Son Dakika



 Evre(n)deki döngüler... 100 yıllık ve 1000 yıllık döngüler... 2012-2013 yıllarından geçmişe bakmayı gerektiriyor. Anımsayalım:

 

1800’lü  yılların başında İngiliz, Fransız, Rus siyasetine bulaşmış bilinç bükücülerin, Arap dilindeki karşılığıyla “şair” ordusunun yıllarca süren kışkırtmaları sonucu, 1821’de ayaklanan Rumlar: Mora yarımadasındaki Türk, Müslüman, Yahudi soykırımları... Bu soykırımları ve ayaklanmaları engellemek üzere, bölgeye ulaşan Osmanlı donanmasının İngiliz, Fransız ve Rus güçleri tarafından Navarin’de yakılışı (1827)... İmzalanan Edirne andlaşmasıyla Rumların, Türk dilindeki karşılığıyla “Yun”an halkının Osmanlı’dan koparılışı (1829)... Arnavut, Bulgar, Sırp ayaklanmaları... Doğu ve güneydoğudaki Ermeni ve Arap ayaklanlamaları... kaos..

 

100 yıllık döngü... 1911-1912-1913 yılları: “Trablusgarb” ve “Balkanlar”daki yıkım... Büyük toprak, kan ve tin (can : ruh) kaybı... Osmanlı devletinin, dolayısıyla, Osmanlı toplumunun dağıtılışı...

 

Osmanlı’dan kopup giden azınlıklar karşısında, Osmanlı’yı iyelenen (sahiplenen) yalnızca Türkler olmuştu; çünkü Osmanlı, Türk’tü; öyle olmasa “resmî” dili, Osmanlı Türkçesi yerine ya Osmanlı Rumcası ya Osmanlı Ermenicesi ya Osmanlı Arapçası ya Osmanlı Farsçası ya da... olurdu. Osmanlı; İngiltere, Fransa, Rusya ve diğer sömürgeci (imperialist) ülkelerin tersine “sömürgeci” de olmamıştı: Vergi almıştı halktan, ama dillerini ve dinlerini almamıştı ellerinden; yerüstü ve yeraltında bulunan varlığını, talanlarla yok etmemişti; üstelik, tin ve mal güvenliklerini de sağlamış, onları kendinden bilip öylece benimsemişti.

 

100 yıl savaşçıları... Türk’ün tongaları (kahraman)... Ömer Seyfeddin... O savaşçılardan, tongalardan biriydi; hem kılıcıyla hem de kalemiyle Osmanlı’yı, yani ki Türklüğü kurtarıp erdemi savunmak için bir cepheden diğerine koşup durdu Ömer Seyfeddin; hem tinsel hem de bedensel varlığıyla, içindeki erdemle, bütün dinleri kucaklayan inancıyla ve aydınlığı kuşanarak saldırdı düşman üstüne önce Balkanlarda, sonra yazdığı dizelerde...

 

Türkçülük  çatısı altında birleşerek, yurdun kurtuluşu için uyanışa geçen Türklüğün önderlerinden biri olmuştu Ömer Seyfeddin... Bir toplumun özüne dönmesinin “kendini bilmek” anlamına geldiğini gördü. Türk toplumunun da özgür (to be self) olması; “kendi” olması demekti ve ancak “kendi” gücünün bilincine varıp özgür olduğunda bağlarından kurtulup bağımsız (to be free) olabileceğini anlattı Osmanlı Türkü’ne. Bu yüzden, öncelikle kendine dönmeliydi Türklük ve kendi diline böylece döndü Türk ulusu.

 

...Derken, şunu da yaşayarak bildi Türkler: “Türk dili” demek “eylem” demekti; çünkü Türk, eylem üzerine yaratılmıştı. Bunu apaçık gördüğü için “ana dili”nin, yani ki Türk dilinin önündeki bütün engelleri kaldırmak üzere eyleme geçip and içti Ömer Seyfeddin.

 

Bir süre sonra, Mustafa Kemal Atatürk’ün sözlerinde yankılandı Türklüğün dirilen bilinci: “Özgürlük ve bağımsızlık, benim karakterimdir!

 

Türk tarihini incelediğimizde, görüyoruz ki “and”ın anlamını  ve değerini en iyi bilenlerden biri de Ömer Seyfeddin’dir; edinmiş olduğu “kimlik”, bu bilincin en önemli nedenidir.

 

Yüz yıl  önce, dağılış sürecindeki Osmanlı devletinin bütünlüğünü koruyabilmek için ortaya atılan Türkçülük akımının önderlerinden olan Ömer Seyfeddin; Türk öykücülüğündeki yenileşme ile Türk dilindeki durulaşmanın (tasfiyecilik) da köşe taşlarındandır. 19. yüz yıldan 20. yüz yıla geçişte, ulus olma sürecini yaşantılayan Türk toplumuna “dil birliği” oluşturmanın yaşamsal önemini anlatırken, dilini korumanın “kutsal değerler”den olduğunu da yazıp durur. Kutsallık taşıyan bir diğer olguysa “verilen sözü yerine getirmek”tir; diğer bir deyişle “içilen and”a bağlı kalmak..

 

Türk toplumunda “doğru söz”e, söz vererek “kardeş olma”ya ve “sözünde durma”ya verilen önemi, And adlı öyküsüyle ölümsüzleştiren Ömer Seyfeddin’in “kimliği”; bu bağlamda, üzerinde durulması gereken bir unsurdur. 

 

 

 

apang andka erse iminlik bütünlük          eğer and ileyse güvenlik bütünlük

 

bu and tutguçı kim anı er atayı            bu andı tutan kim ise ona er diyeyim

 

(Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, 11. y.y.)

 

 

 

 

“ÖMER SEYFEDDİN” KİMLİĞİYLE İÇİLEN AND

 

Ömer Seyfeddin, adının anlamını eyleme dökenlerdendir.

 

13 Mart 1884 tarihinde, Gönen’de doğan “çocuk” Ömer; II. Meşrutiyet’in halka duyurulmasından (23 Temmuz 1908) sonra “asker” Ömer olmuş; üstteğmen rütbesiyle, odağı Selanik’te konuşlanmış olan 3. orduya bağlı birliklerde, önce Makedonya’daki Razlık kasabasına bağlı Yakorit’te görev almış; sonrasında, Manastır’ın Pirlepe kazasında görevlendirilmiş; Velmefçe, Osenova, Pirbeliçe, Serez, İştip, Babina, Demirhisar ve Cuma-yi Bala’da kısa süreler için yerine getirdiği görevlerin ardından, Köprülü’deki Askerî Rüştiye’de Beden Eğitimi öğretmenliği yapmış; bunu izleyen süreçte, 31 Mart (14 Nisan 1909) isyanını bastırmak üzere Selanik’ten İstanbul’a gelen Hareket ordusuna katılmış; 1911’de İtalyanların Trablusgarb’a saldırmasıyla toplumda yaşananlara tanık olmuş; 1912’de patlak veren Balkan savaşlarında, Batı ordusunun 39. alayına katılarak, önce Komanova’da Sırplarla, sonrasındaysa Yanya’da Yunanlılarla savaşmış ve 1913’teki Yanya kalesi savunmasında Yunan güçlerinin eline düşünce, Atina yakınlarındaki Nafliyon kampında, tutsak edilmiştir1.

 

Tutsaklık günlerinde, yakın arkadaşı Ali Canip Yöntem’e Nafliyon’da yazdığı  öyküleri göndererek Tanin gazetesi ve Türk Yurdu dergisinde yayımlattıran Ömer Seyfeddin; bu öykülerinde bile Türk halkının moralini yükseltme çabası içinde olmuştur. Balkan Harbi Ruznamesi adını taşıyan günlüğünde, şöyle der: “Evet, İtalya Savaşı. Balkan Savaşı... Ben Yanya Kalesi’nde tutsak oldum. Yunanistan’da bir yıldan fazla tutsaklık... İstanbul’a gelip kendimi toparlamaya başlayacağım zaman annem öldü. Sonra Cihan Savaşı... İşte dört yıldır bu felâketli savaşın müthiş bunalımı içindeyiz.Yarım okka ekmek otuz kuruşa satılırken, kim edebiyatla uğraşabilir? Ama ben uğraştım.”2

 

İlk yazıları, 1900’de, daha Edirne Askerî İdadisi’nde okuyan 16 yaşında bir öğrenciyken Mecmua-yi Edebiyye’de basılır. Yakorit’e gitmeden önce, 1908 yılında, Sebat ve Serbest İzmir gazetelerinde yazıları çıkan Ömer, cephede savaşırken bile yazar. 1911 yılına gelindiğinde ÂşiyanDüşünüyorumKadınMusavver HâlePiyanoTeşvikTürk YurduYirminci Asırda Zekâ, sonradan Çocuk Bahçesi adını alan Bahçe dergileri ile Rumeli ve Tanin gazetelerinde yazan, bunun yanı sıra, başına geçtiği Genç Kalemler dergisinde çıkan Yeni Lisan başlıklı yazıyla dildeki “Türkçülük” akımının önderlerinden olan Ömer Seyfeddin; I. Dünya savaşı yıllarında DikenİnciKırım ve Türk Sözü dergileriyle Vakit ve Türk Dünyası gazetelerinde yazarak, Türk toplumuna ışık tutar. Ömer Seyfeddin, bu dergi ve gazetelere ek olarak AkşamBüyük MecmuaÇocuk Dünyası, Donanma, Edebiyat-ı Cedide, Haftalık İzmirHalka Doğru, Hayat, İslam Mecmuası, İzmir, Millî Talim ve Terbiye Mecmuası, MuallimNevsal-i Millî, 11 Temmuz, Serbest Fikir, Serbest İzmir, Şair, Talebe Defteri, Tenkit, Tercüman-ı Hakikat, Tevhid, Turan, Üçüncü Kitap, Yeni Mecmua ile Zaman’da kendi yazdığı, toplam 77 nazım örneğini yayımlatmış olur.

 

Böylece, 36 yıllık ömrünün 20 yılını, yazarak ve savaşarak geçirir.     

 

        

 

Bir “asker-edip” olan Ömer, Nafliyon’dan kurtulup İstanbul’a döndüğünde, Selanik hiç savaşılmadan düşmüş, Yunanlılar Selanik’i ele geçirmiştir. Savaştan önce, 1908 yılında, İzmir’deki Jandarma Zabitan ve Efrat Mektebi’nde öğretmenlik yapmış olan Ömer Seyfeddin, 1914 yılında, Kabataş Lisesi’nde felsefe ve edebiyat öğretmenliği yapmaya başlar; bu arada, İstanbul Üniversitesi’nde kurulan Tetkikat-ı Lisaniye Encümeni’ne (Dil Denetleme Kurulu) seçilen ve İstanbul Erkek Öğretmen Okulu’nda da edebiyat öğretmenliği yapan Ömer Seyfeddin; arkadaşlarıyla birlikte Selanik’teyken, önceHüsn ü Şiir (1910) sonrasında da Genç Kalemler (1911-1912) adı altında çıkarttıkları derginin ardından, onun gibi İstanbul’a dönmüş olan Ali Canip Yöntem ve Ziya Gökalp’in de desteğiyle, 1913 yılında Türk Sözü dergisinin yönetimine geçer. Ancak, bu derginin de ömrü kısa olur.

 

Ömer Seyfeddin’in kişiliği konusunda “Ömeri benim gibi yakından tanıyan merhum Ziya Gök Alp da onun için şu sözleri söylemiştir: ‘Kumanda ettiği hudut bölüğünün Mehmetçikleri gibi, gurur, tafahur, menfaat hislerinden uzaktı.’ Maahaza izzetinefsi pek galipti. Başkalarının da haysiyetine çok riayet ederdi. Hattâ hizmetçi kızlara ‘Ahretlik’ demez, diyenlere kızar, yalnız ‘evlâtlık’ tabirini kullanırdı.”3diyen Yöntem’in yanı sıra, Enginün de “Bir asker olarak yetişen Ömer Seyfeddin, prensiplere sadakat, meseleler karşısında kesin ve açık-seçik tavır alma ve kararları uygulama gibi özellikleri mesleği dolayısıyla kazandığı gibi, bunda sert bir asker olan babasının, çocukluğunda verdiği terbiyenin de tesiri olmalıdır.”

4

 

 diyerek asker kimliğinin, Ömer Seyfeddin üzerindeki olumlu etkisine dikkat çeker.

 

Savaşın iç  ve dış yüzünü, Osmanlının düşmanlarını, baskılar altında ezilip sömürülen Türk halkının çektiği çileyi, Osmanlı devletine karşı ayaklanıp özgürlük ve bağımsızlıklarını kazanmak için savaşan Yunan, Sırp, Romen, Bulgar, Arap, Arnavut... halklarının neden olduğu yıkımları, soykırımları, haklı ve haksız nedenler uğruna yapılan haksızlıkları ve nicelerini, savaştığı bütün cephelerde yaşayarak öğrenmiş olan asker-edip Ömer; Türk halkını bilinçlendirmek, özgür ve bağımsız bir ulus olmanın yaşamsal önemini Türklerin de anlayabilmesi adına, ulusuna önderlik eden bir öğretmen gibi sürekli olarak üretip yazmış, öğrenciler yetiştirmiştir. Artık, o; bir “asker-edip-öğretmen”dir.

 

Dizdaroğlu; Ömer Seyfeddin’in öğretmenliği konusunda, Tahir Alangu’nun bir yazısından alıntı yaparak şu bilgiyi verir:

 

“Derslerinde müfredata çok bağlanmaz, buna karşılık elden geldiği ölçüde çok metin okuturmuş. Canlı, orijinal ve samimî bir hoca imiş. Sınıfta okuma yapılırken sade dilin önemini öğrencilere iyice anlatabilmek için çocukların sordukları lûgat, terkip (tamlama), ıstılahlı (terimlerle dolu) ifadeleri ‘Ben de anlamıyorum çocuklar, belki yazanlar da anlamamışlardı.’ diye cevaplandırırmış.”5

 

Reşat Nuri Güntekin’in Anadolu Notları’nda yer alan ve Ömer Seyfeddin’in öğretmenlik yıllarını, bizi gülümseterek aydınlatan bir başka anıysa şöyledir:

 

“Hikâye eskidir. Büyük harp yıllarına âit. Ömer mekteplerden birinde edebiyat muallimiydi. Merhumu yakından tanımış olanlar, pek iyi bilirler; bâzan birşeyi diline dolar, günlerce onu tekrar ederdi. O zaman da bir şey tutturmuştu: ‘İlim başka, irfan başka... Ârif başka, âlim başka’ diyordu. Derin bilgisi ve çok okumasıyle şöhret almış bir muallim arkadaş bir gün Ömer’e takılmak istedi: ‘Ömer Bey, ilim başka, irfan başka, diyorsunuz, ben buna pek akıl erdiremiyorum. Lûtfedin de şunu bana bir anlatın’ dedi. Ömer, ‘Başkadır cancağızım, dedi, kızmazsanız bir misalle anlatayım. Meselâ siz çok okumuşsunuz, âlimsiniz, fakat ârif değilsiniz. Bizim serhademe okumamıştır, binâenaleyh âlim değildir, fakat âriftir. Muallim arkadaş biraz bozuldu. Fakat Ömer darılacak bir insan olmadığı için renk vermedi. Herkesle berâber güldü, geçti. Sekiz on gün sonraydı. Ömer birgün muallimler odasına sevinçli bir havâdisle geldi. ‘Müjde, diyordu. Avusturya’dan ikiyüz vagon şeker geliyormuş... Şeker dehşetli ucuzlayacak.’ Ömer sık sık İttihat ve Terakkî Merkez-i Umûmî’sine gidip geldiği için diğer bâzı arkadaşlarla berâber âlim dediğimiz arkadaş da havâdise inandı ve memnûniyet gösterdi. Bir iki dakika sonra odaya giren ser hademeye Ömer aynı havâdisi tekrar etti. Fakat o pek seviniyor görünmedi, terbiyeli bir tavırla: ‘İnanma beyim, yem borusudur bu. Avusturya bulsa şekeri kendi yer.’ dedi. Ömer çocuk gibi ellerini çırparak zıplamaya başladı. Âlim arkadaşa: Yalan mı söylemişim, cancağızım, dedi. Bak, siz bütün ilminize rağmen, bu havâdise inandınız. Fakat o yutmadı cancağızım. Çünkü onda ilim yok ama irfan var.”6

 

O yıllarda, Ömer Seyfeddin’in en büyük sıkıntısı; yazdıklarını  yayımlatabileceği güvenilir bir yayımevi bulamamaktır. Yusuf Ziya Ortaç’ın Portreler’indeki bir anıdan, yalnızca yazarlıkla geçinmek isteyen Ömer Seyfeddin’in öğretmenlik yapmasa, geçinmesinin de olanaksız olduğunu öğreniyoruz:

 

“Ömer Seyfettin’in Babıâli Yokuşu’nda bir hikâye deposu vardı: Zaman Kütüphanesi... Hâlâ en bulunmaz eserleri bulduğumuz Zaman’ın sahibi Misak Efendi ile pek iyi dosttular. Ömer, yazdığı hikâyeleri ayrı ayrı zarflara koyar, ağızlarını kapar ve üstlerine isimlerini yazardı: ‘İncili Kaftan’, ‘Diyet’, ‘Falaka’, ‘Aşk ve Ayak Parmakları...’ Hikâye isteyen gazete, dergi sahibi Misak Efendiye gider, zarflara bakar, bir tanesinin adını beğenir, alırdı. Fiyatı beş liraydı her hikâyenin... Bir gün, o yılların en güzel, en sürümlü gazetesi ‘Vakit’te, Ömer’in bir hikâyesi çıktı. Hoştu, sürprizliydi. Yalnız kısa kısa konuşmalar can sıkacak kadar uzatılmıştı. Okurken gözlerini yüzümüzden ayırmayan Ömer:

–Ne yapayım cancağızım, dedi. Hakkı Tarık, hikâye başına değil, satır başına para veriyor!...

Bu denemeden sonra, yokuşumuzun en tatlı, en dost insanlarından biri olan Hakkı Tarık, Ömer’in hikâyelerini satır hesabıyla satın almaktan vazgeçti.”7

 

Osmanlı  devletinin I. Dünya savaşına (1914-1918) girmesi, annesinin ölümü  (1915), bir İttihat ve Terakki üyesi olduğu hâlde partiye olan inancının sona ermesi ve 30 Ekim 1918’de, Mondros mütarekesinin imzalanmasıyla sarsılan Ömer Seyfeddin; yurdun kurtuluşu için Ziya Gökalp’in toplumsal, Yusuf Akçura’nın siyasal, kendinin de dilsel açıdan temellendirdiği Türkçülük idealini Osmanlı toplumuna anlatmak ve yaymak üzere çeşitli dergi ve gazetelerde yazdıkça, Selanik’te biçimlenmeye başlayan gazeteci kimliği daha da belirginleşir. O artık “asker-edip-öğretmen-gazeteci” Ömer’dir.

 

“Zor zamanların öykücüsüdür Ömer Seyfeddin; insan, çevre ve olayların olağanüstü ortamlarda biçimlendirdiği bir kimlik...Bozgunu, dağılmayı, umutsuzluğu başarıya, toparlanmaya ve umuda dönüştürmenin özlemiyle yaşadı. ‘Muharrir’di o, yani bir yazar; biraz büyüklenme gibi görülse de adıyla birlikte yazdırdığı o sözcük dışında kartvizitinde başka bilgi bulunmaz. Kendisi günlüklerinde az yazdığından, verimli olamadığından yakınsa da kısa ömrüne sığdırdığı 160 kadar öykü başta olmak üzere ciltler dolusu ürün, o dönemin deyişiyle ‘genç bir muharrir’, bugünden bir bakışla ‘genç ölmüş bir muharrir’ için küçümsenemeyecek bir birikim.”

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)

REKLAM

ÜCRETSİZ ABONE OL

REKLAM