Son Dakika



Hem cırcır böceğine hem de arıbeyine benziyordu. İkisinin karışımı bir yaratıktı. Büyük ve çirkindi. İnsanı çok az andırıyordu. Elleri tırpan gibiydi. Başındaki kara kara bulutları sıkıyordu durmadan, ayaklarının altındaki karıncaların üstüne doğru... Suların oluşturduğu sel onları sürüklüyordu. Çok tuhaftı ama karıncaların kafaları, tanıdıklarımınkine benziyordu. Kimi Ayten Abla, Kimi Hamal Yusuf Amca’ydı. Sonra bülbüller gördüm, kanatları ıslanmış ve uçamayan ama korkusuzca bekleyen... 

Davranışları devi çileden çıkarıyordu. Bu yüzden kara bulutları sıktıkça sıkıyordu dev... Bülbüller var ya, bülbüller, babama, Doktor Salih Amca’ya, Özlem Öğretmen’e, Sendikacı Mahmut Abi’ye benziyordu. Gücümün yettiğince koşup bağırdım ona:  

Bırak, sana ne yaptılar ki?’ dedim.  

Gök gürültüsüne benzeyen sesiyle:  

Bunların tek işi çalışmak ve istediğimiz gibi elemanlar yetiştirmekti bizim için ama bülbüllere kandılar. Rahatımız bozulmaya başladı, bu yüzden ders almaları gerekiyor, haydi sen git işine, herkes kendi işine...’ dedi. Sonra kara kara bulutların içinden kırmızı kırmızı, ince ve oldukça uzun kılıçlar çıkmaya başladı tanıdıklarıma doğru. Üzerine yürüdüm. Beni elinin tersiyle yere yıktı. Bir an neye uğradığımı şaşırdım. Serseme döndüm...  

O an bir aydınlanma gördüm. Önce bir ak güvercin çıktı. Devin üstünde uçmaya başladı. Buna dev çok kızdı. Yalnızca bulutlarını sıkmakla yetinebiliyordu artık. Sular çoğalmaya, tanıdıklarım daha da zor duruma düşmeye başlamışlardı. Derken ak güvercin maviliklere doğru yükseldi, gözden kayboldu. Bir zaman sonra da ortalığı insanın içine işleyen bir sıcaklık ve aydınlık kaplamaya başladı. Bir ara devin bağırmaya başladığını gördüm...  

Dev sıcaklığa dayanamıyor, eriyordu... Bağırıyordu ki...’ 

Ya sonra kızım...’  

Uyandırdın, ne vardı kaldırmasaydın beni de...’ 

Baktım, Mazhar, annemin az ilerisinde duruyor ve beni izliyordu. Düşümü dinlemiş ve kendine has tavrıyla gülmeye başlamıştı. Kızdım. Dilimi çıkarıp uzattım, annem giyinmeme yardım ederken ona bağırdım:  

Ne gülüyorsun,’ dedim, ‘şapşal, suratlı?’  

Düşüne gülüyorum,’ dedi. ‘Ruşen Hakkı Amca’nın ‘ırmak’ öyküsünün etkisinde kaldığını gösteriyor bana kalırsa.’  

Söylediğini duymamış gibi yaptım ve kendi kendime ‘Bunu babama anlatmalıyım,’ dedim.  

Sonra anneme döndüm, niyetimi anlamış gibi baktı ve: 

Şimdi olmaz kızım,’ dedi, ‘baban uyuyor, sonra anlatırsın.’ 

Mazhar’la birlikte, kahvaltı için masaya oturduk, annem oturmadı. Buna anlam veremedim o zaman, ‘babamla yiyecek...’ diye geçirdim içimden o an. 

* * * 

Düşümün etkisindeydim hâlâ. 

Mazhar’ın dediği gibi olabilirdi belki ama olsundu, yine de babama anlatmalıydım. O gün okul bana ilk defa sıkıcı geldi. Paydos saatini iple çektim. Beklediğim an geldiğinde içim içime sığmadı. Mazhar’ı unutarak fırladım sınıftan. Bunu da ilk kez yapıyordum... Seslenişini hiç duymadım, duymazlıktan geldim daha doğrusu. Umutla dış kapıya koştum. Bekledim bir süre, öğlenciler, öğretmenler okula geldi... Derken, kapıdaki satıcıların bir kısmı gitmeye başladı ama babam yoktu, gelmemişti...  

