Son Dakika



Kur’an'ın “Şuara Sûresi”nde, apaçık bir biçimde, “Şairlere ancak azgınlar uyar” denilmiş olmasına karşın, Hz. Muhammed’in, bir şaire, bizzat şiir ödülü verdiğini söylersek, bu durum kimilerine şaşırtıcı gelebilir...

ncak burada asıl şaşırtıcı olan şu:  Verilen ödül, yüzyıllardan beri Türkiye'de, İstanbul'da korunagelmiş; birçoğumuz bunun bir şiir ödülü olduğunun farkında değiliz! Hatta, konuyu bizlere keyifli bir üslupla hikâye eden üstat tarihçi Reşad Ekrem bile...1 
    Hikâye şöyle:
    İslamiyetin doğuş yıllarında, ünü tüm Arabistan'a yayılmış olan Mekkeli bir şair vardır: Kâab bin Züher. Önceleri, bir putperesttir Kâab. İslam dinine de, onun Peygamberine de karşı çıkar... Peygamber'in aleyhinde ağır bir dille şiirler söyler... Yergi şiirlerinden ötürü, Hz. Muhammed, Kâab'ı lanetler ve kanının dökülmesinin sevap olacağını açıklar. (Şairleri kötüleyen “Şuara Sûresi” bu dönemde inmiş olabilir.) Ancak bir süre sonra Kâab, Peygamber'i yeren şiirlerinden ötürü pişmanlık duyar. Taif Seferi'nin yapıldığı yıl (630), İslam inancını benimser. Peygamber'e sığınarak bu kez ona övgü şiirleri yazmaya başlar. Elli dokuz beyitten oluşan bir kasidesini, Hz. Muhammed'in de bulunduğu bir topluluk önünde okuduğu bilinmektedir... Kâab o kadar güzel okuyordu ki şiirini, Peygamber de bundan etkilendi. “Peygamberimizin nûrundan cihan feyz alır” dizesini okurken, Tanrı'nın Elçisi, şiirin yarattığı coşkuyla, şairi ödüllendirmek istedi ve ödül olarak sırtındaki hırkayı çıkarıp onun omzuna attı! 
    Ödüllü kaside o günden sonra, “Kaside-i Bürde” (Hırka Kasidesi) adıyla söylenir oldu.
    Daha sonra Muaviye bu ödülün peşine düştü: Hırka için şair Kâab'a, on bin dirhem gümüş önerdi. (Dirhem: Aslı “direm.” Araplarda eskiden kullanılan gümüş bir para.) Şair bu öneriyi geri çevirdi. Ancak, söz konusu hırkaya sahip olmak düşüncesi Muaviye'nin gündeminden düşmedi. Gel zaman git zaman, Kâab öldü, “ödül” de onun mirasçılarına geçti. Muaviye, mirasçılardan, yirmi bin dirhem karşılığında hırkayı satın aldı. Böylece şair Kâab'ın ödülü, Emevilerin eline geçmiş oldu. Onlardan da Abbasilere geçti. Önce Bağdat'ta korunuyordu; Hülagü Han Bağdat'a saldırınca, bu kutsal emaneti Mısır'a kaçırıp orada sakladılar. Gün geldi, Mısır'ı Arapların elinden Yavuz Sultan Selim aldı; Yavuz, Mısır'ı almakla da kalmadı, Halifeliği de, kutsal emanetlerin korunmasını da üstlendi. Değerine güç yetmez birçok eşyayla birlikte, Kâab'ın ödülü olan hırka da Osmanlının başkentine getirildi. (O tarihten sonradır ki, Osmanlılar istedikleri kadar İslama hizmet etsin, Arapların kin ve nefretinden kendilerini kurtaramayacaktı, o da ayrı bir konu!) İslam Peygamberi'nin anısı olarak saklanan bu değerli emanet, siyah yünlü bir kumaştan yapılmıştı. Geniş kollu, l,24 metre boyundaydı. Yaşının, bugünkü tarihe göre, 1450 yıl civarında olması gerekiyor... İstanbul'a getirildiğinde hayli örselenmiş
durumdaydı. Sağ ön kısmından küçük bir parçayla, sağ kolunun bir parçası eksikti. 
    Türkler, on altıncı yüzyıldan beri büyük bir dikkat ve özenle koruyacaktı bu kutsal emaneti... Sırmalı birkaç bohçaya sarılı olarak altından bir çekmece içine konulmuş; bu çekmece de ayrıca kat kat sarılarak yine altından bir sandukaya yerleştirilmiştir. Sanduka altın kaplamadır ve dört ayaklı bir sehpa üzerinde “Hırka-i Saadet” odasında, gümüş bir şebeke içinde durur...
        “Hırka-i Saadet”in ilk altın çekmecesini, on altıncı yüzyılda Sultan III. Murat yaptırmıştır. Türk kuyum ustalığının güzel bir örneği olan çekmecenin üzeri zümrütlerle süslüdür. Sultan Abdülaziz, bu çekmeceyi şimdikiyle değiştirdi. Eski çekmece müzede sergilenmekte...
    Osmanlı Sarayı'nın ileri gelenleri, her yıl Ramazan ayının on beşinci günü, “Hırka-i Saadet”i özel bir törenle ziyaret etmeyi gelenek haline getirmişti. 
    İstanbul'da Peygamber'in ikinci bir hırkası daha var: Hırka-i Şerif Camii'nde saklanan ve yine her yıl Ramazan ayında halka gösterilen bu hırka da bir armağandır gerçekte... Hz. Muhammed, kendilerine tutkuyla bağlanmış olan Yemenli Veysel-ül Karanî'ye göndermişti. (Yedinci yüzyılda yaşamış Arap mutasavvıfı Karanî, söylenceye göre âmâ idi ve bir arslanla birlikte dolaşıyordu.) 
    Ramazan ayında “Hırka-i Saadet”i ziyaret geleneği, Yavuz Sultan Selim'den Vahidettin'e kadar sürdürülmüştü... Ramazanın on beşinci gecesi, Padişah, “Hırkai Saadet” odasına gelirdi. Tülbent Ağası, altmış kadar yeni süngerle gümüş taslar içinde gülsuyu getirirdi. Silahtar Ağa bu süngerlerden birkaçını alarak gülsuyuyla ıslatır, Padişaha verir, o da bununla, içinde Hırka-i Saadet sandukası içinde saklanan gümüş şebekeyi silerdi. Padişahın yanındaki Çuhadar Ağa, Rikabdar Ağa, bütün Has Odalılar ellerine birer sünger alıp odada temizlik yaparlardı. Sandukanın altın anahtarı Padişah'ta dururdu. Padişah, sandukayı besmeleyle açardı. Hırka bir bohça içinde, bohça altın çekmecede, çekmece yedi kat bohçaya sarılı... Bunların tümü altından bir sandukada... Yedi ağır işlemeli bohça, inci işlemeli şeritlerle bağlı... Şeritler çözülür, bohçalar açılır, altın çekmece Padişah tarafından besmeleyle açılır; en son bohça da açılarak kutsal emanet ortaya çıkardı.
    Ziyaretin anlamı, hırkanın sağ yakası hizasından öpülmesiydi! Ancak hırkanın kumaşına dudak değdirilmez, üzerine bir tülbent konularak o öpülürdü. O nedenle, bu özel ziyaret için önceden tülbentler getirilirdi. Her ziyaretçi öptüğü tülbenti alır, kutsallık sinmiş bir anı olarak saklardı.
        Devletin, Sarayın, Haremin, Enderun'un ileri gelenleri protokol sırasıyla “Hırkai Saadet”i ziyaret ederlerdi. Bu ziyeret süresince Padişah, sağında Sadrazam, solunda Kızlar Ağası, altın çekmecenin başında dururlardı. Yine bu süre içinde Has Odalı ağalar Kur’an okurlardı. Ziyaretin ardından altın çekmece ve sanduka bizzat Padişahça kilitlenirdi. 
    Sultan II. Mahmut kaldırıncaya kadar, bu ziyaretlerde yapılan bir işlem daha vardı: Hırkanın yakasıyla bir düğmesi gümüş tas içindeki gülsuyuna batırılır, sonra o ıslaklık amberli bir el mangalında kurutulurdu. İçine yaka ile düğme batırılan gülsuyu da yüzlerce, tatlı suyla dolu testiye damla damla dağıtılırdı. Sonra bu su dolu testiler hatırlı kişilere armağan edilirdi. Bu suların şifalı olduğuna inanılır, hastalara, özellikle de felçlilere içirilirdi. Zamanla bazı açıkgözler, testilere doldurdukları çeşme suyuna birkaç damla gülsuyu katarak “Hırka-i Saadet Suyu” diye halka satmaya başlamışlardı. Sultan II. Mahmut bu geleneği kaldırınca, dolandırıcıların geçim yolunu tıkamış oldu. 
    Zaten dönemin dinbazları, ilerici Padişah Sultan Mahmud'u hiç sevmezlerdi. O yılların ünlü imamlarından Aygır İmam, Sultan Mahmut daha tahta çıkar çıkmaz yaftayı yapıştırmıştı: “Gâvur Padişah!” Aygır İmam'sa, gün gelecek tarihte pisboğazlığıyla nam salacaktı. Bir gün iki okka pastırmaya seksen yumurta kırdırarak yemeye başlamıştı. Yedi, yedi, yedi… Son lokmalara doğru dili şişti! Ağzını açamaz, soluk alamaz oldu. Boğularak can verdi!  
   1 (Topkapu Sarayı, R. E. Koçu, İstanbul Ansiklopedisi Kütübhanesi: 2, İstanbul, 1960.)

Necati GÜNGÖR

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM