Faşist darbe daha iki ayını doldurmamıştı / Vahap Erdoğdu
7 Kasım 1980 günü cezaevinde öldürülen İlhan Erdost'un yakın arkadaşı Vahap Erdoğdu yazdı:
Frederico Garcia Lorca deyince, önce aklıma General Franco ve Faşist İspanya gelir. İspanya’nın büyük ozanı, Endülüs’ün coşkulu çocuğu, dünyanın seçkin yazarı ve sanatçısıydı o. 38 yaşında kurşuna dizildi. Mezarı bilinmiyor. Van der Lubbe deyince, aklıma Reichstag yangını ve Hitler faşizmi geliyor. Birkaç gün sonra yapılacak seçimlerde (5 Mart 1933) bütün yetkileri elinde toparlayabilmek için, Hitler’e üçte iki çoğunluk gerekiyordu. Karşısındaki en örgütlü, en dirençli güç, Komünist Partisiydi. Bu engel aşılmalıydı. Riechstag, seçimden altı gün önce, (27 Şubat 1933) yakıldı. Yangın sırasında, Göring Hitler’in sofrasında, akşam yemeğindeydi. Bir anda koca bina ateşe büründü. Göring, olay yerine ilk gelenlerdendi. Hitler, “Bu tanrının bir işaretidir! Acımak yok, önümüze çıkanı ezeceğiz!” diye kükredi. Hollandalı bir tuğla işçisi olan Van der Lubbe ile Dimitrov, iki Bulgar arkadaşı ve bir Alman komünist tutuklandı. Dimitrov ünlü savunmasında, Palamento binasından başbakanlığa gizli bir tünel olduğunu dile getirmişti. Psikolojik sorunları olan Van der Lubbe, kafası kesilerek idam edildi (1934). Yangın Hitler için büyük bir fırsat oldu. Yangının sabahı, 4000 komünist ve kimi sosyal demokratlar tutuklandı, toplama kamplarına gönderildi. 81 komünist milletvekili yanında 26 sosyal demokrat milletvekili de tutuklanmıştı. Mart seçimlerinde Hitler, oylarını yüzde 43’e çıkarabildi. Komünistlerin oyları, yüzde 12’ye düştü. Diktatörün önü açılmış oldu. Yasa çıkarma ve uygulama yetkisi, parlamento ve Anayasa devre dışı bırakılarak, hükümete verildi. Gördünüz mü, Hitler, bütün suçlarını “meşru” zemin üzerinden, halkın “demokratik” tercihi doğrultusunda yürütüyordu! Yıllar sonra Göring, yangını kendisinin tertiplediğini itiraf edecekti. Victor Jara denilince, aklıma Allende düşüyor, Pinoche faşizmi geliyor. Gitarıyla Şili emekçi halkını şarkılarına katan büyük halk ozanı. Gitar çalmasın diye parmakları ezildi. 40 yaşında 44 kurşunla öldürüldü. İlhan Erdost deyince, aklıma 12 Eylül faşizminin kanlı günleri geliyor. Dönünce o günlere, aklıma Piérre düşüyor. Piérre’le 12 Eylül’den bir akşam önce, Kemer’de, akşam yemeği sırasında tanışmıştık. Ünlü bir mimar ve dokümanter sinemacı olduğunu öğrendim. Paris’te yaşıyordu. Nazım’ın ve Abidin Dino’nun yakın arkadaşıydı. Vera’nın dedikosunu yaptı, dinledim. Vera’yı Nazım’a pek yakıştırmıyordu. Polonya’da liman işçilerinin ayaklanmasını dünyaya ilk duyurandı. DİSK’in davetlisi olarak işçi hareketlerini filme almak üzere Türkiye’ye gelmişti. Sokak çatışmalarının tavan yaptığı günlerdi, siyasal havanın biraz yatışmasını bekleyeceklerdi. Kemer’de o havayı bekliyordu. 