Kediler ölümü düşünür mü? / Yelda Karataş
Gördüğüm her imha kampında ömrüm boyunca yüreğime kezzap atılmış gibi beni paramparça eden, çocukların mektuplarıydı.
Istırabının anlaşılmasını talep eden bir canlı kadar yalnız kim olabilir! Bir kedim var. Özellikle akşamüzerleri batan güne uzun uzun bakmayı seviyor. Ne düşünüyor o alaca maviliğe karşı sırtı dik dururken bilmiyorum. Ama sanki o dinginliğin içinde bir varoluş sezgisi yaşadığını hissediyorum. O da hissediyor. İkimiz de hissediyoruz. Bir belgeselde, yunuslar, boynuna ip dolanmış deniz kaplumbağasını kurtarmak için, onu balıkçı teknesine yönlendiriyorlardı. Acımadan balık avlayan insan soyunun, o canlının boynundaki ipi koparacağını hissediyorlardı ne tuhaf! Teknedekiler boynundaki ipi kesip kaplumbağayı denize saldıklarında sevinci büyük oldu hepsinin. Ölüme karşı direnmenin sevinci sardı denizi, insanı, Yunusları ve kaplumbağayı. Ölüme ‘dur’ denmişti! Var olmak ölmemek değil, bunu biliyorsunuzdur kuşkusuz. Ölmek de yok olmak değil. Yasemin ağaçları kesilince kokusu nasıl yıllarca tütüyorsa bir hayalet olarak öyle işte dirim. Bir çığlık, bir gözyaşı, bir ninni… kalıyor geriye. Natzweiler - Struthof Toplama Kampı’nda yaşananları gördüğümde, ne yapacağımı şaşırmıştım bir insan olarak. Oradan geriye kalanlar; ayakkabılar, dişler, giysiler, tutanaklar… kamp komutanının mahkeme savunması, ‘ben masumum sadece emirleri uyguluyordum’ diyen. Gördüğüm her imha kampında ömrüm boyunca yüreğime kezzap atılmış gibi beni paramparça eden, çocukların mektuplarıydı. Ölüme gideceklerini hisseden çocukların. Körpecik yüreklerinden umudu söküp atmayı başaramayan o masumların. Boynuna ip dolanmış kaplumbağalar gibi yapayalnızdılar dünyanın ortasında. Yunuslar da yoktu. İnsanlar mı? Neredeydiler, kim bilir! Kedileri ne zaman izlesem batan güne karşı ölümü düşünüyorlar mı diye merak ederim. Tıpkı yetişkinlere bakarken çocukların iri ela gözlerinde oluşan o kederli korkunun anlamını merak ettiğim gibi. Onlar gibi bakıyor batan güne karşı kediler de. Ölümü düşünebildiklerine dair ilk şüphem ve umudum böyle başladı. Ne diyeceğimi bilemedim. Acı, tartılamaz ve taşınamaz hale gelince, susuyor insan, bu suskunluk her canlı soyunun da en büyük çığlığı, bakışlarından fışkıran. Kaplumbağa öyle bakıyordu balıkçılara. Istırabının anlaşılmasını talep eden bir canlı kadar yalnız kim olabilir! “Auschwitz'den sonra şiir yazmak barbarlıktır” diyen Adorno daha sonra, "İşkence görenlerin ne kadar haykırma hakkı varsa, daimi ıstırap içinde olanların da o kadar ifade hakkı vardır." demiş. Her iki cümlesi de haklı. Ne acı! Zulüm, gün batımları gibi kendini sürekli hatırlatıyor çünkü. Çocukların bakışları, kedilerin duruşu, her şey tanıklığını sürdürüyor acının. Bir gün olsun barış yüzü görmemiş Ortadoğu’ da ‘Acının Coğrafyası’ ve ‘Acının Tarihi’ hiç susmuyor. Diaries of Hope da (Umut Günlükleri) bu seslerden biri: “Preisner’in Holokost’un anısına bestelediği ilk müzik ‘Diaries of Hope