırla!” dedi, “olayı bir öğren bakalım. Ölenin bir fotoğrafını da bulmaya çalış, gerekirse klişesini yaptırıp kullanırız.” Sonra, gözü onu merakla izleyen çocuğa takıldı. “Sen de git onunla” dedi, “madem gazeteci olmak istiyorsun, ilk işine bir çık bakalım. Yanına kağıt kalem almayı unutma, muhabiri dikkatle izle, o sana her şeyi gösterecek.” Muhabir,“Tamam abi!” dedikten sonra çocuğa “hadi gel” der gibi bir işaret yaptı. Birlikte yürüyerek kazanın olduğu yere gittiler. Ölenin üzerini gazete kağıdıyla örtmüşler, kağıtlar rüzgardan uçmasın diye de köşelerine birer taş koymuşlardı. Olay yerinde birkaç polis ve epeyce meraklı toplanmıştı. Muhabir,” ölenin yakınlarından kimsenin haberi yok henüz galiba” dedi, “baksana hiç ağlayıp sızlayan görünmüyor ortalıkta!” Önceden tanıdığı belli olan polislerle konuşup çocuğu onlara tanıttı, “bu arkadaş benimle beraber işi öğrenecek” dedi.Sonra, ölünün kimliğini sordu polislere. Polis henüz bir şey öğrenememişti ölenin yaşlı bir kadın olduğundan başka. Oradakilerden tanıyan da çıkmamıştı.”-Siz de bir bakın şuna bakalım!” dedi polis. Yavaşça eğilip cesedin üzerindeki gazete kağıdını sırt üstü yatan kadının yüzü görünecek biçimde kaldırdı. Yüzünde hafif sıyrıklar ve kan izleri bulunan cesedin üzerine eğilip dikkatlice bakan muhabirin yüzünün sarardığını gördü çocuk.
“-Esma teyze bu!” dedi muhabir, ”bizim başyazarın karısı!”
Çocuk, o andan sonra olanları, ömrü boyunca silemeyeceği bir anı olarak belleğine kazıyacaktı. Artık ona bir şeyler öğretme konusunu umursamayan muhabir, polisten kaza ile ilgili bilgiler aldı; olayı gören çevredeki birkaç kişiyle konuşup notlar tuttu. Sonra, fazla oyalanmadan dönüş yoluna koyuldular. “Ayaklarım geri gidiyor!” diyordu muhabir, “nasıl söyleyeceğim bunu başyazara?” Ama anlaşılan, bir şekilde söylenecekti, söylenmek zorundaydı. Gazeteye geldiklerinde, idarehanedekiler, birinin anlattığı geçmiş bir olayı hatırlayıp keyifle gülüşüyorlardı. Muhabirle çocuk odaya girince susup merakla onlara baktılar. “-Ne olmuş?” dedi birisi, ”kimmiş ölen?”
Muhabir yutkundu,”-Yaşlıca bir kadın ölmüş!” dedi sapsarı bir yüzle,”kamyon çarpmış.Orada hala öylece yatıyor,savcının gelmesini bekliyorlar..”
“-Kimlerdenmiş ölen?” dedi başyazar bu kez, “bildik biri mi?”
Muhabir, gerçeği söylemekle söylememek arasında bocaladıktan sonra,”üzerinden hüviyet çıkmamış” dedi, “belki savcı gelince bulunur kim olduğu!”
Başyazar, durumda bir olağandışılık olduğunu sezmiş gibi çocuğa baktı bu kez:
“-Cesedi gördünüz mü?” dedi, “kazanın nasıl olduğunu falan öğrendiniz mi?”
Çocuk, sanki uzun zamandır ordaymış da bu ihtiyarla hep böyle olağan sesle konuşurmuş gibi, tüm çekingenliklerden ırak, çocuk cesaretiyle konuştu:
“-Ölen hanımınızmış, ben tanımıyorum ama bu abi tanıdı!”
İhtiyar, tesdüfen karşılaştığı tanımadığı bir veledin alay ettiği olgun bir insanın öfkesi, hayal kırıklığı, hıncıyla baktı çocuğa. Ardından söylediklerini bir kez daha tekrar ettirdi; kazanın nasıl olduğunu anlattırdı. Odaya sinek uçsa duyulacak bir sessizlik çökmüştü. Başyazar, muhabire bakıp onun da başını öne doğru eğerek doğrulamasının ardından yavaşça yerinden doğruldu, odanın ortasında hala ayakta duran çocuğun yanına geldi; olanca gücüyle bir şamar vurdu. “Mesleğe hoş geldin çocuk!” dedi, ”hayat kimimizi silip sürüyor, kimimiz için yeni yeni filiz veriyor!”
Ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemez halde derin bir soluk aldı.
Sırtı iyice kamburlaşmış, ellerini arkasında kavuşturmuş halde idarehanenin kapısına doğru yürüdü. Tam kapıdan çıkacakken, bir şey söylemeyi unutmuş gibi geri döndü; çocuğa bakarak:
“-Artık eve çekilip hatıratımı yazmaya başlama vakti geldi galiba” dedi,”otele gitmeye lüzum kalmadı!”
Çıktı gitti…
İçeride, hala az önce hep birlikte söyledikleri şarkının sözlerine takılıp kalmış akşamdan kalma mürettip, olan bitenden habersiz, şarkıyı mırıldanmaya devam ediyordu.
Coşkun Kartal
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR