'Kelebek'in dalga denklemi ve tarihin dalgaları
Fransız asıllı Henri Charriere tarafından 1968 yılında yayımlanan Kelebek (Papillon) romanı, biz 68 kuşağının, hatta 70'ler gençliğinin en çok okuduğu ve beğendiği yapıtlardan biridir. Öyle ki kitap, tutkuyu, sabrı, zekayı ve iradeyi en çarpıcı öğretici biçimleriyle betimleyen öyküsüyle, akıcı, büyüleyici anlatım diliyle 12 Mart ve 12 Eylül zindanlarındaki çoğu devrimciyi olağanüstü etkilemişti. Kitapta anlatılanların haksızlığa uğramış bir insanın başından geçen gerçek olayların bir öyküsü olması, etkileyiciliği daha da güçlendiriyordu. O günlerin büyük haksızlık, hukuksuzluk ve işkencelerle yüklü psikolojik koşullarında, her devrimci bir çok yönden kendini Kelebek'le özdeşleştirebiliyordu. KELEBEK ROMANI NEYİ ANLATIYOR Özetle Kelebek, hiç işlemediği bir suçtan ötürü müebbet kürek cezasına çarptırılan bir mahkûmun özgürlük uğruna inatla, sabırla her yolu deneyerek mutlaka kaçma eylemine odaklanışını temalaştırıyordu. Buna bağlı olarak hak edilen özgürlüğe kavuşmanın derin arzu ve umudundan beslenen tutkuyu, yaratıcılığı, olağanüstü direnci, sabrı ve boyuneğmezliği vurguluyordu. Kuşkusuz söz konusu insani yüksek erdemler, bir çok yenilgiye ve başarısızlığa rağmen, yaşanan her türlü zor koşulda başarıya ulaşmalarının vazgeçilmez anahtarlarıdır. Atlas Okyanusu'nda, Brezilya'nın kuzeydoğusunda bir ada olan Fransız Guyanası'na gönderilen Kelebek, artık tek bir şey için yaşamaya başlar: Firar. Ya, çoğu -hatta bütün- mahkumların çaresiz kaderini oluşturan adada çürüyerek ölüp gitmeyi bekleyecekti, ya da, ölüm riskini de göze alarak, firar edip özgürlüğü seçecekti; o ikincisini seçti. Gerçek ya da meslekten bir yazar olmayan Henri Charriere'in bu kadar akıcı, içten bir üslupla yazması, gerçekten usta bir romandan beklenen kurgu, üslup ve anlatım yeteneği ve ustalığına bir çok romandan daha çok sahip olması, yadırgatıcı bir durum değildir. Aksine bu estetik düzey, birebir yaşanmış gerçekliğin kendisinde, yani içeriğin olağanüstü sarsıcı, etkileyici ve gerilim yüklü doğasında aranmalıdır. Kitap, tüm dünyada ve Fransa'da uzun süreler en çok satan eserlerden biri olmuş, yazarına da büyük başarılar getirmiştir. Çok beğenildiği için daha sonra filmi de çekilmiştir.
Henri Carriere, 'Papillon' KAÇMA GİRİŞİMLERİ Henri Carriere, normal, yasal yollardan kurtuluşun olmadığı adada üç kez kaçma girişiminde bulunur ve her seferinde yakalanır. Hepsinin sonunda da uzun hücre cezalarına çarptırılır. Hücrelerde yaşam ölümcüldür. Bir gün Ada yönetiminin, hücredekilerin de havalandırmaya ve deniz kıyısına çıkabileceği yönündeki bir kararı bütün umutlarını yeniden canlandırır. Kelebek, yeniden deniz kıyısında arayışlara girişir, saatlerce kıyıdaki ve uzak ufuklardaki en küçük bir kıpırtıyı kaçırmadan izler. Tüm umutlarını kaybetme noktasındayken birden dalgaların geliş ve gidiş hareketindeki bir olay dikkatini çeker ve bu gidiş-geliş, iniş-çıkış salınımlarını uzun süre gözlemler. Kıyıya hızla vuran dalgalar aynı hızla geriye dönmekte ve aynı dalga boyu, aynı genlik ve tempoda geldiği yönde ilerlemektedir. Kelebek, bakışını odakladığı herhangi bir dalga tepesinin ufkun en uzak noktasına kadar değişmeden ilerlediğini fark eder. Kahramanımızın ilk aklına gelen şudur: Eğer sal benzeri bir şeyle dalgalar denize geri dönerken tam üstüne atlanırsa, onu açık denizde çok uzaklara götürebilir. Ancak önemli bir sorun vardır. Dalgalar aynı tempoda ve genlikte (yükseklikte) karşı kıyıya, anakaraya kadar devam ediyor mu, yoksa bir süre sonra denizin ortalarında sönümlenip yok mu oluyor? Ya da hangi dalgalar okyanusu aşıp anakaraya ulaşıyor, hangileri ulaşamıyor? Kuşkusuz genliği fazla dalgaların anakaraya ulaşma olasılığı çok daha yüksektir. Yine kahramanımız deneyler yaparak bunu öğrenmeye çalışır. Gelen yüksek dalgalar tam kıyıya çarpıp geri dönerken en yüksek noktasına işaretlenmiş tahta parçaları bırakır. Bakalım tahta parçaları karşı kıyıya ulaşacak mı, yoksa geri mi gelecek? Bazıları geri gelir; bunların küçük dalgalar olduğu anlaşılır. Yüksek dalgalara bırakılanlar ise geri gelmez. Yani anakaraya ulaşmıştır. Yapılaması gereken şey netleşmiştir: Onu deniz üstünde taşıyacak bir sal yapmak ve yüksek bir dalganın kıyıya çarparkenki en yüksek noktasına salı bırakabilmek. Bu ara kendine bir firar arkadaşı bulur ve planını uygulamaya koyar. Düşündüğü ve denediği gibi, iki arkadaş tetikte beklemeye başlarlar, gelen en uygun dalganın en üst noktasına salla birlikte atlayıp kendilerini tempolu geri çekilme hareketine bırakırlar. Bu en yüksek nokta, dalga hareketinin bilinen iniş ve çıkışlarından oluşan ritmik (frekans) hareketiyle karşı kıyıya, anakaraya kadar ilerler. Firariler, günlerce açık denizde içi hindistan cevizi dolu çuvalların üstüne kurulan derme çatma salla yol alırlar ve sonunda kıtaya ulaşırlar. Bu son kaçışla başarıya ulaşmıştır Kelebek. Venezuela'ya sığınır ve ömrünün sonuna kadar orada yaşar, romanını da Venezüela'da kaleme alır. KELEBEK ROMANININ ÖZÜ Beni derinden etkileyen ve bir çok arkadaşıma da önerdiğim Kelebek romanının, geçen elli yılda süzülerek billurlaşan özüne gelmek istiyorum. O özü, dalgadaki doğanın temel fiziksel yasasını zekice bir öngörüyle kavrayan ve ölümcül bir riskle uygulayarak kanıtlayan sabır, zeka, sezgi ve cesaret bileşimi oluşturuyor. Günümüzde de bu anahtar kavramlar ya da erdemler, örgütlü ya da bireysel, zor ve sıkıntılı süreçlerde doğru seçimleri yapabilmenin ve ilerleyebilmenin yol göstericileridir. Ulusal kültürümüzden bir bilgelikle ifade edersek, menzile ulaşmak için doğru zamanda doğru atı seçmek, doğru dalgayı seçmek aynı anlama gelmektedir. İnorganik doğa yasasından organik doğa yasasına, dalgadan ata, atlı toplumsal hayata geçerken kuşkusuz önemli bir boyut farkı oluşur. Zamanında menzile varmak için doğru atı seçmek yetmez; bindiğimiz atı çok iyi yönetmek, zamanında dinlendirmek ve iyi beslemek, bütün bunlar için onun huyunu suyunu, karakterini iyi bilmek gerekir. Bu da asgari bir seyis bilgisi ve sezgisini gerektirir. Seyis deyince akla, ortaçağda temel üretim aracı olan atın eğiticisi, bakıcısı, her yönüyle at yönetme sanatı gelir. At bugünün trenidir, otomobilidir, traktörü ve kamyonudur, tankıdır; uçağın simgesel atası kanatlı at, pegasus, Yunan mitolojisiyle özdeşleştirilir, oysa İskit ve Hun resimlerinde grifon olarak çoktan Orta Asya mitolojisinde ve sanatında yerini almıştır. Bir bakıma ortaçağda zamanın ruhunu at ve insan birlikteliği oluşturuyordu, seyis de bu ruhun simgesel temsilcisi. SEYİS ve SİYASET Bilindiği gibi siyaset seyisten türemedir; sözlüklerde Farsça kökenli görünse de bir Orta Asya kavramıdır. Çünkü, devlet yönetmek sanatı olarak siyasetle, at yönetme olarak seyis arasındaki bağı ancak, atın evcilleştirilmesi dahil hayatın her alanında, koşum takımlarıyla birlikte kullanımını, eğitimini geliştiren ve diğer kavimlere öğreten Türklerdir. Bu anlamda at yönetmekle örgütlü bir yapıyı, “orda”yı, “kamu”yu, sonra devleti yönetmek ve tam zamanında istenilen hedefe ulaşmak arasında çok sıkı bir bağ vardır. Türkler, henüz mekanik ulaşım araçları icat edilmeden, yani yaklaşık yüz yıl öncesine kadar, atla, at sırtında tarihin büyük dalgalarını oluşturuyor, tarihe yön veriyordu. Üstelik, en gelişkin atlı kültürü yaratan Türklerin at merkezli üretim, örgütlenme, devlet kuruculuğu ve savaş sanatındaki başarıları Hunlardan Osmanlılara yaklaşık iki bin yıl dünya tarihinde belirleyici rol oynamalarını sağlamıştır. Gerçekten at, hem önemli bir üretim aracı, hem temel ulaşım aracı olduğu gibi böylece en üstün ve yetkin savaş gücünü de oluşturuyordu. Bu nedenle insanlık tarihini bir çağdan başka bir çağa taşıyan tarihsel dalganın/dalgaların odağındaki güçtür at. Üstelik sadece ekonomiyi ve siyaseti değil, insanın toplumsal ve doğayla ilişkisinden oluşan ruhsal dünyasının şekillenmesini de büyük ölçüde etkiliyordu. Bu gerçek, bizim kültürümüzün bütün genlerinde, kök hücrelerinde, ulusal bilinçaltımızda ve kan dolaşımımızda hâlâ yaşamaktadır; şiirlerimizde, destanlarımızda, türkülerimizde, özdeyişlerimizde, kültürümüzün ve geleneklerimizin her boyutunda at vazgeçilmez bir simgedir, bir öznedir. Bütün bu denizden toplumsala, oradan at sırtına dalgalı muhabbetten muradımız kuşkusuz gevezelik etmek değildir. Ama dalganın sırtına binmekten, dalga sırtında bir maceradan söz edebiliriz. En azından Alaaddin'in uçan halısından daha gerçekçi. Aksine dalga hareketi, tersinden ifade ile frekans/ritm/tempo, maddenin, hayatın, evrenin en emel hareket biçimidir. Dolayısıyla her türlü doğal, toplumsal, insani harketin en temel en bilimsel tarifini verir. O nedenle, Kelebek'in deniz dalgalarını gözlemlemesiyle, bir aydın, devrimci veya siyasinin toplumdaki dalgalanmaları gözlemlemesinin mantığı ve ölçütleri aşağı yukarı aynıdır.
Peki bütün bunlarla bizi geçmişte kalmış atlı kültürümüzün ilişkisi nedir? İşte bu noktada, Türkiye'nin, ulusumuzun maddi ve manevi etkenlerden kaynaklanan, anketlere yansıyan bilinçli ve bilinçaltı tepkilerine, reflekslerine dayanan temel, karakteristik davranış biçimlerini doğru anlamak sorunu gündeme geliyor. Kabaca söylersek bunlar, bugün ulusal kültürümüzün bileşenlerini oluşturan çağdaş ve geleneksel değer ve yargılarının çatışmalı birlikteliğinin yarattığı toplumsal-kültürel dalgalardır. Bir toplum, hangi yöne gideceği konusunda bir belirsizlik, bir kilitlenme, bir nötrleşme yaşıyorsa, yani çağdaş, güncel etkenler bunu sağlayamıyorsa ne yapabilir? Tıpkı sağlıktakine benzer şekilde öncelikle bilime başvurur, ama yetmez, bilimin de (toplumbilim ve tarihin) önerdiği gibi köklere yönelmek, kültürel genetik köklerinden beslenerek kendini yeniden tanımlamak, kök hücrelerle kendini yenilemek zorundadır. İşte atlı kültür dediğimiz, geçmişin, genetik kültürel köklerin anlamı budur. GENETİK KODLARIMIZ O kültürel genetik kodlar, siyasal kaos süreçlerinde kendini mutlaka gösterir. Bugün, muhafazakar ve sahte “millici” zihniyet ile sahte çağdaş Cumhuriyetçi-laik zihniyet arasındaki, iplerin emperyalizmin elinde olduğu yapay ve sahte kamplaşmada, ulusumuz ciddi bir kafa karışıklığı ve şaşkınlık yaşamakla birlikte yavaş yavaş gerçeği de görmeye başlamıştır. Medya ve siyasal partiler üzerinden sürdürülen ve toplumu ayrıştıran, halkı “kırk katır mı, kırk satır mı” seçeneklerine mecbur etmeyi amaçlayan kamplaşma, Atlantik emperyalizminin 1945'lerden sonraki 70 yıldır uyguladığı sömürgeleştirme projesinin bir devamıdır. Türk halkı, geri plandaki düşmanca ve yıkıcı hesapların tam bilgisine ve bilincine sahip olmasa da, sezgileriyle, genlerine işlenmiş yaşam bilgeliğiyle, “küçük Amerika” sürecinin amaç ve sonuçlarını kavramaya başlamıştır. İkidar – ana muhalefet tahterevallisiyle sahneye konan bu sahte kamplaştırma üzerinden halkı gütme oyununa, ulusal devrimci dinamikler, her şeye rağmen, Atatürkçülük ekseninde bütün gücüyle direnmektedir. KAÇIRILAN DEVRİM TRENLERİ Korona salgını ile birlikte dünya gündeminin ön sıralarına yerleşen günümüz gerçekliğinin, hangi tempoyla ve hızla (frekansla) nereye doğru gittiğimizin açıklanması açısından, toplumbilimci ve tarihçilerin, kısa ve uzun dalgalı bir çok analizinden, yorumundan söz edilebilir. Ancak kritik sorun aynen Kelebek'in yaptığı gibi, bizi, öngördüğümüz hedefe toplumcu, eşitlikçi ve paylaşmacı, insanın kendine yabancılaşmadan ve bölünmüşlükten kurtulup insanlaştığı bir geleceğe götürecek dalganın ya da dalgalar bütününün hangileri olduğudur. Böylece toplumsal dinamikleri dalganın bizi karşı kıyıya (kurtuluşa, devrime) ulaştıracak tepe noktasına tam zamanında oturtabilecek öngörüyü, zekayı, iradeyi ve kıvraklığı gösterebilmektir can alıcı sorun. Kapitalizmin egemen olduğu modern çağda, bizim gibi bir çok ulusun tarihinde, ekonomik-toplumsal kriz olguları açısından, toplumu değiştirecek nesnel dinamiklerin bir hayli olgunlaştığı ve devrimci bir dönüşümü gerçekleştirmenin koşulları gündeme gelmiştir. Ne var ki, devrim için olgunlaşmış bu nesnel koşulları değiştirip yeni bir topluma dönüştürecek öznel koşullar hep tayin edici olmuştur. Yani örgütlü bir devrimci iradenin/kurmayın, strateji ve siyasetlerin ve bu görevi yerine getirecek nitelikte ve nicelikte bir kuvvetin yaratılması sağlanamadığı için tarihsel fırsatlar kaçırılmıştır. Ama tarihte denge durumları geçicidir; kaçırılan dönemin sınıflar dengesi olduğu gibi sabitlenip kalmaz, süreç devrimci sınıflar lehine değişmemişse mutlaka gerici sınıfların lehine değişir. Emperyalizm ve egemen sınıflar için bu durum, kendilerini yeniledikleri ve halkı daha sistemli yöntem ve tekniklerle sindirme ve uyutma operasyonlarına hız verdikleri, böylece egemenliklerini daha da güçlendirip meşrulaştırdıkları bir fırsata dönüşür. Örneğin, 1970'lerde olduğu gibi, bir tarihsel dönemin devrim treni kaçırılmışsa, tekrar gelmesi yaklaşık 40-50 yıllık bir dönemi alıyor. 1970'ler trenini kaçıran 27 Mayıs ve 68 kuşağı -ve onun bir devamı 70'ler kuşağı- antiemperyalist ve toplumcu enerjisini birleşik bir kurmay etrafında birleştirme basiretini ve iradesini gösteremediği için, korkarım, yaklaşık 50 yıl sonra, bugün de geçmekte olan devrim trenini kaçırmak tehlikesiyle karşı karşıyadır. 20. yüzyılın büyük devrimci dalgasının estirdiği fırtınadan yelkenlerini doğru kullanmadığı için yararlanamayan ve kaçınılmaz yenilgiyle sonuçlanan deneyimler vardır. Bu deneyim ve başarısızlıklar, bugüne kadar çoğunlukla ekonomist-determinist bir bakışla nesnel koşulların belirleyiciliğine aşırı vurgu yapılarak yorumlanmıştır. Öznel etkenlerin tam yerinde ve zamanında kullanıldığı devrimci iradenin rolü ve belirleyiciliği konusunda ise, Ekim Devrimi, Kemalist Devrim, Küba Devrimi, yakın tarihte Chavez'ın Bolivarcı Sosyalizmi tipik ve öğretici örneklerdir. Ekim Devrim'inden bir kaç gün önce ayaklanmanın gününün belirlenmesinde, Bolşevik Partisi merkez organında, Kamanev ve Zinovyev gibi ciddi muhaliflerin ortaya çıktığı sert tartışmada, devrimi yükselten bütün dalgaları ve karşı devrimin dalgalarını tam bir sanatçı deha kavrayışıyla betimleyen ve devrimin bir sanat olduğuna vurgu yapan Lenin'in şu sözü sosyalistlerin bilincine kazınmıştır: Ayaklanma 7 Kasım'da (25 Ekim) olacaktır, bir gün önce çok erken, bir gün sonra çok geçtir. Evet, devrime götürecek toplumsal dalganın zirvesi 7 Kasım'dır. Burada Lenin, sadece bir teorisyen ve siyasi lider olarak çıkmaz karşımıza; aynı zamanda sezgi ve hayal gücüyle süreci kavrar ve devrimi tam bir estetik/sanatsal olay olarak yaşar. Bilindiği gibi Einstein, bilimsel buluş ve yaratıcılıklarda özellikle bilgi birikiminden çok hayal gücünün rolüne vurgu yapar. Aynı şekilde Atatürk'ün, büyük Taarruz için 26 Ağustos'u, Cumhuriyet için 29 Ekim'i, Halifeliğin kaldırılması için 3 Mart'ı seçmesi, daha sonra alfabe devrimi, Laikliğin Anayasaya konması gibi tarihi atılımlar, toplumsal ve siyasal devrim dalgasının en yüksek olduğu tam zamanında alınan kararlardır.
TARİHSEL TOPLUMSAL DALGALAR DEYİNCE NE ANLIYORUZ? Denizin dalgalarıyla, tarihin dalgaları (frekans, tempo, ritm) arasındaki ilişkiyi biraz daha açalım. Tarihsel-toplumsal dalgalar deyince ne anlıyoruz? Kısaca, toplumu ileriye, gelişme ve özgürleşmeye ya da geriye, çöküşe ve çürümeye doğru hareket ettirme niteliği taşıyan sorunlar bütünü olarak tanımlayabiliriz. Her sorun, yani her toplumsal-siyasal tartışma, çatışma, toplumu geriye-ortaçağa veya ileriye-özgürlük ve eşitliğe götürme özelliğiyle, güçlü ya da zayıf etkileriyle başlı başına bir dalgadır; inişli-çıkışlı hareket eder, fizikteki kuvvet vektörlerinin toplam bileşkesi gibi belli bir yönde ilerler. Dolayısıyla dalganın Bilimsel Sosyalist terminolojideki karşılığı, ulusal-toplumsal mücadelelerin harekete geçiricisi, zembereği, toplumdaki-ileri(ci)-geri(ci) saflaşmasını belirleyen enerji hatlarıdır; sınıfsal nitelikte olan çelişkiler bütünü ya da yumağıdır. Günlük siyaset veya medya diliyle, çerezlik değil ama ciddi anlamda “gündem” oluşturan her olay, her sorun, küçük ya da büyük, gelip geçici ya da kalıcı bir dalga niteliği taşır. Sözünü ettiğimiz dalgalar sadece toplumsal, ekonomik ve siyasal değildir, aynı zamanda kültüreldir; hem maddi hem de manevi niteliktedir. Türkiye'nin son bir yıllık ya da son altı aylık basın, medya ve sosyal medya gündemini incelersek yüzlerce sorun, tartışma gündemi olduğunu görürüz. Kuşkusuz bunları önceliklerine göre sıralayıp sadeleştirmek gerekir. Siyaset yapmak ve bütün toplumu belli temel sorunlar etrafına birleştirmek ve çözüm üretmek açısından bu zorunludur. Günlük siyaset dilinde “dalga” kavramına karşılık gelen en yakın ifade “halkın/seçmenin nabzı”dır. Ancak bu, seçim sandığı odaklı, halkın, büyük ölçüde egemen sistem tarafından yönlendirilen -gerçek çıkarlarını içermekten uzak- eğilim ve günlük talepleriyle sınırlı içeriğe sahip, sığ bir kavramdır. Toplumun geleceğini belirleyen temel ve kalıcı sorunlar niteliğine sahip değildirler. Oysa, söz konusu tarihsel dalgalar, ulusal ve toplumsal çelişmeleri bütün derinliği ve tarihsel boyutlarıyla kucaklar. Temel ve uzun erimli/stratejik çözümleri içerir. Özetle, ancak köklü, devrimci bir değişim ve dönüşümle çözülebilecek sorunların yarattığı, genliği büyük, uzun erimli dalgalardır bunlar. Onları iyi kavrayabilmek için buzdağının altını, dip akıntıları sezmek, bilmek gerekir. Ulusları/toplumları harekete geçirecek büyük dalgalar, aynı zamanda büyük nehir akıntılarına benzer. “Derin nehirler durgun akar” özdeyişi tam da bunu anlatır. Mihail Şolohov'un “Ve Durgun Akardı Don” romanı, Ekim Devimi'nin Kazak toplumunda yarattığı fırtınalı altüst oluşla Don nehrinin kendi yatağında sakin ve durgun sonsuz akışı arasındaki diyalektik ilişkiyi simgeler. Tarihin akışı da derin nehirlerin ya da okyanusların yanıltıcı, aldatıcı durgunluğuna benzer. Tarihin akışını belirleyen büyük milletler de böyledir. Yüzeydeki sakinlik, geçici ve yanıltıcıdır. Bütün marifet, bu engin sakinliğin ve durgunluğun altındaki patlamaya hazır enerjiyi, görünüşteki geçiciliği ve yanıltıcılığı, mutlaka gelmekte/gelecek olan fırtınayı sezebilmekte, öngörebilmektedir. Yakında yükselecek fırtına ve dalganın zamanını, büyüklüğünü vb saptayabilmek ve dalganın yönüne göre gemiyi uyumlu hale getirip korunabilmek kaptan için yaşamsaldır. Bunu bütün denizciler çok iyi bilir. Tarihsel-toplumsal dalgalara uyarladığımızda sorun, o büyük dalgayla aynı frekansa, ritme sahip bir öznel iradenin, parti strateji ve siyasetinin yaratılmasıdır ya da uyumlu hale getirilmesidir. Böylece siyasetin ritmi, kalp atışı ve melodisiyle ulusun temel eğilim ve yönelim dalgasının/dalgalarının ritmi örtüşmüş oluyor. Başka deyişle, kitlelerin kendiliğinden, maddi ve manevi talepleri, eğilimi, eylemli yönelimi ve temposuyla, öncü parti ve güçlerin devrimci iradeyi hayata geçirme ve kitleleri aydınlatma, yol gösterme iradesini ve temposunu uyumlulaştırmaktır esas sorun. Evet, Türkiye'de yurtsever devrimci birleşik dalgayı yakalamada, daha doğrusu 2007-8 ve daha sonraki Atatürkçü-Cumhuriyetçi eylemlerde kendini ortaya koyan kendiliğinden kitlesel dalgayla ulusal öncü kuvvetlerin dalgasını birleştirme çabasında büyük sorunlar yaşandı ve hâlâ yaşanıyor. Nasıl bir gelecek, nasıl bir program ve stratejinin yanıtı aşağı yukarı verilmiştir aslında; o hedefe varmak için yapılması gerekenler de teorik olarak belli. Sorun, somut, canlı özgün siyaset, taktik ve yöntemlerle bunları ete-kemiğe büründürmek, kitlelerde maddi bir kuvvete dönüştürmektir. ATATÜRKÇÜ KİTLE ve TAŞIYICI DALGA Kelebek'i günümüzün bilge bir siyasetçisi olarak hayal edelim ve gerçekliği onun gözü ve zekasıyla gözlemlemeye çalışalım. Önce şunu söyleyebiliriz: Yaklaşık yüz yıldır sosyalistler, devrimciler, Türkiye'yi karşı kıyıya götürecek temel ya da dip dalgalarını (temel çelişmeler) teorik olarak biliyor. En azından bu kadar deneyimden ve bilgi birikiminden sonra ben öyle farz ediyorum. Sorun, çağ, dünya ve Türkiye denizinin yüzeyinde oluşan, güncel bir çok dalganın içinde bizi hedefe taşıyacak doğru dalga ya da dalgalar manzumesini doğru zamanda görebilmektir. Çünkü ülkemizin yaşadığı ulusal ve toplumsal-insani sorunlar yumağında tek bir dalganın/sorunun, yalnız başına diğer sorunları da peşinden sürükleyecek enerjisi yok gibi görünüyor. Bu nedenle, toplumu, halkın ezici çoğunluğunu harekete geçirecek büyük enerjiyi, örneğin sadece ulusal çelişkinin yarattığı tek bir dalgayla yaratmak mümkün görünmüyor. Titreşim genliği ve menzili çok yüksek büyük bir dalga, daha doğrusu dalgalar bileşimi yaratmak zorunludur. Tıpkı milyarlarca ışık fotonunun (dalgalarının) bileşiminden oluşan lazer enerjisi gibi. O nedenle buna, toplumun birincil ve temel gündemini oluşturan içsel, toplumsal öncelikli sorunları da eklemek gerekiyor. Örneğin, Atatürkçü, vatansever kitlelerin bölücülüğe ve teröre karşı mücadelesi, korona günlerinde çok daha belirginleşen, ekonomik özveriyi paylaşmada yaşanan adaletsizliklere, işsizlik, açlık, sefalet, adam kayırmacılık, hukuksuzluklara, hepsinin ortak paydası Atatürkçü Cumhuriyet ilkelerine karşı devam eden yıkıcılığa ve toplumu kamplaştıran söylem ve siyasetlere karşı tepki ile birleşmek zorundadır. Çünkü, içeride adalet ve barış sağlanmadan dış saldırılara karşı sağlam, kararlı ve uzun süreli bir birlik beraberlik oluşturulamaz. Bu tavır, tutarlı ve kararlı olmak için, İhvancı AKP çizgisiyle özünde aynı olan Atlantikçi, neoliberal CHP yönemini de -CHP tabanındaki Atatürkçü kitleyi değil- karşısına almak zorundadır. Ancak böylece toplumun büyük çoğunluğunu kucaklayan, gerçekten Kemalist Devrimi tamamlamayı amaçlayan kitlesel ve siyasal bir dalga yaratılabilir. Siyaseten kirli, ahlaksızca ve düzenbazca manevralarla, sahte, ikiyüzlü Atatürkçülük gösterileriyle devlet, iktidar ve siyasal parti yönetimlerinden aşağılara sürülen samimi, namuslu vatansever Atatürkçü kitle bugün, Attilla İlhan'ın çok yerinde deyişiyle, Türkiye'nin en büyük, en etkili dip dalgasıdır. Kuşkusuz her kitlesel dalga hareketi bilinç geriliği, yanılgılar ve kısa vadeli siyaset cambazlarının aleti olma, oyununa gelme ve kirlenme zaafıyla maluldür. Ama beslendiği tarihsel-toplumsal kaynak çok güçlü ve durgun bir nehir gibi derin olduğu için kendini yeniler, duruluğunu korur ve hatalarını düzeltir. Yeter ki, halkın geri taleplerini ve İslamı kullanan, sahte Atatürkçülük ve sahte vatanseverlik yapan gericiliğin kuyruğuna takılmadan Türk halkının sağduyusuna, “çarıklı erkan” bilgeliğine ve uzun vadede doğru rotayı belirleyeceğine yürekten inanalım. Kuşkusuz bütün bunları teorik düzeyde doğru saptamak yetmez. Örneğin bendeniz, geçmiş deneyimlerim ve fikri birikimime dayanarak söyleyebiliyorum bunları. Yaşamı, toplumu değiştirmek ise, öncelikle doğrudan eylemli olarak sürecin içinde en önünde yer almayı gerektirir; yani Mustafa Kemal'in yaptığı gibi pratiktir, eylemdir belirleyici olan. Devam edersek, kitlelerin talepleri, tepkileri biçiminde ortaya çıkan ulusal ve toplumsal çelişkilerden oluşan söz konusu dalgalar, öznel çabanın de çok önemli bir rolü olsa da, genelde nesneldir, kendiliğindendir. Kanımca öngörü yeteneği, zeka ve ustalık, bu büyük dalganın en tepesinde konumlanıp orada durabilmektedir. Durulan yerin anlamı, gerek ideolojik ve siyasal, gerekse örgütsel ya da parti olarak beklenen devrimci atılıma ve değişikliğe kumanda etmek, kurmaylık yapmaktır. Günümüzde kurmaylığın duyarlı-etkin merkezi medyaya, sosyal medyaya kaysa da, -ki böyle bir yanılgıya düşenler var- bu alanlarda üretilen büyük yalanlar ve sahtelikler dikkate alındığında devrimci fikirler kuma salınmış su gibi kısa sürede yok olup gidebiliyor. Sonuçta yine emekçi kitlelerle birebir, paylaşmalı, ortak eylemli, can ve gönül birliğine dayanan, canlı-organik ilişki ve bu pratik içinden yaratılacak öncülük tayin ediciliğini koruyor. Aksi taktirde, medya düzleminden yapılan propaganda söylemleri ne kadar devimci olursa olsun, toplumsal yaşamda somut, canlı bir karşılığı yoksa, sonuçta çok fazla bir anlam taşımaz.
HİÇ BİR ŞEY NET DEĞİL Saadedin saadedine gelirsek: 21. yüzyılın 20. yılında dünya ve Türkiye gerçekliğinde, bundan kırk-elli yıl öncesinin devrimci ideolojisi ve programı özünde değişmemekle birlikte, propaganda, örgütlenme, siyaset ve taktik biçim ve yöntemleri çok önemli değişimler geçirmiştir. Başka deyişle, doğru ideoloji-strateji ile doğru siyaset-taktik denklemini kurmadan, doğru dalgayı yakalamak ve onunla uyum sağlamak, çıkışa-çözüme, devrime ilerlemek zordur. Ülkemiz bugün fırtınalı, büyük dalgaların çarpıştığı, bunun sonucu tehlikeli kaos ve girdapların oluştuğu bir denize benzemektedir. Nereden bakarsak bakalım, bütün kuvvet bileşenlerini hesapladığımızda gelişmenin yönü net olarak gözükmemektedir. Başka deyişle, at izi it izine; gerçek Atatürkçü ve vatanseverler sahtelerine; alçak ve hain, namuslu ve dürüste, yalan ve sahte hakiki olana karışmış durumdadır. Bu puslu havada itin bile yeni bir şey yakaladığını sanarak kendi kuyruğunu ısırdığı kısır bir döngü yaşanmaktadır. Yaşanan bu süreçte, Türk Devriminin gerçek dost ve düşmanlarının, kısa vadeli, güncel, yanıltıcı dalgalardan, aceleci, ufuksuz hesaplardan uzak, basiretli, stratejik ve sağduyulu bir perspektifle ele alınması yaşamsal önemdedir. Değilse, devrimin dalgasına biniyoruz derken, karşıdevrimin dalgasına binmek gibi büyük hatalara düşmek, milleti birleştireceğiz derken onu bölen siyasetlerin değirmenine su taşımak gibi büyük yanılgılara düşmek mümkündür. Bir kez yanlış dalgaya oynamak denizin ortasında boğulmak demektir. Nehrin ortasında at değiştirmek ne kadar yanlış ve affedilmezse, tarih denizinin ortasında dalga değiştirmek de o kadar affedilmez ve ölümcüldür. Mehmet Ulusoy HENRİ CARRİERE KİMDİR? Henri Charrière (d. 16 Kasım 1906, Ardèche - ö. 29 Temmuz 1973, Madrid), Fransız yazardır. "Papillon" (Kelebek) isimli kitabı ile ünlüdür. HENRİ CARRİERE'İN HAYATI 1906'da Fransa'nın Ardeche şehrinde doğmuştur.Annesi 10 yaşındayken ölmüş, çocukluğu iki kız kardeşiyle öğretmen olan babasının yanında geçmiştir. 1923 yılında 17 yaşındayken Fransız Deniz Kuvvetleri'ne yazılmış, burada 2 yıl çalışmıştır.Buradan ayrıldıktan sonra Paris'te suç örgütlerine katılmış, yasa dışı işler yapmaya başlamıştır. HENRİ CARRİERE'İN MAHKÛMİYETİ 26 Ekim 1931 yılında Paris'te cinayet suçundan tutuklanmış, bu suçtan Fransız Guyanası'nda ömür boyu kürek mahkûmiyetine çarptırılmıştır ve 13 yıllık kaçış mücadelelerinden sonra özgürlüğüne kavuşmuştur. Daha sonra Venezuela vatandaşı olmuş, orada da tüm mahkûmiyet hikâyesini kendi lakabını taşıyan "Kelebek" adlı kitapta yazmıştır. Banko adlı kitabında da özgürlüğe kavuştuktan sonraki yaşamını anlatmıştır. 13 yıllık kaçışını anlattığı kitabı Papillon, Türkiye'de e Yayınları tarafından Aydil Balta'nın çevirisiyle, Kelebek adıyla 1969 yılında yayımlanmıştır. Yine aynı kitap, 1973 yılında Franklin J. Schaffner'in yönettiği ve Steve McQueen'in başrolünü oynadığı, Papillon isimli filme çekilmiştir.
Gerçek edebiyat
YORUMLAR