• Günümüz şiiri, Ataç’tan Cöntürk’e uzanan bir çizgide yer alan “zemin etüdü yapabilen muktedirlerden” yoksun mu dersin? “Kaçak yolcuları görmezden gelebilecek kondüktörlerin bilgeliği nehrin öte yakasını görebilme (!) yetisine ne ölçüde ket vurur, peki? Genç şairler ve onların sahipsizliğine binaen, “adlarına zar atılması eksikliği” de dâhil, tehlike arz eden bir durumla mı yüz yüzeyiz?

– Şiir bireysel, kişiye özel bir etkinliktir. Eleştirel, kuramsal öngörüler bir şairi ne yolundan edebilir, ne de yazma edimine katkı sağlayabilir. Şiir antologyamızın en önemli poetik metinlerinden biri Ahmet Haşim’e aittir, diğeri Orhan Veli’ye. Eleştiri, bir disiplin olarak eleştiri, poetik sürecin haricinde kalmıştır hep. Nurullah Ataç’a rağmen (ki öncü, kurucu bir estettir Ataç), Asım Bezirci’ye, Hüseyin Cöntürk’e rağmen, zemin etüdünü yine şairler yapmıştır. Muktedir doğru bir tabir değil, bence. Zar da kimsenin umurunda değil. Adının şu ya da bu ‘muktedir’ tarafından anılması, ululanması… Kaldı ki 40’lı, 50’li yıllardan daha fazla eleştirmen, daha nitelikli edebiyat düşünürü var bugün: Murat Belge, Orhan Koçak, Necmiye Alpay, Kemal Bek, Hasan Bülent Kahraman, Nurdan Gürbilek, Ramis Dara, Cemil Okyay, Erhan Altan, gençlerden Hasan Turgut, Bilgin Güngör, en gençlerden Sinan Bakır, Kaan Tanyeri… Türk ve dünya şiirine vâkıf, en zor, güç anlaşılır şairleri, kült eserleri dilimize kazandıran, poetik gelgitlerimize içeriden bakan “şair eleştirmen”leri saymıyorum daha.    

• “Çaldım veli mîri malı çaldım” diyen Şeyh Galib’le Pablo Neruda’nın Postacısı arasında bir bağ kurmak da mümkün elbette! Ne ki bu söylem bir yerden sonra şiirde sahipsizlik noktasına getirip bırakmaz mı şiir okurunu? Altında kaynağının anonim olduğu belirtilen kimi benzersiz şarkı ya da türkü sözleri bile içimizde büyük bir boşluğun karşılığı değil midir? İmzasızlığa, giderek sahipsizliğe yolculuk, Orhan Pamuk’un da uzun bir anlatısına vesile olduğu romanı gibi, üslupsuzluğa götüren bir evrimde –malum şiir dil ve elbet dilin sahipliliği ile ilintilidir– bir savrukluğa, bir boşluğa tekabül etmez mi?

–Etki, yeryüzüne ötekinin gözüyle bakmaktır. İmrendiği, örnek aldığı kişinin gölgesiyle yer değiştirmektir. Gördüğü şeyleri tersyüz ederek belleğine, bilinçaltına istiflemektir. Söküklerini, yırtıklarını bir başkasının poetik gereçleriyle onarmaktır. Hizasını, optiğini ona göre ayarlamaktır. Bu, hemen bütün şairler için geçerlidir. Gelgelelim, etkiyle, hiza yoklamayla ilgisi yoktur Şeyh Galib’in. Bir övgüdür, yâd etmedir onunki. Bir nevi adres teyidi.

Yoo, Şeyh Galib’le Neruda’nın Postacısı (ki Antonio Skármeta’nın bir roman kahramanıdır [“Ateşli Sabır”: Ardiente Paciencia, 1985]) arasında hiçbir koşutluk yoktur. Yekten şiirin işleviyle, hemhâl olmaklıkla ilgilidir “Şiir ihtiyacı olanındır” repliği. O, hemen bütün ürünleri Türkçeye çevrilmiş ender şairlerdendir. Türk okuru yakından tanır Neruda’yı. Ç/alıntı umurunda değildir. Aksine, nihaî amacı lâetrî olmaktır da denebilir, anonimleşmek, Halk’a karışmak... Bilirsin; eskiden, Osmanlı döneminde, genç şairler ‘Lâetrî’ imzasıyla şiirler yayımlarlardı. Nakkaşlar, kalemkârlar eserlerine imza koymaktan bile imtina ederlerdi.

Kaygıların beyhude, diyemem sevgili Ahmet. Kendimden örnek vermek de istemem çünkü yıllar evvel “şiir ve yazılarımdan isteyen tırnak içine almadan alıntı yapabilir” dedimdi bir söyleşide. Bana göre, bir şairin kimden, nereden yola çıktığı değil vardığı yer, ortaya koyduğu yapıt önemlidir. Lakin bir insan niye internette, sanal âlemde Can Yücel, Behçet Necatigil ya da Turgut Uyar imzasıyla ‘sahte şiirler’ yazar, anlamak ne mümkün. 

• Şiirin poetikası politikasına ihanet etmez mutlak. Ne ki toplumsal duruş, söylem, ayar çekme biçemleri ister istemez saf şiirin zehrine dönüşmüştür. Denebilirse, şair, iki arada bir derede kalmıştır. Günü geldiğinde iğneyi kendine batıracak bir akrep yılgınlığı barındırıyor bu yüzden. 80’lerde yazılan şiirin bir yerlerde nefesini tüketmesini, dünyanın kendisini sürükleyip getirdiği ve her türden görevciliği lanetleyen (post modern yakıt sağ olsun!) bir kargışla mı açıklamalı, tartışmaya değer bir durum kanımca. Auswitch’ten sonra şiirin hâlâ yazılabilir olması, durumun bir kez daha test edildiği bir turnusol kâğıdı olmasın?

– Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre, modern Türk edebiyatı bir medeniyet kriziyle başlar. Şairler kendilerini toplumsal çalkantıların, İmparatorluğu sarsan olayların, köklü meselelerin tam ortasında bulurlar. Nedir bu köklü meseleler, peki? İslamcılıktır, Milliyetçiliktir, bir de Batıcılık. Doğrusu ya, Çağdaş Türk şiiri, baskın yemiş bir ülkenin, coğrafyanın seyir defteridir. İçine doğduğumuz poetik birikim politikanın şekillendirdiği bir deneyler, arayışlar silsilesidir. Hiç değilse Namık Kemal’den, Tevfik Fikret’ten beri. Türkçenin Sol Anahtarı’nda, “Şair, Aslında Siyasî Bir Figür” başlıklı yazımda enine boyuna eşeledim bu konuyu. Fazladan şu söylenebilir: Bilinir, Mehmet Âkif, Orhan Veli, Sait Faik dâhil, şairler hep ‘yakından’ izlenmiştir. Toplumcu 40 Kuşağı hepten bertaraf edilmiştir. Nâzım Hikmet 60’lı, 70’li yıllara dek dışarıda, sınırda bekletilmiştir. 12 Mart, 12 Eylül, Çorum, Maraş, Sivas, Ankara Garı; yakın tarihimizin Auswitch testleridir. Cinayet remizleri.

“artık çiçek açma zamanıdır taşın/ yüreğinse tedirginlik zamanı”: Ülkemizde Paul Celan’ın bunca sevilmesinin (hem de Romanya’dan, Fransa’dan daha çok!) nedeni budur belki de.

• Şiirini tek bir sözcükle karşılamam istenseydi “Mâverâünnehir” diye karşılık verirdim. Bu büyülü adda yalnızca koca bir bölgenin, önü ardı belirsiz yolculuklar vaat eden coğrafyasından da öte, son noktası konulmamış, o bir türlü tamamlanamayan, demir atmış bir günbatımının makûs duruşu da saklı sanki. Nehrin öte yanına geçmek ‘öte yanına geçme fikrinin’ tamamına ermek değildir çünkü. Bu bir çeşit yatay durumdaki Sisifos söylemi ise Doğu’nun karakterine nasıl da denk düşüyor!

– Mâverâünnehir mi? Şaşırmadım dersem yalan olur, sevgili Ahmet. Bilinir, Mâverâünnehir “nehrin öbür tarafı” demektir. İmgelem dağarımıza Ece Ayhan’ın “Meçhul Öğrenci Anıtı”ndan musallat olmuştur: “Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:/ –Maveraünnehir nereye dökülür?/ En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:/ –Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.”

Mâverâünnehir (Mawarau’n-nahr), Arapların Aşağı Türkistan’a, Ceyhun’la Seyhun arasındaki bölgeye verdikleri isimdir. Ceyhun (Ügüz, Oxus, Amu Derya) ırmağı, uzun yıllar Arap-Türk sınırı olmuştur. Asya istilasına çıkan Emevî orduları Ceyhun’un batısında çakılıp kalmıştır. Cennet Diye Bir Yer’de, “Amu Derya Siyah Akar”da anlattım o yılları. İmlemek istediğin buysa, ulusal sınırları, ‘misak-ı millî’yi ihlal eden ilk ben oldum herhâlde. Hiç değilse Cumhuriyet dönemi şairleri içinde…    

• “Şiirler gömlek değiştirir” diyorsun Koca Ferhad, sonra öğreniyoruz ki şairler de gömlek değiştiriyormuş! Şairler arasındaki bir sonsuz alışverişin de ifadesi olarak okudum bunu ki, belki dövüşmek bile konuya dâhildir! (Sonu kardeşliğe uzanıyorsa neden olmasın!) Ama sen saygıdan, sevgiden ödün vermeden yapıyorsun bu değişimi. Kuşağından örneğin küçük İskender’i, Azer Yaran’ı,  Seyhan Erözçelik’i, Sina Akyol’u dillendirirken sevgiyi; Uyar’dan,  Necatigil’den söz ederken ise saygıyı elden bırakmıyorsun. Şiirin doğasında vahşi bir yan var oysa. Bu çelişik ama kalıcı iç barışın ödenmiş bir bedeli yok mu? Hani –yine aynı metafordan hareketle– suyu geçememek gibi, başarısızlık gibi, baştan almak gibi, yeniden yazmak gibi...

–Hayaller ve hayatlar her zaman birbirine bitişmeyebilir. Asl’olan hayaldir, hayal etmektir. Yahya Kemal “Deniz Türküsü”nde ne diyordu: “Çıktığın yolda, bugün, yelken açık, yapyalnız,/ Gözlerin arkaya çevrilmeyerek, pervâsız,/ Yürü! Hür mâviliğin bittiği son hadde kadar!..// İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar.” Bana göre, son dize, salt onun değil hepimizin varoluşsal macerasının, poetik aktivitesinin fezlekesidir.  

Yahya Kemal öncü, kurucu şairlerimizdendir. Türk dili, onun sayesinde, onun gibi kalemşorlar sayesinde varsıl bir kitaplığa, çeviri külliyatına, renkli, yüksek rakımlı şiir pratiğine sahip bugün. Önemli olan Yahya Kemal, Ahmet Haşim ya da Nâzım Hikmet olmak değil, onlara yakışır olmaktır. Onların yazdığı deryada bir çakıl, çinke taşı olabilmektir. Katre olabilmektir! Benzeri şey Ahmed Arif, Cemal Süreya, Edip Cansever, arkadaş çevremden Azer Yaran, Seyhan Erözçelik ya da küçük İskender için de geçerli.

Türkçenin Sol Anahtarı, Hüseyin Ferhad, YKY 2025

Antr parantez: Gömlek meselesi 2002 tarihlidir. İki kişilik bir restleşme. Sina Akyol Varlık’ta yazmasaydı, unutulur giderdi. “Kybele’nin Üvey Oğlu”nda anlattım onu. Bodrum’da Ölmeme Günü’nde, “sen mi yazacaksın bunu, ben mi” diye bir öneride bulunmuştu İskender. Görev kabul ettim ben de. Ölmeden okusun istedim, zira çok hastaydı.

• “Klişe olmasın diye yazılan şiirin de bir yerden sonra klişeye dönüşmesi tehlikesi” keskin bir gözlem. Mevlânâ Celâleddin’in gök kubbe altında yeni bir söz talebini körükleyen bir gizli edası da yok değil hani. Şiire başlayacak genç kardeşler için ne müşkül bir mâniadır bu. Önce klişeyi yakalayıp var olacaksın, ardından yine onu imha ederek öznel sesini bulacaksın. Bilgiden, görgüden öte farklı bir yetiye gereksinim duyuran bir durum bu. Bir eşitsizlik hâliyle buluşma anının şavkıması gibi. Şiire yüreklenmekle ilgili bir büyük korku ya da tehdit barındırmıyor mu sence de?

– Korkuyu, tehdidi bertaraf etmenin yolu taraf olmaktır. Yola koyulmaktır. Bilinir, müziğin üç açkısından biri sol anahtarıdır, diğerleri do ve fa anahtarları. Sol anahtarı insan sesi frekansına en yakın (tiz, ince) tınıları gösteren simgedir. Şiir de dilimizin, bütün dillerin sol anahtarıdır. Kalite ve güzelliğin ilk, ilksel ölçeği.  

Türkçenin Sol Anahtarı bir deneme kitabıdır. Şiiri baz alan, şiiri odak alan bir yolculuğun seyir defteri. Gelenek, sanılanın aksine, bir ölü deniz değildir. Miadı dolmuş, son kullanma tarihi geçmiş bir bilgi de değil. Bunu ancak okuyarak, künhüne vararak anlar insan. Zaman denilen şey sonsuz bir şimdidir, geçmişe içkin, geleceğe tezhipli bir an’lar toplamı. Şiirin diğer yazınsal türlerden, hiç değilse romandan farkı dilinin döngüsel olmaklığıdır. Zamanaşımına uğramamaklığıdır. Bana göre, deneme, Mehmet H. Doğanın demesiyle denem/e/leştiri, Ahmet İnam’ın tabiriyle edeştiri, şaire en yakın düzyazı türüdür. Şairin çapını, kalibresini açık eder. Gülten Akın’ın, Ahmet Oktay’ın yazdığı, Behçet Necatigil’in Bile/Yazdı’ğı bir tür.    

• Ödeşmenin, yâd etmenin de payı olsa gerek. Kimi şairlere özel parantezler açmışsın çünkü. Behçet Necatigil, Fernando Pessoa, İlhan Berk, Ahmet Telli, Behçet Aysan, Birhan Keskin…

– Her şairin bir efsane kataloğu vardır. İmrendiği, örnek aldığı, hiza yokladığı, omzundan baktığını düşündüğü, ismi anıldığında ceketini iliklediği, üstünü başını düzelttiği yazı (şiir; metin!) insanları. Bunlar akranları, yol arkadaşları da olabilir, bir şekilde şeceresine, ruh atlasına ilişen, bitişen ‘uzak akraba’ kalemşorlar da. Değil midir ki her şair –dili, etnik kökeni, yaşadığı coğrafya ve zaman dilimi ne olursa olsun– poetik edimin, kalkışmanın bir öznesidir. Kerhen ya da sehven kataloğumuza konuşlanırlar. Deneme, bu efsaneler silsilesini açık etmek için bir olanaktır. İçine doğduğumuz kültürel birikimi, deneyler silsilesini soğurmak, kendinin kılmak, poetik soru ve sorunları eşelemek için eşsiz bir düzyazı türü.            

• Şiirin gelenekten yararlanması çok önemli senin için. Divan’ın kapağını asla kapatmamak gerekiyor öncelikle. Açılan kapak Doğu’dan Batı’ya, dünden geleceğe bir köprü ayağı belki de. Rauf Mutluay’ın muhalif şerh düşmesine karşın Turgut Uyar’ın “şeklen geleneksel yapıyla uyum arayışı” tipik bir örnek belki de. Halk edebiyatı ile Divan’ın aynı yatakta akmakta olan iki ırmak olmaklığı ne ölçüde diri tutulabilir, merak ederim. Bu bayrak yarışının nefesini tükettiği, dahası geçmişin yok sayıldığı bir noktada ‘bizim şiirimiz’ kendini ne ölçüde yetim hissedecektir dersin?

–Hiçbir şairin Divan’la bir sorunu yoktur. Uzak durur, tekdüze bulur, o başka bir konu. 30’lu, 40’lı yıllarda hanedan düşmanlığı âdeta Divan edebiyatına, daha çok Divan şiirine indirgenir. Ve Abdülbaki Gölpınarlı’nın Divan Edebiyatı Beyanındadır tebligatı yayımlanır. Tebligat diyorum zira siyasal iktidarın kültür önermelerine koşut, klişelerden mürekkep bir fezlekedir bu. Bir analiz değil fezlekedir, evet. Bir ölüm ilamı. Yapaylık, bezek (süs, tezyinat) düşkünlüğü laftır. Mesele Şiîliktir, Melamîliktir. Tasavvuftur! Daha tuhafı, aynı yıl, 142. Maddeye muhalefetten tutuklanır üstad, bir yıla yakın hapiste kalır. Bunu da “tarihte garip vakalar” hanesine düşmek gerek.  

Devran değişir. Orhan Veli ölür (1950), Nâzım Hikmet Türk vatandaşlığından çıkarılır (1951), İkinci Yeni’nin adı konur (1956), Yerçekimli Karanfil, Galile Denizi, Üvercinka, Dünyanın En Güzel Arabistanı art arda yayımlanırlar (1957-59), Adnan Menderes asılarak idam edilir (1961); adı geçen kitap Abdülbaki Gölpınarlı’ya yapışıp kalır. Argümanlarından vazgeçmesine, birçok şah yapıtı –Fuzulî Divânı, Hüsn ü Aşk, Nedim Divânı, Divân Şiiri (XV-XX. yüzyıl [5 Cilt]), Risâlat al-Nushiyya ve Divân– şiir antologyamıza kazandırmasına rağmen, Divan Edebiyatı Beyanındadır hep dolaşımda kalır. 

Behçet Necatigil’in Divançe’i, Turgut Uyar’ın Divan’ı bu açıdan önemlidir.  

• “Şairlik zor zanaat değildir; ya sen şiire dönüşürsün, ya şiir sana...” dersin. Hoştur, kabulü mümkündür ama bu noktada işi asıl zor olan şiir okurunun durumu değil midir? Onun işi pek mi kolaydır sanki? Bütün bu ‘atraksiyonu’ algılamak ve kabullenmek belli bir birikime de ihtiyaç duyurmuyor mu? Her şair için bir kullanım kılavuzu mu hazırlamalı yoksa? Öznel poetikalara, sonsuz dolaşımdaki imgelere trafik memurluğu edecek bir kılavuz yine şiirin anlam havuzunda boğulup, haz çölünde susuz kalmasıyla eş değil midir?

–  Türkçenin Sol Anahtarı’ndaki yazıların çoğu şairlere, izlerçevreye dönüktür. Örneğin şu paragraf:

Her şiirin zihinsel bir arka planı vardır; şairin yaşamıyla, iç dünyasıyla, etnisitesiyle, yeryüzü hâlleriyle bağlantıları. Gelgelelim her şairin arkasında Arîlere, Sümerlere, İyonlara uzanan bir şairler silsilesi de vardır. İnsanın neliğini, içine doğduğu çağı, tarihsel kültürel coğrafyayı kavramak için bu uzun zincirin halkalarını bilmek zorundadır. Nermi Uygur haklıdır: İnsan için ‘bilinç derinliği’ kadar ‘bilinç genişliği’ de önemlidir. Bu genişlik de uzaklara bakarak kazanılır: Sırf Batı’ya değil, Mısır’a, Mezopotamya’ya, İran’a, Kafkaslara. Daha bir uzaklara: Orta Asya’ya, Hindistan’a, Çin’e!

Şu paragraf da okura dönüktür (meğerki şairin tinsel evrenine sokulmak, onun tuttuğu aynaya bakmak, kıssadan hisse kapmak istiyorduysa):

Şiir nihayet bir ‘sır kapı’dır. İnsanın doğasına, tinsel evrenine açılan bir kapı. Bir cümle kapısı! Hangi coğrafyanın, çağın, medeniyetin ürünü olursa olsun, ne eskir ne de zamanaşımına uğrar. Poetik süreç, toplumsal değişim ve dönüşümlere rağmen tüm zamanlar içre bir seyir izler. Bu yüzden, poetik/politik göndermeler, uzak/yakın hısımlıklar, hasımlıklar, dinsel/mezhepsel anıştırmalar ‘bilgi’ ister, kültürel birikim ister. Okurdan çaba ister!

 • Roland Barthes “Yazının gizemi yaşamın sürekliliği ve, arzulanabilirliği ile de ilintili” der bir makalesinde. “Bir parçacık yazı insanı dünyadan ayırır, yazı çok olursa insanı dünyaya döndürür” diye de sürdürür. Şiir için de geçerli olan bir kıstas bu sanki. Ne ki, insanı dünyadan ayırma noktasında! Şiirin “yaşamı sürekli ve arzulanabilir” kılmasından ziyade, insanı yaşamdan uzaklaştırmaya yönelik bir ivmesi, görevciliği var sanki. Hani hapşırma sırasında gövdenin tüm fonksiyonlarının bir an için durması gibi tıpkı. Gerçekten bunun süreğenliğini mi arzu eder bir şair? Gizliden ölümlülük konumuna saklanmış olan o adı konmamış yaşam arzusu, bir noktada şiirin kendini imhasıyla ilgili bir göstergeye de tekabül etmez mi?

–Hayır, şiirin işlevi, varsa bir işlevi, yaşamı sürekli ve arzulanabilir kılmaktır. Ama hapşırık örneğin çok ilginç. Çünkü Aramîlere göre, ruh, bir hapşırık olarak bedeni terk eder. Bu inanç şu ya da bu şekilde günümüze dek süregelmiştir. Bu yüzden “Çok yaşa!” denir. Hapşırma sırasında gövdenin tüm fonksiyonlarının bir an için durduğu binlerce yıldır biliniyormuş demek.

Aslında ‘fani/yalan dünya’, bireyi, kişiyi merkeze alan bir tabirdir. Yoksa doğa, dolayısıyla Dünya yaşamın, sürekliliğin bizatihi kendisidir. Aynı şey, insan (beşer, ben-i Âdem) için de geçerli.

• Yazılarının bir bölümü ise hoş bir dille ve sıkı örgülü bilgiyle vücut bulmuş kent monografilerinden oluşuyor. Yaşadığımız özel dönem itibarıyla, özellikle Antakya için yazdığın (güzelleme mi demeli yoksa?) yazı için okur olarak teşekkür borcumuz olmalı sana. Adana, Siirt, Ankara, Yozgat (Yozgat bile!) pastadan paylarını alıyorlar bu noktada. Tüm monografilerin güneşin yükseldiği Doğu’nun Batı’ya sundukları, ya da vaat ettikleriyle bezendiğini görüyoruz.  Kanımca Koca Ferhad daha çok gezmeli ve daha çok tanıklık edip yeni monografiler eklemeli hanesine. Dön dolaş Ege’ye gelip yerleştiğine göre bu perspektif daha keskin bir gözlem ve tespitlerle yazınsal bir gövdeye kavuşacaktır sonuç olarak. Bir soru olmadı bu biliyorum ama belki bir dost önerisi, bir gezi yazıları müptelası olarak Hüseyin Ferhad’ın “algılama ve aktarma biçemiyle”, bir semte ya da küçük bir bahçeye dönüşen şu biçare dünyayı gördüğü kadarıyla bizlerle paylaşmasını dilerdim. Belki bir okur olarak sen bile! Haksız mıyım?

– Anadolu kavimler kapısıdır, denir. Kapı sözcüğü yerleşikliği imler, korunaklı, muhkem yeri, mekânı. Yozgat dâhil, bütün Anadolu kentleri de uygarlığın orta krallığına, Ortaçağ şehir/cité devletlerine özgü resim verirler. İlginçtir, İlhanlılar döneminde Yozgat’a yerleşen, yerli Keltlerle kaynaşan Tatarları Timur binbir vaatle alıp götürmüştür Aşağı Türkistan’a, Semerkand’a. Doğrusu ya, beni büyüleyen şehirlerin antik dokusudur, eğilip toprağına kulak verdiğimde duyduğum saban, çekiç sesleridir, aşk fısıltılarıdır. İbn Battûta, Evliya Çelebi olmayı kim istemez; uygarlığın ilk krallığına ait Ellora’ya, onun kayalara oyulmuş tapınaklarına, Ninova’ya, Zippur’a, Mısır’ın antik çehresine çıplak elle dokunmayı! Benimkisi hasbelkader ayak bastığım şehirlere değgin monografik, morfolojik eskizler, örneğin Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’ine göre devede kulak denebilecek değiniler, iç geçirmelerdir. Ama bu, “A, Antakya’nın da İlk Harfidir” yazısı için geçerli değil. Zira ben hep kendimi Antakyalı bir kalemşor olarak görmüşümdür, Hataylı bir harf cini. Hatay da ilden, memleketten öte bir şeydir zaten benim için: vatandır, Türkiye’ye kendi isteğiyle katılmış bir ülke.

Hep söylerim: Bir kenti ‘kültür beldesi’ kılan belleğidir. Hatay, özellikle Antakya (Antiocheia) uygarlığın orijinidir, beşiğidir. Vali Hadrianus’u Roma İmparatorluğuna taşıyan bir garnizon kenttir. Hem de İspanyol kökenli olduğu hâlde! Saint Pierre’ın sığınağıdır. Davud-i Antakî’nin laboratuvarıdır, rasathanesidir. Dahası, Ortadoğu’nun kalbidir. Suriye yanı başımızdadır; Lübnan, İsrail, Ürdün, hatta Irak ve Suudi Arabistan bir nefes ötededir. Yakınlık kavramı paradoksal değildir; her evden bir veya birkaç kişi ya Körfez ülkelerinde çalışıyordur ya Suudi Arabistan’da. Yüzyıllardır Arap, Kürt, Ermeni, Yahudi, Türk aileler iç içe yaşamaktadırlar.

Antakya yıkıldı, evet. Salt Antakya değil, kadim Hatay Cumhuriyeti yerle bir oldu. Umarım göçüklerini çabuk onarır, küllerinden tekrar doğar.

 

Konuşma: Ahmet Önel
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)