Rahip Conti'ye,

Edirne, 17 Mayıs 1717

Edirne'den hareket etmeye hazırlanıyorum. Kentin ilginç olan yerlerini ve görmek için çok zahmetler çektiğim şeyleri size anlatmadan buradan ayrılmak istemiyordum. Edirne'nin eski adı hakkında bilgiç incelemelerle sizi sıkmayacağım. Bunun Orestesit ya da Oreste olduğunu benden daha iyi bilmektesiniz.

Şu anda, İmparator Hadrien'in adını taşıyor ve Türk İmparatorluğu'nun ilk Avrupalı başkenti olmuş durumda.

Birçok padişahın yeğledikleri bir yer olmuştur. IV. Mehmet, babası ve kardeşi buradan öylesine hoşnut kalmışlardı ki İstanbul'dan tam olarak ayrılmışlardı.

Bu yeğleme, bu sultanları deviren ayaklanmalarda önemli bir rol oynayacak derecede yeniçerileri kızdırmıştır. Bununla birlikte, onların yerine gelenler, saraylarını burada kurmaktan hoşlanmışlardır sanki. Bu sevginin nedenini anlayamıyorum.

Civardaki kırların çok hoş olduğu doğru. Ancak, havası son derece sağlıksız. Saray da bu zararın etkisinden kurtulamıyor. Kentin çevresinin sekiz bin tur tuttuğu söyleniyor. Sanırım buna bahçeler de dahil. Çok güzel birkaç konak var. Geniş demek istiyorum. Zira, saraylarının mimarisinde büyük görünümler yok.

Şu anda kent insan dolu. Fakat, bunların çoğu avlularda ve kamplarda kalıyorlar. İnsanlar gidince, kent pek fazla kalabalık görünmüyor.

Her yaz kuru olan Meriç Irmağı'nın üzerinde bulunmaktadır. Bu, buraların sağlıksız oluşunda etkili olmaktadır. Şu anda, üzerine iki güzel köprü atılmış hoş bir akarsu. Benim için yeterli bir kıyafet değişimi oluşturan Türk giysimle Pazar'ı görmeye gitmek merakına kapıldım. Pazar yerini yeniçerilerle dolu görünce, yine de - pek rahat olmadığımı kabul ediyorum. Ancak, yeniçeriler bir kadına karşı kaba görünmeye cesaret edemiyorlar. Sanki gerçek rolümü oynuyormuşçasına bana büyük bir saygınlıkla yer verdiler.

Bu pazar yeri yarım mil uzunluğunda. Kemerli bir yer ve son derece temiz tutuluyor. Satış için sergilenmiş her çeşit zengin mallarla süslü üç yüz altmış beş dükkanı var. Londra'nın New Echange'ında olduğu gibi. Fakat zemin çok daha temiz ve dükkanların hepsi öylesine bakımlı ki, yeni boyanmış gibi görünüyor. Her çeşit işsiz insan oyalanmak için burada dolaşmakta ya da bizim portakal ve şekerleme gösterilerimizde olduğu gibi, bağırarak sunulan kahve ya da şerbet içmekle zaman geçirmektedir.

Zengin tüccarların çoğunun Yahudi oluşu dikkatimi çekti. Bu ulusun, bu ülkede inanılmaz bir gücü var. Doğuştan Türk olanlar üzerinde bile sayısız ayrıcalıkları var ve burada, kendi yasalarıyla yönetilen çok önemli bir toplum oluşturmuşlar. İmparatorluğun tüm ticareti, kısmen onları bir araya getiren sıkı bir dayanışma ve kısmen de isteksiz ve hünerli olmayan Türklere üstün gelmeleri nedeniyle, onların ellerinde bulunmaktadır.

Her paşanın işlerini yürüten bir Yahudi'si bulunmaktadır. Bu adam paşanın tüm sırlarını bilmekte, tüm işleriyle uğraşmaktadır. Onların elinden geçmeyen pazarlık, rüşvet ve ticaret yoktur. Önemli kişilerin hekimi, kahyası, çevirmenidirler. Her zaman her şeyden yararlanmasını bilen bir halkın bunlardan ne çıkarlar sağlayabileceğini düşünebilirsiniz. Yahudilerin daleverelerini bilen İngiliz, Fransız ve İtalyan tüccarlar bile onların aracılığından geçmek zorundadırlar.

Hiçbir alışveriş onlarsız yapılmamaktadır. İçlerinden en gösterişsizi de aşağılanmayacak kadar önemlidir. Zira, tüm kolluk güçleri onların çıkarlarını öylesine bir enerjiyle savunmaktadırlar ki, sanki üyelerinden biri söz konusudur. Çoğu son derece zengindir. Fakat, evlerinde aşırı bir lüks ve görkem içerisinde yaşamalarına karşın, bunu pek göstermemektedirler.

Bu zengin uyruk, bana Ali Paşa'nın* yaptırmış olduğu ve adını taşıyan Pazar yerinin tanımını yapmamı unutturdu. Pazar yerinin çok yakınında, hiçbir şey yerinde üretilmediği için, son derece pahalı mallarla dolu dükkanların bulunduğu, bir mil uzunluğunda bir sokak olan çarşı bulunmaktadır. Bu sokak, satıcıların her zaman rahatça bir araya toplanabileceği biçimde, yağmuru tutan tahta bir çatı ile örtülüdür. Yan tarafta Bedesten, içinde atları koşumlamak için gerekli her şeyin satıldığı, ayaklar üzerine kurulmuş bir borsadır. Burada, her tarafta altın, zengin işlemeler, kıymetli taşlar parıldamaktadır. Çok hoş bir görünümdür bu.

Buradan, Türk saltanat arabamla birkaç gün sonra kaldırılacak olan çeşme yönündeki kampa gittim. Sultan, maiyetiyle birlikte çadırlardaydı. Çadırların görünümü gerçekten çok güzel. Yüksek görevlilerin çadırları çadırdan çok saray gibi. Geniş bir alanı kaplamaktadır ve birçok daireye bölünmüştür. Hepsi de yeşil renkte, üç kuyruklu paşaların çadırlarının önünde göze çarpacak bir yerde, ucu, sayısı sahibinin mevkiine göre değişen altın yaldızlı küreciklerle süslü olarak dikili duran görevlerinin işareti bulunmaktadır. Hanımlar, bizimkilerin Hyde Park'a gittiklerindeki kadar büyük bir ilgiyle, arabalarla kampı görmeye gelmektedirler.

Ancak, askerlerin fazla coşku duymadan sefere çıktıkları görülmektedir. Halkın tümü için bir yük olan savaş, özellikle zanaatkarlara ağır gelmektedir. Şu anda, padişah ordusunu bizzat kendisi yönetmeye karar vermiş bulunuyor. Bu münasebetle, her meslek grubu gücüne göre, kendisine bir armağan vermek zorundadır.

Bu töreni görmek için, sabahın altısında kalkmaya çalıştım. Ancak, tören saat sekizden önce başlamadı. Padişah tüm ana caddeleri geçen tören alayını görmek için, sarayın penceresine çıkmıştı. Alayın önünde, çok görkemli biçimde koşumlanmış bir deveye binmiş, bir efendi vardı. Bir yastığın Üzerine konulmuş çok nefis ciltli bir Kur'an'ı yüksek sesle okumaktaydı. Etrafı ayetler okuyan, beyazlar giyinmiş çocuklardan oluşan bir koro ile çevriliydi. Bunları, ekin ekmekte olan bir çiftçiyi temsil eden, yeşil dallar taşıyan yakışıklı bir adam izliyordu. Bu çiftçiden sonra, Ceres'in tablolarında olduğu gibi, buğday başaklarından oluşmuş çelenklerle, elde orakla buğday biçme hareketi yapan köylüler geliyordu.

Sonra, öküzlerin çektiği küçük bir araba üzerinde, buğday öğüten çocuklarla birlikte bir yel değirmeni vardı. Bunu, iki çocuk, bir fırınla mandaların çektiği başka bir araba izliyordu. Bu çocuklar sağa sola küçük pastalar atıyorlardı.

Onların arkasında, tüm ekmekçiler loncası, yaya olarak, en güzel giysileri içersinde ikişer ikişer sıra olmuş halde, başlarının üzerinde pastalar, ekmekler ve her çeşit börekler taşıyorlardı.

Sonra, yüzleri unlanmış, iki karnaval soytarısı, kaba mimikleriyle kalabalığı eğlendiriyordu. Daha sonra da aynı türde, imparatorluğun tüm meslek grupları, en soyluları, kuyumcular, tuhafiyeciler olmak üzere, çok görkemliydi.

Kürkler en güzel görünümlerden birini oluşturuyordu: samur, tilki kürkleriyle dolu çok büyük bir araba... Hayvanların içi öylesine ustalıkla doldurulmuştu ki canlı gibi görünüyorlardı. Bunları bir orkestra ve dansçılar izliyordu.

Toplam olarak, en azından yirmi bin kişinin bulunduğunu sanıyorum. Yürüyüş, padişahın hizmetinde ölme onurunu istemeye gelmiş olan gönüllülerle sona eriyordu. Gösterinin bu kısmı bana öylesine barbarca geldi ki görür görmez başımı başka tarafa çevirdim. Hepsi de bellerine kadar çıplaktı. Kolları etlerine sokulu olarak bırakılmış oklarla delinmişti. Bunlardan bir kısmı okları başına saplamıştı ve yüzlerinden kanlar akıyordu. Biri keskin bıçaklarla kollarını kesip yanındakilerin üstüne kan fışkırtıyordu. Bu hareketler, onların üne kavuşma arzularının bir kanıtı olarak kabul edilmektedir. Bana söylediklerine göre, bazıları bu yolu sevgilerini ortaya koymak için kullanıyorlardı. Metreslerinin bulunduğu pencerenin altına gelince, (kentin tüm kadınları peçeli olarak, orada hazır bulunmaktadır) ona karşı duydukları sevgiyi göstermek için, bir oku vücutlarına sokuyorlardı. Kadın, bu çapkınlığı kabul ettiğini ve ona umut verdiğini göstermek için, bir işaret yapıyordu. Gösteri, tüm üzüntümle, hemen hemen sekiz saat sürdü. Bana en nazik biçimde kahve, şekerleme ve şerbet sunan kaptan paşanın dul eşinin evinde bulunmama karşın, çok yorgundum.

İki gün sonra, Il. Selim Camii'ni görmeye gittim. Bu, ziyaret edilmeye değer bir yapıydı. Türk giysimi giyiyordum ve kapıcının telaşından anladığıma göre, kim olduğumu anlamalarına karşın, herhangi bir güçlükle karşılaşmadan içeriye alındım. Bu camii, kendisine çok soylu bir görünüm veren ve kentin orta yerinde bulunuşu nedeniyle, çok avantajlı bir durumdan yararlanmaktadır. Birinci avlunun dört, ikinci avlunun üç kapısı var.

Hepsinin de etrafı, çok düzgün ve parlak, çok canlı renkli mermerden iyonik sütunlar ve galerilerle çevrili. Taban beyaz mermer döşeli. Galerilerin çatısı, tepelerinde altın yaldızlı kürelerle, kurşunla kaplı bir dizi kubbeden oluşuyor.

Her avlunun ortasında, beyaz mermerden beş tane çeşme bulunuyor ve caminin büyük kapısından önce, yeşil mermer kolonlarla bir sundurma.

Camının beş kapısı var. En önemli yanı, çok büyük bir kubbesi oluşu. Mimari alanda, oranlardan söz edemeyecek kadar bilgisizim.

Ancak, oranlar bana pek uyumlu görünmedi. Emin olduğum şey, kubbenin çok yüksek gördüğüm en soylu yapı oluşu. Sütunları mermer trabzanlarla iki sıra galeriyi taşımaktadır. Mermer taban İran halılarıyla kaplı. Kanımca, güzelliğine çok şeyler ekleyen özelliği, bölmelerle bölünmemiş ve de oturaklarla tıkanmamış olması.

Çoğu beyaz ve kırmızı mermer olan sütunlar, Roma Katolik Kiliselerine birçok oyuncak mağazası havası veren küçük resimler ve cırlayan tablolarla çirkinleşmemiş. Duvarların üzerinde küçük çiçekli gömme süsler görüyordum.

Bu çiçeklerin renkleri öylesine canlıydı ki kullanılan taşların ne olduğunu düşünemiyordum Yaklaşınca, insanın üzerinde çok güzel bir izlenim bırakan Japon porselenleriyle kaplı olduğunu gördüm.

Orta kısma yaldızlı kocaman bir gümüş avize asılıydı. İçerde, en azından, iki bin avize vardır herhalde. Tüm ışıklar yandığı zaman, seyir görkemli olmalıydı.

Ancak, gece olduğunda, hiçbir kadının içeri girmesine izin verilmemektedir. Büyük avizenin altında, üzeri işlemeli, yaldızlı ağaçtan yapılmış yüksek bir kürsü bulunuyor. Yanında da aptest almak için bir çeşme -aptest almanın badetlerinin temel öğesini oluşturduğunu biliyorsunuzdur.

Bir köşede, padişah için hazırlanmış, etrafı yaldızlı bir kafesle çevrili küçük bir galeri var. En dip tarafta, iki basamak yukarda, altın brokar kumaşla kaplı büyük bir kulübe, tam olarak bir kilise mihrabına benzemekte. Ön tarafa, bir adam boyu, beyaz balmumundan yapılmış mumlarla yakılı gümüş iki şamdan yükselmektedir.

Çok yüksek dört minare camiyi süslemektedir. Minarenin sivri uçları altında imamları insanları namaza buradan çağırmaktadırlar. Bu minarelerden birine çıkma merakına kapıldım. Ustalıkla düzenlenmiş olması tüm ziyaretçileri şaşırtmaktadır. Tek bir kapısı var, ancak bu kapı, minarelerin üç şerefesine giden üç merdivene açılıyor. Öyle ki üç imam birbirleriyle karşılaşmadan, yukarıya dönerek çıkabilmektedir. Bu, hayran kalınacak bir düzenleme.

Caminin arkasında, yoksul esnafın bedava oturduğu dükkanlarla dolu bir çarşı bulunuyor. Burada, birçok dervişin ibadetini gördüm. Tek parça, yün bir giysi giyinmişler.

Kollar çıplak. Başlarında, kenarsız yüksek bir şapka gibi, yün bir başlık var. Aynı stilde yapılmış başka camileri görmeye de gittim. Fakat, görkemlilik yönünden, anlattığım ve Almanya ya da İngiltere'deki herhangi bir kilisenin çok uzağından geçen cami ile karşılaştırılamazlar. Saray çok şatafatlı bir saray gibi görünmemektedir.

Ancak bahçeleri çok geniş, bol su sağlanmış halde. Her taraf ağaç dolu. İçlerine girmediğim için, bu konuda bildiğim bu kadar.

Size saraya giriş düzeninden ve Milord Wortley'in kabul töreninden söz etmiyorum.

Hep aynı şey. Bu tür törenler öylesine çok anlatılmıştır ki yinelemek suretiyle sizi sıkmış olmayayım. On bir yaşlarında görünen genç şehzade, padişah resmi kabul verdiği zaman, babasının yanında oturuyordu.

Güzel bir çocuk, fakat büyük bir olasılıkla, padişahın yerine hemen geçemeyecek. Zira, Sultan Mustafa'nın (şu anda büyük kardeş) iki oğlu var. Yirmi yaşlarında görünen ve halkın umudunu taşıyan büyüğü. Bu saltanat kanlı ve kıskanç olmuştur. Sonunu görmek için sabırsızlandıklarını sanıyorum.

İstanbul'dan size tekrar yazacağım.

Lady Montagu
(Doğu Mektupları, Çev. Murat Aykaç Erginöz. Yalçın y. 1996. S. 76-82)

 

LEYDİ MARY WORTLEY MONTAGU KİMDİR?

Leydi Mary Wortley Montagu (26 Mayıs 1689, Londra - 21 Ağustos 1762, Londra), 

İngiliz yazardır. Osmanlı döneminde İngiltere tarafından İstanbul'a elçi olarak atanan Edward Wortley Montagu'nun eşiydi.

Leydi Mary 1689 yılında Londra'da soylu bir ailenin kızı olarak dünyaya geldi. Çocukluk yıllarında şiir yazmaya başladı ve Latince öğrendi. Kendisinde 11 yaş büyük bir politikacı olan Edward Wortley Montagu'ya âşık oldu. Babasının onayını almadan 1712 yılında Edward Wortley Montagu'yla evlendi.

1716 yılında eşi İngiltere'nin Osmanlı elçisi olarak atandı. Leydi Montagu eşi ve oğluyla birlikte İstanbul'a geldi. Lale Devrinin başlangıcına rast gelen bu dönemde 2 yılını İstanbulda geçirdi. İngiltere'deki arkadaşlarına İstanbul'daki izlenimlerini en ince ayrıntılarıyla anlatan birçok mektuplar yazdı.

1718 yılında eşiyle birlikte Londra'ya geri döndü ve sosyetenin aranan bir üyesi oldu. Hikâyeler ve çeşitli konularda makaleler yazdı. Diğer soylularla çeşitli konularda topluma açık tartışmalara girdi. Bazı görüşlerinlerden dolayı feminizmin ilk savunucularından biri olarak kabul edilmektedir. 1738 yılında Venedikli Kont Francesco Algarotti'ye âşık oldu. Eşi ve çocuklarını terkederek İtalya'ya gitti. Kont Algarotti'yle aralarının bozulmasına rağmen yaşamının geri kalan bölümünün çoğunu İtalya'da geçirdi. 1762 yılında Londra'da öldü.

Leydi Montagu'nun İstanbul'da yazdığı mektuplar (Şark Mektupları) ölümünden sonra 1763 yılında kitap halinde yayınlandı ve Avrupa'da ilgiyle okundu. Bu mektuplar Turkish Embassy Letters adı altında halen basılmaya devam etmektedir ve Türkçeye de tercüme edilmiştir. Bu mektuplar genelde Osmanlı toplumunu olumlu bir şekilde yansıtmaktadır. Avrupalıların Osmanlılar hakkındaki önyargılarını düzeltmek için çaba göstermiştir.

Leydi Montagu Çiçek hastalığı geçirmişti ve yüzünde hastalığın izleri kalmıştı. İngiltere'de henüz bulunmayan Çiçek aşısının İstanbul'da yaygın bir şekilde kullanıldığını hayretle gördü ve hemen 2 çocuğunu İstanbul'da aşılattı. İstanbul'dan yazdığı mektuplarla ve Londra'ya döndükten sonra bizzat kendisi Çiçek aşısını İngilizlere tanıttı. Osmanlı uygarlığını övdü. Osmanlıların kadınlara verdiği değeri anlattı. Osmanlı kadını hakkında şunları dile getirmiştir; Türk kadınlarının en büyük süsü Türk oluşlarıdır. Onlar süslenmek için elmas veya zümrüt takınmıyorlar, belki üzerlerinde taşıdıkları o taşları süslemiş ve kıymetlendirmiş oluyorlar. Çünkü her Türk kadını canlı bir inci ve paha biçilmez bir pırlantadır.

 

Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)