Yüreğimin burkulduğunu, içimin daraldığını hissettim, gözlerim doldu. Yutkundum istemeden bir kaç kez. Üç yıldır kesintisiz bu kapıda karşılaştığım babam, can babam bugün yoktu. Neden gelmediğini düşünemedim, hasta ya da işi olabilirdi ama hiçbir nedeni kabullenmiyordum belki. Çünkü hiç böyle olmamıştı.  

Onun, bugüne kadarki karşılaşmalarımızda bana sürekli söylediklerini fazlasıyla anımsadım o anda:  

Doğru eve, anneni üzme olur mu Gül’üm.’  

Ama kendisi beni üzmüştü... Çok ama çok... Caddelerden bir yılan gibi kaydım, arabaların ve kalabalığın arasından eve doğru.  

Annem kapıda duruyordu. Gülüyordu her zamanki gibi. Davranışı bir garipti. Davranışı hiç de doğal değildi. Geciktiğim zaman şakadan da olsa bana çatardı ama bugün öyle yapmadı. Garipsedim biraz. Kuşkum giderek çoğaldı. Evimize girdik. İlk ben konuştum.  

Babam?!’ dedim.  

Dedenlere gitti...’ diye yanıtladı. Yere bakıyordu ama. Oysa gözlerime bakarak konuşurdu her zaman. Bu sevdiğim ve kendisinin de önemsediği alışkanlığını aniden unutmuş olması mümkün değildi. Sustum.  

Akşam yemeğini yalnız yedim. Annemin durgunluğu, dalgınlığı giderek artıyordu. Tedirgindi de üstelik. İkide bir sigara yakıyordu. Babamın yokluğu... Sofrayı kaldırdım, masayı sildim. Bulaşıkları yıkadım. Yardımıma gelmedi. Oysa o yıkarken yardım etmemi bile engellerdi... Sonra masada ders çalışır gibi yapıp onu izlemeye başladım.  

O sırada kapımız çalındı. Aceleyle koştu kapıya. Odaya girenleri görünce omuzları düştü birden. Başımı önüme eğdim. 

İşçi Ayten Abla, kocası ve babamın iki meslektaşı içeriye girince, annem beni babamın küçük çalışma odasına gönderdi. Buna onu kırmamak için katlandım ve kulağımı kapıya dayadım. Bilse mutlak kızardı bana. İyi olmadığını telkin ederdi ama ne yapayım konuşulan canım babacığımdı. Konuştuklarından tek anladığım ‘babamın okuyor olmasının silaha sarılanlardan daha tehlikeli olduğunun kanıtı...’ tümcesiydi. Bir anda başım döndü. Sandalyeye oturdum. Mahzunlaştım ve onun dediği bir sözü anımsadım: ‘ortalık karıştı, durumlar iyi değil.’ Anneme bir akşam yemeğinden sonra söylemişti bunu. O zaman pek anlayamamıştım hemen hemen ama anlıyorum şimdi. Üzüldüm… Uyumuşum... 

* * * 

Babamın tutuklanmış olması okulumda hiç de iyi karşılanmadı. Bana bakışlar... Sözler... Nasıl desem işte... 

Mutsuzdum artık, bunlardan değil babamla birlikte olmayışıma... Eve Mazhar ile yürüyorum. Şakalaşmalarımız yok artık. O da üzgün benimle...  

Gecekonduların az ilerisinde çok iyi bir evde oturuyorlar. Babası ticaretle uğraşıyor. Beni üzüntümden uzaklaştırmaya çalışıyor hep.  

Canını sıkma.’ dedi.  

Senin babanı götürmediler ama...’ dedim kızarak. 

Erkek adam o, üzülme, olur böyle şeyler.’ dedi övünerek. 

Babana anarşist demiyorlar ama.’ sözüme, karşılık olarak: 

Keşke babam öyle olsaydı.’ dedi iç çekerek. 

Neden?’ dedim.  

Bir kere cesur oluyorlar, sonra silahları var, iyilikseverler.’ 

Babam cesur, iyiliksever ama silahı yok anladın mı?’ diye azarladım.  

Vardır vardır,’ dedi, kendinden eminmiş gibi ‘saklamıştır akıllım senden, annenden.’  

Niçin saklasın şapşal?’ dedim öfkeyle ona.  

Boş boğaz olursunuz da ondan...’ dedi gülerek. 

Yolun karşısına geçtim ve ona nanik yaptım, bağırdım: 

Boş boğaz senin gibi manda suratlıdır şapşaaal!’ 

Babam diyor...’ dedi.  

Babanın ağzı ile konuşmaaa...’ dedim.  

Zorunluyum akıllım.’ dedi usulca.  

Nedenmiş o?’  

Baban gibi olmak istiyorum da...’ dedi yere bakarak. 

Babam gibi mi?’  

Şaşırmıştım.  

Yüksekokullarda öyle olurlarmış, babam diyor...’ dedi. 

Baban okumamış ki...’ dedim ona bağırarak.  

Olsun ama’ dedi, ‘o biliyor işte.’  

Biliyor da, kitap okumana neden karşı?’  

Anarşist olmayım diye, ama ben olacağım bak göreceksin büyüdüğümde...’  

Biliyor musun,’ırmak’ öyküsündeki Veli ile Pınar gibi konuşuyoruz ha. Güldürüyorsun beni ha... ha... ha...’ 

Bak işte güldürdüm seni, gül gül gül her zaman sana çok yakışıyor ha... ha... ha...’  

Katıla katıla güldük birlikte. Sokağın başında ayrıldık. Yokuşu yalnız tırmandı. Kondumuza girdim. Kalbim atıyordu.  

Belki babamı... Ne güzel olurdu... Annem kanatsız kalmıştı çünkü... İçeri girdim, üzgündü. Bir haber almamıştı yine. Benimle ilgilenmedi bile. Yanına okşanmak özlemiyle sokuldum. Kucağına daldım. Önce alnıma bir öpücük kondurdu. Parmaklarıyla saçımı tarar gibi, okşamaya başladı ardından. Eskinin canlılığı yoktu parmak uçlarında. Damdan düşer gibi sordum ona: 

Anarşist kimdir anne?’  

Düşünür gibi sustu bir süre, sonra yanıt verdi:  

Diyelim ki bir ev var, bu ev içindekilerin rahat edecekleri kadar elverişli değil. Yaşanacak bir duruma getirilmesi için yerine bir yenisini koymayı amaçlamayan anarşisttir kızım.’ dedi. Pek anlamadım ama onun doğru söylediğinden emindim, yalan söylemezdi annem. Ekledim: 

Babam öyle biri değil mi?’  

Evet, kızım, evet...’  

Aniden anneme döndüm ve gülerek konuştum: 

Babamın kitaplarına bakalım anne orada buluruz bu kelimenin anlamını haydi...’  

Oturduğu kanepeden kalkmadı. Baktı ve mırıldanır gibi: 

Kitapları da...’ dedi.  

Yatıncaya kadar konuşmadık artık.  

Mazhar’ı bulmalıydım...  

Babam öyle biri değil...  

Evlerine koşuyorum...  

Ev, kale gibi…  

Büyük kapısından giriyorum. Soğuk ve çok odalı evin ağırlığı üstüme çökmüş sanki. Sağlı sollu kapılardan odalara girip çıkıyorum. Odalar karanlık ve soğuk, üstelik sessizler. Odalarda hiç kimse yok.  

Korkmuyorum. Bir zaman sonra sesler işitiyorum. Parmak uçlarıma basarak yürüyorum. Sesler netleşiyor...  

Biri Mazhar’ın sesi, diğeri babasının...  

Öbür sesleri tanımıyorum. Onu dövüyor olmalı. Sesin geldiği kapıya sokuluyorum. Kapı yarı açık, gölgeler görüyorum buradan. Gölgeler kara kara. Konuşmalarını dinliyorum:  

Bu fareler, kediyi nasıl yenip cumhuriyetlerini kuruyorlar lan konuş?’ diyor birinci ses.  

Bu fareler siz, kedi de bu yurdun millisever malcıları mı ha?’ diyor, ikinci ses.  

Peki, arılar kimleri temsil ediyor, Nemrut kimi gösteriyor, şifresi nedir bunların konuş ?’ diyor üçünü ses. 

Şifre mifre yok, onlar birer öykü kahramanı. Öykü okumak...’ diye yanıtlıyor onları Mazhar.  

Benim yanımda da okumuş adamlar var it, onlar senin okuduğun bu saçmalıkları okumuyor. Aşk - macera - din kitapları okuyor. İtaat ediyorlar. Şimdi öt bakalım, seni zehirleyen kim? Bu küçük alabalık vatanımızı, deniz de Rusya’yı mı şifreliyor ha konuş, konuuuş?’ diyor babası, bağıra çağıra. Oğlu olduğunu bilmiyor sanki. Ona yardım etmek için odaya giriyorum, şaşıyorum. Kimsenin beni gördüğü yok... Bir köşeye çekilip bekliyorum. Bu loş odada ki aletleri ilk defa görüyorum. Adamların yüzleri de giysileri gibi kapkara... Mazhar’ın babasını tanıyorum yalnızca. Onu sesinden tanıyorum, kendine has bir sesi var çünkü... Ürkütücü, korkutucu ve bıktırıcı bir sesi var. Mazhar beni görmüyor... Gözleri bağlı... Ellerinden duvara asılı duruyor. Belden yukarısı çıplak... Kulakları, korkudan sesleri tam algılamıyor her hâlde... Aramızda anlaştığımız gibi sesleniyorum usulca, duymuyor, ilgisiz kalıyor hep. Babası bağırdı birden: ‘Çözün şunu, açın gözlerini de nerede olduğunu anlasın... Görsün burayı...’ dedi. Adamlardan biri hem gözbağını hem de ellerini çözdü. Mazhar bir zaman sonra odanın loş ışığına alıştı. Bileklerini ovdu bir süre, sonra bir köşeye çekildi. Diz üstü çöktü. Etrafına baktı uzun uzun...  

Bu ne?’ dedi.  

Sandalyenin elektriklisi...’ diyor birinci ses.  

Ya bu?’ şaşkın şaşkın soruyor.  

Copun elektriklisi...’ diyor ikinci ses.  

Bu... Bu?’  

Fa-la-kaaa..’ diyor üçüncü ses.  

Ya bu?’ diyor, Mazhar korkuyor, belli, ama yanılıyorum korku yok, telaş yok sözünde artık..  

Manyetoooo yavruuuum’ diyor, bir başka ses. 

Bunlarla ne yapacaksınız?’ dedi.  

Canına ot tıkıyacağız...’ dedi ilk ses.  

Neden?’  

Anarşist olacağım diyormuşsun, babanı üzüyormuşsun.’ 

(Bir köşede bizim kitaplar duruyordu üst üste. Onları almak için yanlarına gittim. Kitapları kucağıma alamıyordum bir türlü. Güneşin ışığı gibi elimden kayıyorlardı. O andan sonra korkumu yendim. Beni görmediklerine emin oldum ve kitapların yanı başında durdum.)  

Arkadaşlarınla, yok tütün, yok pamuk, yok tarla işçileri diye örgütler kurarak vatanı bölmeye çalışmışsınız. (Mazhar’ın giderek babama dönüştüğünü gördüm. O babamdı babam! Bağırdım birdenbire, sesim çıkmıyordu...) Zehrini kusmaya başlamışsın hocam. Okulları terör kampı yapmışsınız. Fabrikaları dinlenme yeri. Tarlaları piknik alanı be hocam! İşçilerin semerlerini, haşa haşa, bu ülkenin millisever malcılarının sırtına vurmayı düşünüyordunuz yalan mı? Ekmeğimizi ye, bize düşman ol, yutar mıyız aslanım? Sonra da doğada var dediğiniz fareler cumhuriyeti, yok arılar savaşı, küçük alabalık gibi öykünmelerle zehir kusacaksınız, yutar mıyız?  

Fare her zaman kedinin yemidir, tersi olamaz.  

Burası yedi tepeli şehir, adliye sarayının izbesi burası, bu oda da kafesiniz. Öt yoksa biz adamı iyi öttürürüz ha...’ dedi üçüncü ses.  

Falakaya yatırdılar. Coplar sayısız inmeye başladı tabanlarına. Gözlerimi kapıyorum, kulağıma bir başka ses geliyor o zaman. Açıyorum gözlerimi, babam yok. Dayak yiyen Mazhar... Koşuyorum yanına. Ayaklarını kucaklıyorum onun. Coplar sırtımı acıtmadan onun ayaklarına iniyor. Coplar, değdiği yerleri patlatıyor. Mazhar’ın giderek güçlendiğini hissediyorum.  

Adamlara bakıyorum...  

Adamlarla aramızda ince bir ırmak var...  

Irmağın kaynağı Mazhar, gülüyor.  

Babamın sesini işitiyorum, Mazhar’ın ağzından: 

Kanımızdan oluşan bu ırmak sizi boğacak...’ diyor. 

Adamlar hep bir ağızdan:  

Oyun bu oyun...’ diyorlar, şaşkınlar.  

Bir duvar takviminden yapraklar art arta koptukça ırmağın suyu çoğalıyordu. Adamlar ırmaktan uzaklaşmaya çalıştıkça, ırmak onların önlerini tutuyordu...  

Oyun sananlar boğuldular...  

Diğerlerine: ‘Biz Kızılırmak’ı hep İç Anadolu’da sanırdık, aldanmışız... Biz yaptık siz yapmayın... Acıyın...’ diyerek yalvarıyorlardı.  

Mazhar: ‘Kızılırmak her yerdedir. Geneldeki kuraklığı yenmek için genele yayılacak. Biz bağışlasak, kitaplar bağışlamaz sizi...’ diyordu. Bağıran kara kara adamlar hızlı akan ırmağın sularıyla kitaptan ateş göle doğru sürüklendiler. Çoğu babamın kitaplarıydı... Kitapların kahramanlarını tanıyordum. Hepsi öfkeyle ateşin kıyısında gelenleri bekliyordu. Çoğunu babam bana tanıtmıştı... Tümü de yürekliydi ve babam da... Canım babam o, o da yanıyordu...  

Kitapların içindekiler hayata geçirilmek için kafada kalmalı, raflarda değil...’ diyen babam, bir mum gibi yanıyordu... 

Kızılırmak taştıııı babaaa’ diyerek koşmaya başladım... 

Ben koştukça ona doğru, o benden uzaklaşıyordu Güneş gibi. Gülüyordu. Sıcacıktı Güneş’in ışıkları gibi... Mutluydu sanki öyle gülüyordu...  

Uzaklaşan ses tonuyla tanıdık birinden dizeler söylüyordu ikimize: 

 ben yanmasam

sen yanmasan biz yanmasak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa...  

diyordu.  

İşte böyle Pınar kardeş, düşlerine benzer düşler görüyorum. Çünkü ortak acılarımız. Babamı senin gibi seviyorum. Babam babana benziyor, ben de sana benziyorum belki...  

Bütün güzel insanlar birbirine benzer diyor babam, doğrudur... İnanıyorum buna. Arkadaşım Mazhar da senin Veli arkadaşın gibi yürekli biliyor musun?! Annem annene benziyor, o da babamı özlüyor, seviyor ve onun için üzülüyor, ben de üzülüyorum ama annemi üzmemek için bunu belirtmiyorum, senin belirtmediğin kadar tabii.  

Ne yapabilirim ki...  

Bak annemin sesini duyuyorum yine...’ 

Uyan kızım,’ dedi annem, ‘Uyan... Hadi çabuk ol...’ 

Ne oldu anne, ne var?’ dedim heyecanla... 

Babanı hastaneye kaldırmışlar kızım, kalk ona gidelim... 

Ruşen Amcanın ‘ırmak’ öyküsünün başucumda olduğunu gördü.  

Demek akşam bunu okudun ha...’ dedi beni giyindirirken. Eğildim. Kitabı aldım, yastığımın ucundan. Kapaktaki Pınar’a baktım. Gülümsedim ona. Gözlerini şöyle bir açtı, sevincime katıldı. Sonra tekrar babasını düşünmek için kapadı... Pınarların babaları hep çıkmalılar diye geçirdim içimden... Sonra bütün gücümle bağırdım anneme:  

Kızılırmak taştııı anneciğim, taştı...’ 

Tacim Çiçek
Gercekedebiyat.com

 

 

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)