Eleştiride taraflılık
Eleştiri akademik çevrelerin kucağına kendisini bıraktığında yalnızca kendi güvenliğini sağladı! Ama...
Son yirmi yılın kültürel izleklerinin ya da -Samir Amin’in deyimiyle- “entelektüel modalarının” etkisinde kalanlar için yukarıdaki başlık garip gelebilir ilk bakışta. Çünkü eleştirirken, bir yandan da tek gözümüzle kolladığımız akademik çevrelerin sözde tarafsız, mesafeli ve betimleyici üslubundan beklentimiz vardı. Akademik çevreler eleştiriyi kendi ideolojileri (yani her sanatsal nesneyi ideolojik politik, tarihsel/güncel somutundan soyutlayıp metinsel bir ikona indirgemeleri) doğrultusunda tanımlamaları çok normaldir. Önemli olan sanatsal alanın buna göstereceği tepkinin niteliğidir. Biz sanat yapıtını, okunması, tüketilmesi, maddi bir çıkar ve akademik hiyerarşide yükselebilmek için incelenmesi gereken bir nesneye indirgeyecek miyiz? Şair dostum Hüseyin Peker’in dillendirdiği, “Tez hazırlar gibi eleştiri yazısı sayfa ve zihin ölümüne yol açmaktadır!” durumuna düşürecek miyiz? Temel soru(n) budur. Bilindiği gibi “eleştiri” burjuva sınıfının tarih sahnesine çıkmasıyla kurumsallaşmıştır. Feodal toplumlarda açıktan eleştiri olanaksızdı. Bu anlamda modern bir kavramdır. Belki de Oscar Wilde, “Yalnız eleştiren kafa yaratıcıdır,” derken, bu burjuva ilkeyi özetlemektedir. "Baskılara karşı gelme" şiarını ilke edinen ve "tarihsel özgürleşim aracı" olarak adlandırılan eleştiri, ne var bu tanımlarla tezat oluşturacak biçimde bir "hizaya sokma" işidir. Sapmayı cezalandırır, ihlalleri bastırır. Bu anlamda da bir aydın sorumluluğuna ihtiyaç duyar. Çünkü burada sorulması gereken soru bu sorumluluğun ne yönde işleyeceğidir. "Kendine göre doğru”yu söylemenin dışında başka bir amaç gütmeyen, yazarken kendisini tanrılaştırmış yazar/şair ve onun yarattığı, etkilediği okura, eleştirmenin tüm özel çıkarlarının ve dünya görüşünün dışında, üstelik soğukkanlılığını yitirmeden bir şeyler söylemesi ne derece olanaklıdır? Çünkü söz konusu olan ahlaki bazı kriterleri de içeren bir eylemdir. İoanna Kuçuradi'nin vurguladığı buz gibi gerçek, “Yüzyılımız, etik konusunda bir Orta Çağ’ı yaşamaktadır,” gerçeği orada dururken bu nasıl gerçekleşecektir? Aristo, Kant, Schopenhauer, Nietzsche etik konusunda tanımlamalara gitmiş düşünürlerdir. Ortak kanıları, "genel anlamda" ve "mutlak anlamda iyi" olduğu düşünülen belli bir yaşam anlayışından kaynaklanan davranış kuralları bütünü ya da insanların kendilerine göre yaşadıkları, kendilerine rehber aldıkları ilkeler bütünü ya da kurallar toplamı gibi tanımlardır. Ama bu tanımların ötesinde bir tanım da iki insan ya da insan toplum arasında kurulan “ilişki”dir. Yani “etik ilişki”. Örneğin Kant bu konuda üç ana motif görmektedir. Bir eleştirmen ya da sanatçı eylemde bulunurken, yani yaratırken, yani eleştiri işini yaparken, özneyi etkileyen üç ana etkenden söz eder: 1- Eğilim, 2- Kişisel çıkar, 3- Ödev. Buradan yola çıkarsak eleştirmenin eleştiri işini yapmaya insan olarak bir “eğilim” duyması normal karşılanabilir. Ama yine de yetmez. İkinci madde “çıkar sağlama” nedeni ise pek mümkündür ve günümüzde çokça görülmektedir. Günümüzün akademik eleştiri anlayışı bu türdedir. Akademik hiyerarşide eleştiri yazısı, not almak için yazılır çoğu kez. Yoksa o ülke edebiyatının okurunun, yazarının güçlenmesi için değil. Kant, “Du kannst, den du sollst!” demiştir. Yani “Yapabilirsin (görevini) çünkü (yapmak) zorundasın!” Bu formülü neredeyse ilgili herkes bilir. Kant, eleştiri eyleminde, yani böyle bir “ilişkide” bulunan herkesin etik anlayışının mutlaka bir ödev duygusuna dayanması gerektiğini hararetle savunmaktadır. Raymond Williams’ın dediği gibi, “Çoğu eleştirmen doğal bir şövalyedir” sözünün anlamı buraya çıkar. Eskilerin, “Eleştirmenler aylak, işsiz, boşta gezer, ama söyledi mi tam söyleyen adamlardır" sözü de böyledir. Terry Eagleton, “Eleştiri akademik çevrelerin kucağına kendisini bıraktığında belki kendi güvenliğini sağladı” der. Ama sonuç, etik olanın teknik olana yenilmesidir. Bu da eleştirinin, toplumsal olarak sahip olduğu saygınlığından ve etkinliğinden feragat etmesine neden olmuştur. Bu da eleştiri ve eleştirmen açısından acı bir durumdur. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır. Bilindiği gibi Dünyada büyük kötülükler ve büyük yanlışlar hep “etik” adına, “ahlak” adına yapılmıştır. O halde bunun sınırı nerededir? Bence insan yapısına, insan karakterine karşı, zıt ve en büyük sistem olan sınıflı toplumdan kurtulma mücadelesi, yani klasik deyimle, insanın insanı ezmediği bir topluma ulaşma yolunda bir hedef, etik kavrayışın ana teması olmalıdır. Modernizmin kurucusu sayılan Baudelaire, eleştirmenlerin “Taraflı, tutkulu ve siyasi” olmaları gerektiğini iddia etmektedir. Çünkü bir tavır olmadan eleştiri de olamaz. Övme ve yerme isteği taşımayan birisi niçin eleştiri yapmalıdır? Ya da yapar. "Taraflı" olmalı, çünkü eleştiri nesnesini ancak böyle karşısına alabilir. Bir şeyi karşısına almadan hiçbir eleştirmen görevini yerine getiremez. Bir başka deyişle, metnin bir parçası olmaktan kurtulamaz. Gürsel Aytaç’ın aktardığına göre, Walter Benjamin şöyle demektedir: “Taraf tutmayan açmasın ağzın!” “Ancak mahvetmesini bilen eleştirebilir!” Ahmet Yıldız Gerçekedebiyat.com ENTELEKTÜEL MODALAR
ÇAĞDAŞ ELEŞTİRİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
ELEŞTİRİDE ETİK BOYUT
BAUDELAİRE'DE ELEŞTİRİ
YORUMLAR