bir film müziği değil; ‘bu çalışmada ağıt dâhil değişik müzik türlerini bir araya getirdim, zaten bu şekilde çalışmayı seviyorum. Yıllar önce dostum Kieslowski ile Kudüs Film Festivali’ne gitmiştik. Orada gezdiğimiz Yad Vashem Müzesi’ndeki bir sergi, bizi çok etkiledi. “İkinci Dünya Savaşı sırasında ölen 1,5 milyon Yahudi çocuğa adanan bu sergide gördüğümüz Dawid Rubinowicz ve Rutka Laskier adlı iki Polonyalı çocuğa ait günlükler ile yine Polonyalı Abram Koplowicz ve Abram Cytryn’in şiirleri içimizi acıttı. Biri hayallerinden söz ederken diğeri onları sadece ölümün beklediğinden söz ediyordu ama yine de umut doluydular. “O zaman Kieslowski bana ‘Bu olayların unutulmaması gerekir, bunun için bir müzik yap’ dedi. İşte ‘Diaries of Hope’, orada hissettiklerimin bir yansıması... Ancak iki sene önce yazabildim bu müziği. Daha güçlü ve umutlu olmak için… Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin bu tür acılar unutulmuyor. Tarihi iyi anlamalı ve ders çıkartmalıyız.” Preisner’in sözleri kalbimden hiç çıkmayacak. O çocuklardan sorumluyduk biz. Tıpkı şimdi Gazze’de umutsuzluk günlükleri yazan çocuklardan sorumlu olduğumuz gibi. Size insanlık dersi falan vermeyi düşünmüyorum Sayın Binyamin. 21. Yüzyılın acılarından yeterince payını almış bir hayatınız var. Sadece merak ediyorum, o hayatın içinde kedim gibi uzaklara bakarken, ölümü nasıl düşlüyorsunuz? Çocukların ölümlerini diyorum Sayın Binyamin. Uykusuz gecelerinize rağmen, zulmü yaşatmayı nasıl sürdürüyor kalbiniz? Hayaletlerin ruhu hiç mi çalmıyor kapınızı? Kardeşinizin ölümüne duyduğunuz acının hatırası, hiç tanımadığınız Yahudi Abram Cytryn’in şiirleşmiş çığlıklarını çağırıyor mu yüreğinizin derinliklerine? Ya da bombalarla parçalanmış Filistinli bebek Süleyman’ın bir daha nefes alamayacak göğsünden çıkan son hırıltının kesik yakarışlarını? Neyin zaferi bu diye düşündüğünüzde ‘Deontolojik Etik’ nasıl bir yol gösteriyor size Sayın Binyamin? “Komşularınızı kendiniz gibi seviniz” sözlerinin hiç mi yeri yok inancınızın bir yerinde? Hissettikleriniz, bu dünyadaki felaketleri engelleyemez diye düşünüyorsunuz belki de ama en azından sizi değiştirir. Aklınızı başınızdan çok yüreğinizde taşırsanız; belki de bir çocuğun gözyaşının tek damlasına değmeyecek o zaferlere karşı kirpiğinizden bir damla yaş düşer kendi çocukluğunuz adına bu coğrafyaya belli mi olur. Belki, sevgiye dair bir başka alfabenin frekansını duyarsınız; insandan umut kesilmez. Bir gün bir kediye merhamet dolu yüreğinizin konumunu atarsanız, yaşamanın ve yaşatmanın yolunu mutlaka bulur, Yunuslar gibi. Ama hangi konumdasınız ki hiçbir çocuğun masum kalbi bulamıyor sizi. Sayın Binyamin, siz nasıl bir mektup yazardınız o çocuklara, bilmiyorum. Nasıl bir çözüm önerirdiniz onlara kedilerin baktıkları yöne bakarken boyunlarına dolanmış ölüm ipine dair bilmiyorum. Bir gün düşünürseniz eğer, o satırları, Philadelphia aksanıyla İngilizce yazmayın ne olur. Yelda Karataş Gercekedebiyat.com
YORUMLAR