12 Eylül 1980 darbe sabahı ailecek, Kemer’de, Ali Alpazar’ın motelindeydik. Biz uyurken, uyanıp deniz kıyısında oynayan iki yaşındaki kızım Pirin, geri dönmüş bizi uyandırmıştı, “deniz yasak!” diyordu. Anlamamıştık. Sahile baktım bomboştu. Jandarmaların sahili kapattığını öğrenmiştik. Kasaba halkı evlerine, Piérre dışında, turistler otellerine kapanmıştı. Kahvaltı salonuna toplanmış, haberleri izliyorduk. Cuntanın başı “kardeş kanına son vermek için” silâhlı kuvvetlerin “yönetime elkoyduğunu” söylüyordu. Piérre, şaşkın, biraz da öfkeli, dışardan gelip masamıza oturdu, söyleniyordu. Piérre’in şaşkınlığı, birgün öncesinde bir içsavaşın sokak çatışmalarına tanık olurken, bir generalin emriyle kimsenin sokak kapısına bile çıkmayışından kaynaklanıyordu. 11 Eylül 1980 tarihli gazeteler şunları yazıyordu: "Ankara'da kurşuna dizilen 2'si kardeş 4 kişi öldürüldü, Siirt'te yiyecek çuvallarının içine gizlenen bombanın patlamasıyla 5 kişi öldü, Fatsa'da 3 ve Malatya'da 2 kişi öldürüldü, Mersin'de bir sinemada bilet kuyruğunun taranmasıyla 4 kişi öldürüldü, Eskişehir'de bir kahvenin taranması sonucu 1 kişi öldürüldü, İstanbul'da asılan yüzlerce bombalı pankartı indirmeye çalışan polislerin kolları koptu, kör oldular". Piérre “dünyadan habersiz, saf bir turist” havasında, Antalya’nın bomboş sokaklarına dalmıştı! Polis ve askerlerin meraklı bakışları altında sokak sokak dolaşırken, pencere arkasında el kol hareketleriyle “yassak! Yassaak!” diye uyarmaya çalışanlar dışında, bir engelle karşılaşmamıştı! Fransa’da böyle bir durumda, insanların sokaklarda toplanarak birlikte marşlar eşliğinde, direnebileceklerini anlatıyordu! Motelin bahçesinde toplanmış Ankara’dan gelecek yeni haberleri bekliyorduk. Muzaffer Erdostlarla birlikte gelmiştik Kemer’e. İlhan Ankara’daydı. Telefonla haberleşiyorduk. Her şey sakin görünüyordu! Ankara’ya dönerken, Burdur’da polis ve asker arabamızı durdurdu. Arabada arama yaptılar, genç bir polis İngilizce “Economist” dergisine takıldı, evirip çevirdi, tebessüm ederek, geri verdi. Kimliklerimizi kontrol ettiler, kibarca yol verdiler. Ankara’nın sinsi bir sessizliğin kurşun gibi ağır havasında günlük yaşamı sürdürürken, bir yandan da kulağımız haberlerde. Değişik yörelerin sıkıyönetim komutanlıklarının bildiri yarışlarını kaçırmıyoruz. Bu bildirilerin en takdir ve ilgi toplayanı “örgüt dokümanlarıyla birlikte”, “ölü” ele geçirilen “terörist/ler”le ilgili olanlardı. En geçerli doküman ise sol kitaplardı. Hele de “SOL” Yayınevinin kitapları, çürütülemez örgüt kanıtlarıydılar. Dokümanlarla birlikte “diri ele geçirilen” “örgüt elemanları” komutanlığın “derin” ve “uzun” araştırmaları (elektrik, filistin askısı, patlatılmış tabanlarla tuzlu suda yürütmek, uykusuz, aç bırakmak, bir yakınına yapılan işkenceyi seyrettirmek vb gibi) sonucunda “intihar” etmemmiş yada “ölmemiş”se, sıkıyönetim bildirilerine konu olabiliyorlardı! İnsanlardır tarihi yapan ama tarihin yaptığı insanlardır akılda kalanlar. Çünkü onlar, tarihin yaptığı yollardaki kilometre taşlarıdır. İlhan tarihin yaptığı insanlardandır. “İlhan” kilometre taşında “12 Eylül 1980” yazar. Oraya geldiğinizde durun biraz, soluklanın! İlhan Erdost Mamak’ta elime tutuşturdukları kanlı bir palto ve tek bir pabuçla geliyor aklıma. Elleri koynunda bir gelin geliyor aklıma. Solgun bir Gül, boynu bükük iki çiçek geliyor aklıma. Türküler geliyor, Alaz geliyor. Terkisine İlhan’ı almış ufuklara at koşturan Muzaffer geliyor aklıma. Ve Muzaffer İlhan Erdost geliyor aklıma! On altısında ipte sallandırılan Erdal Çocuk geliyor aklıma! Elindeki iple adalet dağıtan, “Asmayıp da besleyelim mi” diyen, ipte sallandırdığı 50 kişinin “ölüm meleği General” geliyor aklıma! Faşizmin çarmıhında can veren üç yüze yakın delikanlı, sakat kalmış binlerce yurtsever geliyor aklıma! İlhan bunların hiçbirinden ne eksik ne de fazlaydı. Ama yaşamın somut koşullarının yazgıladığı bir simgeydi o. İlhan öldürüldüğünde, Faşist Darbe daha iki aynı doldurmamıştı. Faşizme dökülecek kan gerek, alınacak can gerek, verilecek kurban gerekiyordu! İlk kurbanlarından biriydi İlhan. Andıkça İlhan’ı, karanlık bir dönemin anatomisini hatırlıyoruz. İlhan bize o kanlı günleri unutturmuyor. O güne ulaşan tuzaklarla döşenmiş yolda ilerlerken, ölümün hangi kavşakta pusu kurduğunu bilmiyorduk! İlhan’ın, “İlhan” olmadan önce, kara kaş, kara gözlerinin ve kara bıyıklarının süslediği yüzünde gülücük eksik olmazdı. Ne yaptıklarıyla övünür, ne yapmadıklarına yerinirdi. Oysa o, gösterişten uzak yaşamıyla, bu ülkenin diline, kültürüne, entelektüel birikimine ne büyük katkılar yapmıştı! Sol ve Onur Yayınlarının iki emekçisinden biriydi. Öteki Muzaffer Erdost’tu. Abisi olmanın yanında, öğretmeniydi Muzaffer. Kısacık hayatını kendisi için yaşamamıştı. “Başkaları için yaşanmamış olan hayat, hayat değildir” diyen Einstein haklı değil mi? Başkalarının “hayatı pahasına yaşanmış olan hayatlara” ne demeli? Beş generalin darbesi, geceden “bizimkiler becerdi” iletisiyle Washington’a ulaştırılıyor. Gladio’nun 5 500 insanın kanıyla beslediği bu darbenin gerekçesi, “kardeş kanı dökülmesine son vermek!” olmuştu. Gerçekten de, NATO’nun “gizli ordusunun” kanlı katillerinin silâhları o sabah, bir anda sustu. Piérre’i şaşırtan da bu ürkütücü suskunluktu! 12 Eylül darbesini Başkan Carter şöyle karşılamıştı: “12 Eylül harekâtından önce, Türkiye’nin durumu savunma açısından tehlike arzediyordu. Afganistan’ın işgal edilmesi ve İran monarşisinin devrilmesinden sonra, Türkiye’deki bu istikrar hareketi içimizi ferahlattı”. Türkiye’de beş general, 12 Eylül 1980 darbe ortamını hazırlamak için sokakları kanlı çatışmaların savaş alanına çevirme planını önceden hazırlamışlardı. Orgeneral Bedrettin Demirel şöyle diyecekti: “Biz darbe yapmaya karar verdik, Durumun daha da olgunlaşmasını bekledik.” Daha yeteri kadar öldürümler olmamıştı ona göre ve darbe sırf bu nedenle bir yıl geciktirilecekti! Dökülen “kardeş kanı” yetmemişti. 12 Eylül sabahı sonlandırılan bu kanlı düğünün bedeli, beş bin beş yüz genç insanın bedeniydi ve darbe bu körpe bedenler üzerine oturtulmuştu. Sokaklar kan içindeydi. Hergün birkaç kişi öldürülüyordu. Kurbanlar özenle seçiliyordu. Ümit Kaftancıoğlu 11 Nisan 1980, 23 Mayıs 1980’de Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyi üyesi Dr. Sevinç (Özgüner) Abla, evine yapılan baskında öldürüldü, Gün Sazak, MHP Genel Başkan Yardımcısı, 27 Mayıs 1980, Mehmet Zeki Tekiner, CHP Nevşehir İl Başkanı, 17 Haziran 1980, Ali Rıza Altınok, MHP Gaziosmanpaşa İlçe Başkanı, 24 Haziran 1980, eşi ve kızıyla birlikte öldürüldü. Abdurrahman Köksaloğlu, CHP İstanbul Milletvekili 15 Temmuz1980, Nihat Erim 19 Temmuz 1980. 22 Temmuz 1980’de işçi hareketinin önde gelen liderlerinden Kemal Türkler, evinin önünde öldürüldü. Gladyo saldırılarını yoğunlaştırmıştı. Bu saldırılar, darbe koşullarının olgunlaşmış olduğunun habercisiydi. Darbeleri dürüp büküp aynı torbaya tıkıştırmanın ne toplumsal, ne tarihsel, ne de siyasal bir anlamı vardır. 27 Mayısın tarihsel ve toplumsal koşulları, doğurduğu siyasal sonuçlarıyla, 12 Eylülün tarihsel koşulları, getirdiği sonuçlar arasındaki benzerlik, M. Kemal ile Kenan Evren arasındaki benzerlik kadardır. 27 Mayıs bilançosunda 5 ölü vardı. 12 Eylülde 5 500 insanın hayatı söndürülmüştü. 12 Eylülde kayıtlara geçen işkence sonucu ölümlerin sayısı 171, çatışmada öldü süsü verilenler 74, işkence sonucu öldüğü halde intihar etti denilenler 43, kaçarken vuruldu denilenler 16, işkenceleri protesto etmek için açlık grevinde ölenler 14, ölümü şüpheli bulunanlar 144, eceliyle öldüğü söylenenler 229 olmak üzere 12 Eylül’ün işkencehanelerinde toplam 491 kişi yaşamını yitirdi. 12 Eylülde, 1 milyon 633 kişi fişlendi, 650 bini gözaltına alındı, 210 bin dava açıldı, 6353 kişi idamla yargılandı, 517 kişi idam cezası aldı, 50 kişi infaz edildi, Yüzde 90’ı 25 yaşın altında olmak üzere 1980-85 arasında 23 bin kişi 1 yıl, 11 bin kişi 1-5 yıl, 6 bin 200 kişi 5-10 yıl, 2 bin 500 kişi 10-20 yıl, 950 kişi 20 yıl üstü, 630 kişi ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. 30 bine yakın devlet memuru atıldı. 12 Eylül generalleri, o operasyonlarla 1700 muvazzaf subay ve 3 bin 400 askeri okul öğrencisinin orduyla ilişiğini kesti. 1984 sonrasında askeri okulların kapıları FETÖ’cülere açıldı. Cunta, meclisi, siyasi partileri, Türk-İş dışındaki sendikaları ve sivil toplum örgütlerini süresiz kapatmıştı. Aydınlar Ocağı hariç. Darbenin ideolojisini (Türk-İslam Sentezi) Aydınlar Ocağı belirliyordu. Şimdi anladın mı Piérre, o ürkütücü suskunluğu? Sürüyor bu kanlı düğün! Nazi kamplarında yaşanmış olanlar, Gazze’de yaşanılanlara karşı utançtan yüzlerini kapatıyorlar. Akıl yüzünü örtüyor, vicdan kör kuyulara gizlenmiş, ruhlar şeytana satılmış, inanç saralı bir coşkuya dönüşüyor. Çocuklar napalmla kavruluyor! Ve insanlık temaşada! Ve de İlhan hergün bir daha ölüyor! O zaman, başkaları için gelen ölüm nasıl tanımlanmalı? Söyle İlhan! Vahap Erdoğdu
(7 Kasım 2023, Ankara)
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR