Kadro Dergisi'ni edebiyatçılar çıkarıyordu / M. Tanju Akad
1930’ların başında Cumhuriyetin karşı-devrimini ilk sezenler ve tepki verenler yazarlar, edebiyatçılar olmuştu…
İnsanların içinde yaşadıkları çağı farklı yorumladıkları çok sık görülen bir durumdur. Tarih düz bir çizgide gitmiyor. “Artık aydınlanmış bir döneme girdik, bundan geri dönüş olmaz, ancak daha ileri giderken sorun yaşarız” denilen bir ortamda, aniden en azgın gericilikle yüz yüze kalıyorsunuz. Uygarlık olarak düşündüğünüz her şey toplama kamplarında ya da düzmece mahkemelerle atıldığınız zindanlarda eriyip gidiyor, o da şanslıysanız. Ne yazık ki tarihteki ileri adımlar toplumların geneli tarafından hazmedilemiyor ve bu nedenle her devrim ancak -kısa ya da uzatılmış ve karmaşık- bir karşı devrim sürecinden geçtikten sonradır ki toplumlar yeni dengelere ulaşıyor. Ama böyle lafları ederken dikkat etmeli. Kimileri tarafından “ilerleme” olarak görülen şeyler, diğerleri açısından baskı anlamına gelebiliyor. Fransız Devrimi dünyanın birçok yerinde yeni bir çağın müjdecisi olarak alkışlanırken aristokrasi ve ruhban sınıfını bir tarafa bırakın, devrimden olumlu beklentileri farklı olan sayısız başka kişi için bir kabus ve terör makinesinden başka bir şey değildi. Ayrıca, her ihtilal gerçekten de önce kendi evlatlarını yer. Bu konuda en aç olan Rus ihtilali idi. Büyük Rus milliyetçiliğinin düşman addettiği on milyonlarca kişiyi imha etti. Bunlar arasında en kalabalık kesim komünistlerdi…. Ve ihtilal mahkemeleri adalet değil siyasi hesaplaşma içindir, tıpkı karşı-ihtilalin sözde yargılamaları gibi. Siyasi gelişmeler böyle ortamlarda hiç beklenmedik yollara sapar, insanlar birdenbire hiç beklemedikleri durumlarla karşılaşır, en itidalli kişi bile çok keskin kararlar almak zorunda kalabilir. Keza “denge” de çok tehlikeli bir laftır. Her şey hem dengededir hem değildir. Eğer dengede bir toplum ararsak bunu ancak Mısır’daki eski krallık döneminin bir bölümünde bulabiliriz. Değişimsiz birkaç yüzyıl ancak orada var olmuş gibidir. Yoksa, hele günümüzde, her gün yeni bir dengedir ve aynı zamanda değildir (buna hd-hdd desek, “hem dengedir-hem de denge değildir” anlamında… tam da öyle işte). Ne olursa olsun, içinde yaşanılan süreçlerin anlaşılması zordur. Bakın, malum zevat demokrasi geldi, geliyor… yetmez biraz daha gelsin filan derken son derece komplocu ve baskıcı bir rejimin kucağına oturuverdiler. Şimdi ne yapacaklar?Geri dönemeyecekleri için teslimiyetlerini son noktaya kadar sürdürecekler. Bu işin mantığı böyle tek yanlı işler. Gelelim bizim şimdilik sahipleri dağılmış görünen Cumhuriyetimize. Sahiplenenler ne yapacaklarını bilemedi, çünkü güvendikleri dağlara kar yağdı. Anlamadıkları ilk şey, karşı devrimin, öncelikle Cumhuriyetin has kurumları içerisinde örgütlendiğiydi. Has kurumlar 1930’larda da CHP ve bu partiyle iç içe geçmiş sivil-asker bürokrasi idi. Gerici örgütlenme orada ve o zaman başladı, çok hızlı güçlendi. Biz 1930’ların hakim ilişkileri için, komprador işbirlikçi burjuvazi ile büyük toprak sahiplerinin gerici ittifakı derdik. Bu işin sınıfsal yanıydı ama onların giderek (ve 1950 sonrasında Batılı güçlerle birlikte) partiye ve bürokrasiye nasıl hakim olduğunun somut biçimleri ve etkileri üzerinde fazla durmazdık. Muhtemelen doğal gördüğümüz için. Ama aradaki ince ilişkiler son derece önemliydi. Bu ittifak daha 1930’larda Mustafa Kemal’i bile etkisiz kılmıştı. Yanlış anlaşılmasın, o dönemde bunlar Mustafa Kemal’in karşısında açıkça duramazlardı ama onun girişimlerini de engellemeyi başardılar. En başta toprak reformu! Bu olay son derece önemlidir. Eğer Mustafa Kemal 1936 yılında giriştiği toprak reformunu gerçekleştirebilmiş olsaydı o zaman Cumhuriyet bugünkü duruma düşmez, çok daha yaygın bir destekle azgın gericiliğe ve emperyalizme karşı başı dik ayakta dururdu. 1920’ler savaşlar, antlaşmalar, isyanlar, acil reformlar, hay huy içerisinde geçip gitti. Şeyh Sait İsyanı bastırılırken tabii ki bazı şeyler tamamlanamazdı. 1929 dünya bunalımı ise ülkeyi gene büyük sıkıntıya soktu. Sanayileşme doğal olarak ithal ikamesiyle başladı ama daha hızlı ve köklü ilerlemesi için iç pazarın genişlemesi, tarımda verimliliğin ve gelirin artması şarttı. İşte 1936 toprak reformu bunu amaçlıyordu ama o tarihe kadar tutucular parti ve devlet içerisinde Mustafa Kemal’i bile etkisiz kılacak güce erişmişlerdi. Meclis bu tasarıyı reddetti ve Cumhuriyeti büyük sıkıntılara sokacak olan ilk büyük adım atılmış oldu. (Kıta Avrupası ve Japonya 1945 sonrası hızlı gelişimlerini önemli ölçüde toprak reformunun 1950’lerin başına kadar tamamlanmasına borçludur ve Çin de -aynı dönemde değiştirilen- eski toprak yapısıyla bugünkü atılımını yapamazdı). Ülkemize gelince, bizde toprak reformunu destekleyecek bir halk gücü yoktu, sadece devlet içerisindeki reformcu kanadın prestijiyle yapılabilirdi. Ama 1936’ya gelindiğinde çok geç kalınmış, daha çok orta sınıftan destek alan reformcu kanat büyük mülk sahipleri ve işbirlikçi ticaret burjuvazisine dayanan gerici ittifak tarafından etkisizleştirilmişti. Ve bu durum daha 1930’ların başında tespit edilmiş olup, bunu dile getirenler de Kadro dergisi etrafında bir araya gelmiş olan bir avuç yazar ve edebiyatçı idi. * Kadro dergisi 1932 yılının Ocak ayında çıktı ve otuz altı sayı yayınlandı. Derginin genel yayın politikası Türkiye’de (cumhuriyetçi) devrim heyecanını sürdürmek, aksi halde kaçınılmaz hale gelecek batıya teslimiyete karşı bir direniş hattı oluşturmak, bunun özellikle iktisadi gerekleri için girişimleri desteklemek şeklinde özetlenebilir. Bunları yazılardan örneklerle aktarmak çok daha iyi olacaktır. Derginin ruhunu en fazla temsil eden kişi olan Şevket Süreyya Aydemir, çıkış sayısında karamsarlık üzerinde durmaktaydı. “İnkılapçının en büyük kuvveti iyimserlik ve heyecandır” diyordu. Karamsarlığın kadercilik ve isteksizlikle birlikte geldiğini ifade ediyor; karamsarlarının, yani devrim düşmanlarının inkılapçı istek ve ihtirası dejenere ettiğini söylüyordu. Aynı zamanda karamsarların tatminsiz ve değerlerini yitirmiş kişilikleri üzerinde duruyordu. Bugün, aradan tam seksen yıl geçtikten sonra da, birçok başka şeyin yanında olumlu değerlerin korunması aynı derecede önemli bir sorun olarak önümüzde duruyor. Aydemir’in “karamsarlar” olarak nitelediği gerici kesime yönelttiği hücum onların edebiyatları ve felsefeleriyle birlikte dejenere olduğu ve öncelikle inkılap heyecanına kastettikleri şeklindeydi. Bu bir kez gerçekleştikten sonra (Cumhuriyetin) kazandığı bütün siperlerin tek tek terk edileceği şeklinde bir uyarıda bulunuyordu. Bu uyarı ne yazık ki gerçekleşiyor. Korkulan her şey başa geliyor. Cumhuriyetin iç ve dış düşmanları el ele vermiş saldırıyor, kaleler birer birer zaptediliyor. Vedat Nedim Tör ise aynı sayıda "Sömürge Ekonomisinden Ulusal Ekonomiye" konulu yazısında, Türkiye’nin iktisadi zaferlerini gerçekleştiremediği taktirde tekrar emperyalizmin kucağına düşebileceği uyarısını yapmaktaydı – ki bu uyarı sadece on sekiz sene sonra gerçekleşmeye başlayacaktı. Bu arada Yakup Kadri’nin yazılarına da değinmek gerekir. O dünyanın bir dönüşüm döneminin ortasında bulunduğunu ve yeni biçimlerin en başta sanat ve edebiyatta henüz net bir şekilde ortaya çıkmadığını buradaki birçok yazısında tekrarlamıştır. “Bağımlı ve yarı sömürge Türkiye” derken Osmanlıların son dönemini kastetmekle birlikte, bunun zihinlerde hala devam eden bir durgunluğa neden olduğu üzerinde durmaktaydı. 20. yüzyılın başındaki yenileşme hareketleri ve milli edebiyat hareketlerinin bu can çekişmeye henüz son vermediğini, Türk toplumu yaşantısı ve zihniyetiyle birlikte eskiden kopamadığı taktirde köklü bir sanat ve edebiyat hareketini beklemenin boşuna olduğunu ilave ediyor. Aynı yazarlar, aynı konuları derginin diğer sayılarında da işlemeye devam ediyorlar. Şevket Süreyya, devrim heyecanının bir bilinç meselesi olduğunu ve ancak örgütlü bir toplum içerisinde doğup gelişebileceğini ilave ediyor. Vedat Nedim ise dünya bunalımı (büyük 1929 krizi iniş çıkışlarla İkinci Dünya Savaşına kadar sürmüştür) karşısında ekonomik sorunların ancak bağımsız bir politikayla aşılabileceği, liberal politikaların bu krizde işe yaramayacağını söylüyordu. Kadro dergisi, gerek devlet bürokrasisi karşısında, gerekse de mali olarak Mustafa Kemal tarafından desteklenmişti. Kuşkusuz o da reformları sürdürecek yeni bir heyecan dalgası yaratmak ve yeni iktisadi politikaların fikrini olgunlaştırmak üzere bu desteği sağlamıştı. Ne var ki çabalar sonuç vermeyecek ve dergi kısa süre sonra kapanacak, yazarları da dağıtılacaktı! CHP’nin en gerici kanadının hışmına uğrayacak olan Şevket Süreyya Aydemir, müdürü olduğu okuldan emeklilik hakları bile verilmeden uzaklaştırılacak, Yakup Kadri ise “zoraki diplomat” olarak çok uzun bir süre yarı sürgün hayatı yaşayacaktı. Kadro dergilerinin tıpkı basımları geçtiğimiz günlerde çok kaliteli iki ciltte toplanarak yayınlandı. Yakın tarihimizin bir döneminde benzer sıkıntıları yaşayanların neler düşündüklerini izlemek isteyenler kitaplıklarının bir köşesine koymaktan mutluluk duyacaklardır. M. Tanju Akad
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR