Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştü

Ece Ayhan, Meçhul Öğrenci Anıtı

 

ROMANIN ADI ve KAHRAMANI 

Sarışın ve Kara[1], bir kaymakamın romanı; Kaymakam Çağlar’ın. Çağlar, Ece Ayhan’ın soyadı. Ece Ayhan, mesleğinin daha 5. yılında, emekli etilen bir kaymakam.

Ne sivil düşünce ne de “sivil şiir” devletin kalıplarına uyuyor! Onun şiiri mor külhanidir, kaymakamlığı ise morötesi.

Romanın yazarı İsa Küçük de bir kaymakam. Benim de kaymakamım, Aydın-Karacasu’da. Cumhuriyetin o ödünsüz kaymakamlarından. Kadirli Kaymakamı Mehmet Can; Gürün, Alaca, Çardak kaymakamı Ece Ayhan gibi…

Romanın ana mekânı Daristan. Adı gibi, daraltan, bunaltan… Daristan, Ece Ayhan’ın kaymakamlık yaptığı bütün mekânların bir bileşeni. Bunlara, İsa Küçük’ünkileri de eklemek olası. Ankara, iyice ötekileştiği, yabancılaştığı yer. İnsandan kopup gitmiş devlet!

Romanın kahramanı Çağlar da bir bileşen: Ece Ayhan ile İsa Küçük’ün. Hatta başka kaymakamların. “Kendini anlatmayan hangi yazar vardır?” sorusu, bu romanda bir kez daha somutluk kazanmakta.

Bir şairi, ancak bir şair anlatabilir. Bir kaymakamı da başka bir kaymakam. Bu kitap, her şeyden önce, “Bir şair nasıl anlatılır?” sorusuna yanıttır kuşkusuz. Dahası “Zakkumlarla örmüşlerdir bu şiiri” diyen Ece Ayhan’a yakışır bir hayatı ve şiiri… Kurgusuyla, diliyle, ironisiyle… Bir şairi anlatmak, özen ister; çünkü şiir narindir: “Şiirimiz gül kurutur abiler

Sarışın ve Kara” ilk başta, umut ve hüznü çağrıştırıyor görünse de gerçekte “tepedekiler” ile “halk”ı imlemektedir. “Seçkinler” ile “ayaktakımı”nı. Ayaktakımı, halkın değil, seçkinlerin sözlüğüne aittir elbet.

Ece Ayhan, kendini o “kara”lardan biri olarak görür.  Yaşamı da kanıtlar bunu. Uyumsuz evliliğiyle, 35 yaşında emekliye sevk edilmesiyle… Heybeliada Sanatoryumu’na, Sansaryan Han’a, Zürih beyin ameliyathanesine, İzmir-Gürçeşme Huzurevi’ne çıkan yaşam yolculuğuyla

Sarışın” da birilerinin savladığı gibi, doğrudan Mustafa Kemal’i,

“Sarışın kurt / Sarı Paşa”yı imlemez. En azından bu romanda. Çünkü Mustafa Kemal’i, o tepedekiler-seçkinler safında görmek, ne Ece Ayhan’a yakışır ne de İsa Küçük’e. Çünkü ikisi de cumhuriyetin kaymakamlarıdır. İkisinin de görevden anladıkları, cumhuriyet ülküsünü, bir adım daha ileriye taşımaktır.

“Sarışın”ların kimler olduğunu, belki şu iki Ece Ayhan dizesinde

bulabiliriz: “Sarışın bir Bursa valisi, çekmiş kılıcını vurur da vurur kuştüyü yastıklara; duvardan koparmıştır (Ah Tanzimat! Ah Tanzimat!” / “Sarışın Osmanlı tarihçileri (Zambaklı Padişah)” Ece Ayhan’ın sarışınları, o padişahlarla o valilerdir. Hürrem’in Sarı Selim’i ile  Ahmet Vefik Paşa’lar… Hatta Tevfik Fikret, ”Yelekli Tevfik ve arkadaşları, bir ada ararlar. Sıkılmışlardır. Rumelihisarı'nın uzun gecelerinden (Melankolya Çiçeği)”. Bir de bana Türk şiirinin o seçkin şairi Cenap Şahabettin’i anımsatır, onun, “Sarışınlık getirir gözlerin akşamlarıma” dizesini…

Ece Ayhan’ın Osmanlı’ya, sarışınlara bakışı ironiktir; hem gülümsetir hem düşündürür.  O sarışınları aklayıp paklayacak hamamı bulmak da zordur: “Bir hamam aranıyor. Hanedandan Nurbanu Sultan civan tellaklarca, zamanımızın güllabicisi. Hıyar Selim kocakarı natırlarca keseletilecektir. (Bir Hamam Aranıyor)”

Yazarın roman için düşündüğü ilk ad, “Kara Mermer”di.  O “kara mermer”in altında gömülü olan, gerçekten o Malatyalı devrimci delikanlı Battal mıdır, yoksa şairin ta kendisi mi? Yani “devlet dersi”nde öldürülen Ece Ayhan mıdır? Şair hayaline asla sınır yoktur. Meçhul Öğrenci Anıtı’nın son dörtlüğündeki o “Aldırma 128!” çığlığı, bize doğrudan Ece Ayhan’ın Siyasal bilgilerdeki numarasını, 1128'i çağrıştırır. Yazarın, “Kara Mermer” yerine “Sarışın ve Kara”nın yeğlenmesi, roman kahramanını, genelleştirme ve ortak bir kaymakam imgesine dönüştürme isteğinin ağır basmasındandır.

Romanı okumadan önce, yazarla bu bilgileri paylaşmakla kalmamış, romandaki başka şeyleri de konuşmuştuk. Örneğin, Yılanların Öcü’nü.  Köyü, köylüyü tanımak, anlamak için, bir kaymakamın ya da öğretmenin bu romanı okuması gerektiğini. Köyü, en iyi, köyden çıkmış kadın yazarların anlatabileceğini… Ancak köyden çıkmış bir kadın romancımız hâlâ yoktur. Romanda bunlar da konuşulur, tartışılır.

ADLAR ve SİMGELER 

Daristan, romanın ana mekânı. Yürek daraltan ülkemin onca kasabasından biri.  Ama özellikle Alaca olmalı. Yakınındaki antik kentten söz edilen Alaca. O kırılgan evlilikle oğlunun bebekliğini yaşadığı yer. Tepecik köyüyle Gürün, cumhuriyetin 42. yılı kutladığı Çardak. 

Çağlar, çağcıl, devrimci, kararlı, o çağıl çağlar istenç. Şiiri peşinden koşturan hayal.  Cumhuriyetin  kaymakamı (1962 -1966).

Filiz, aşk gibi alıngan ve kırılgan, o vazgeçilmez umut. Nuran, geçmişte kalan aşk, “mor menekşe” aydınlık. Fulden, seçkinlere özgü ayrıcalıklar toplamı.  Suna, horlanan duru güzellik; “Gözlerinde düşlerini yitirmiş olmanın yorgunluğu (sayfa 148). Nail Karalar, soyadının hakkını veren, her şeye nail olmayı bilen(!) muhbir yurttaş. Veli Tello, her telden çalan, her işten anlayan kasaba siyasetçisi. Hacı Partal, her işe koşan, her işte kullanılan Kule köylü. Muhsin, uyumlu uysal ilköğretim müdürü. Zamir Bey, öğretmenliğin öznesi bir emekli öğretmen, öğretmenler derneği başkanı,. Fettah, çıkarcılığın simgesi tüccar… İmam Habil, kıyıma uğrayan köy imamı.

Ve müftü, tam bir din tüccarı. Bu ticaretin ezel ebet temsilcisi…

Kesik horoz başı, korkuya gözdağı. “Donmuş saat” romanın en çarpıcı eğretilemesi. Daristan gibi dört dörtlük bir temsil-i istiare. ise Böyle yerlerde “donmuş saat”in çalışmaya başlaması, öylesine zor ki!... Hele hele “kör adam”ın elinde asasıyle şarkılar söyleyerek yürümeye başlaması… Donmuş saatin bendeki başka bir çağrıştırımı, o deliliğe övgü o “Buzlar Çözülmeden”

KAYMAKAM ÇAĞLAR NİYE “GİDİCİ”?

Kar nedeniyle köy yolları kapalıdır. Köy öğretmenlerini, okullarına ulaştırmak gerekmektedir. Kule köy, cumhuriyetin ulaşamadığı köyleri simgeliyor kuşkusuz. Yolaçarın üstünde, köyün öğretmenleri Çınar ve Sezer’le birlikte, kaymakamın kendisi de vardır. Kaymakamın bütün çabası, “Devletten kötülük gelir, uzak dur (sayfa 52)” algısını yenmektir.

Köye ulaştıklarında, ironiyle gerçeği buluşturan kaymakam, “Müsaadenizle arkadaşlar, şurada havaya iki el ateş edelim, milleti uyandıralım. (sayfa 46)” der. Milletin başka türlü uyanmayacağının farkındadır. Nitekim köylüye başka isteklerinin olup olmadığını sorduğunda, yanılmadığını bir kez daha görür.  Köylünün tek istediği, 500 metre ötedeki mezarlık yolunun açılmasıdır. Onlara göre dertlerin en büyüğü, öbür dünyaya daha rahat ulaşabilmektir! Oysa “yaşam, ölümden büyüktür. (sayfa 227”

Kar nedeniyle haberleşmede de sorunlar yaşanmaktadır. PTT Müdürü işini savsaklamakta, dahası kaymakama doğru bilgi vermemektedir. Kaymakam soruşturma açar. Parti başkanının dünürü müdür, Hakkari’ye sürgüne gönderilir.

Çağlar’ın öncelikli işi okul yapımıdır. İlin, en çok okul yaptıran kaymakamıdır. Katılım payı konusunda muhtarları sıkıştırmakta, görevini aksatan / yapmayan muhtarları da görevden almaktadır. 

Karaviran köyünün harman yerinde okul temeli atılırken kaymakam Çağlar şunları söyler:  “Türkiye’de kaç köyün adı viran, kaç köyümüz ören, kaç köyümüzün adı Karaviran’dır, Karacacaören’dir, bilenimiz yoktur, işte bugün o örenlerden, o viranlardan birini yakıyoruz, harap olmuş köhnemiş bu hayata son veriyoruz. (sayfa 61)”

Karaviran köyündeki okul temeli atma töreni sonrasında verilen içkili yemek ve dönüşte gece geçirilen kaza, dedikoduların başlamasına neden olur. İftiracılar, işin içine bol içki ve kadın dedikodusu da karıştırırlar: “Kaymakam geceyi Suna’yla geçirmiş’ (sayfa 96)”tir. Her şey kontrolden çıkmaktadır. Kaymakamın durumu şu eğretilemeyle somutlanır: “yazarını boğup elinden kurtulmuş bir öykü kahramanı gibi (sayfa 97)”dir

Tepecik köyüne okul yerini belirlemeye giden ilköğretim müfettişi Lütfi, köyün kadınları ve çocukları tarafından, “gavur mektebi yaptırmayacağız (sayfa 104)” diye taşlanır. Her işte, her karşı çıkışta öne sürülenler, neden hep kadınlar ve çocuklardır bu ülkede?

Öncelik okula mı verilmelidir, yola mı? Cumhuriyete inananlara göre okula, paranın gücüne inananlara göre yola. Çağlar’a göre okula, Fulden’e göre yola. Okul aydınlanma, egemenlik demektir; yol, para. Birilerine göre ilerleme ve gelişmenin tek çekici gücü vardır, o da paradır. Yıllardır bu ülkede, iktidarları belirleyen bu anlayış, bu güçtür kuşkusuz.

Hacca gideceklerden, öğrenci yurdu yapımı için para toplanması, kaymakamla müftü arasında çıkan çatışmanın ilk nedenidir. Müftü, kaymakamın öğretmenlerle birlikte olmasından rahatsızdır. Baş tacı edilmesi gereken kendisidir. Sözü dinlenmelidir, makamında ziyaret edilmelidir…

Çağlar’ın, en çok okul yaptıran kaymakam olması, öğrenci yurdu yapımı ve köy yollarını açık tutma için harcadığı çabalar yetmez. Kaymakamı, “Körler sağırlar okuluna tayin ettirme kendini, uslu uslu uslu otur. (sayfa 292” diye uyaran validir. Kaymakam müftüden özür dilemelidir. Çağlar, ödün vermez, valiye “yaşadığınız çağın sanığı olamayın. (sayfa 290” diye çıkışır.  Odayı terk ederken de, “hiçbir şey yapamazsan kendi gölgeni çiğne (sayfa 292) der. Pek de haksız değildir; yaşadığımız günler, ne yazık ki, o sanıkların haddinin hesabının olmadığını göstermektedir.

Ziraatçı Bayram, banka müdürü, jandarma komutanı, müftünün kardeşi Abdullah, Hacı Ali, Manifaturacı Fettah, parti başkanı Veli Tello yasadışı kazançlar peşindedirler. Kooperatif kurup Almanya’ya işçi göndereceklerdir. Kaymakam, bu işe de taş koymuş, yüz binlik krediye engel olmuştur.  Onlar da el birliği yapıp kaymakamın direncini kırmak için her yola başvurular.

Onlar “ilm-i siyaset”in ustalarıdır. Onlar, kasabanın “ileri gelenleri” dir. Korkutma, sindirme, iftira, şikâyet “ilm-i siyaset”in vazgeçilmezleridir. Peki, onlar kasabanın ileri gelenleriyse kasabanın “geri kalanları” kimlerdir? Kaymakam, hakim, savcı ile öğretmenler midir? Kaymakam Çağlar’ın bu sorusu, bugün de geçerliğini korumuyor mu?

Korkutmakla başlarlar işe. Kaymakamın evinin kapısına yeni kesilmiş, bol kanlı bir horoz başı astırırlar. Böyle işleri yapacak bir deli, her zaman, her yerde vardır. Bu iş de mahallenin delisi Deli Tayyar’a yaptırılmıştır. İçine sindiremeyip duyduklarını söyleyen,  harekât memuru Halil’dir. Söyleyişi biçimi, bize, yine uzak çağrıştırmlar yaptırır; Midas’ı tıraş eden berberin, sırrını kuyuya ya da sazlara dökmesini anımsatır.

Tayin için gittiği Ankara dönüşü, istasyonda yenen yemekle dedikodular iyice ayyuka çıkar. İftiralar da.

İstasyondaki eğlence gecesinin sabahında, Şanlıca Muhtarı Nadir, salondan şarkıcı Suna’yla çıkar. Ne var ki daha öğleye varmadan cesedi bulunur. Nadir, arabasının içinde öldürülmüştür. Durumu, Jandarma komutan şöyle özetler: “Ölene tabut, kalana zabıt (sayfa 168)” Bu söz, aynı zamanda bir kültürünün, bürokrasinin iş görme anlayışının özetidir: Tembellik, basitlik, kanıksamışlık, mevzuat tutsaklığı…

Birilerine göre, su testisi su yolunda kırılmıştır. Kaymakam Çağlar, bu eğlenceden erken ayrılmasaydı, kaymakamın üzerine çullanmaya. “skandal, rezalet, ahlaksızlık, “duvara siyen köpek (sayfa 169) …” sözcüklerinin hiçbiri yetmezdi kuşkusuz. Çıracı başı Gazeteci Şükrü’ye de gün doğardı. Nitekim yetmemiştir; kaymakamın, o gece Suna’dan istediği o “ipek mendil” türküsü, “ipek yorgan” olup kasabanın her balkona asılıvermiştir tez elden(!).

Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlanacaktır. Çağlar, titizlenir, konuşmasını, özenle hazırlar. Konuşmanın iletisini şöyle vurgular: “egemenliğin kaynağı göklerden yere inmiştir, bu kaynak akıldır; halkın, sizlerin ortak aklıdır (sayfa 113)”

Bu sözleri ben, otuz beş yıl önce, Karacasu’da bir Cumhuriyet bayramında İsa Küçük’ten dinlemiştim. Romanı okumadan çok önce de bu anımı, bir söyleşimizde kendisiyle paylaşmıştım. “Her yazar, önce kendini anlatır.” savının gerçeklik kazandığına, böylece bir kez daha tanık oldum.

Çağlar için zor günler başlamıştır. El birliğiyle gün aşırı valiye şikâyet edilir. Şikâyetin odağına oturtulan, Çağlar’ın müftüyle olan ilişkisidir. Dine ya da din adamına, eğri ya da doğru, söz söyleyenin vay haline! Müftü, kendi “paralel yapı”sını kurmuştur. Onun Cumhuriyet protokolünde ön sırada yeri olmalıdır. Mesai saatleri cuma vaktine göre düzenlenmelidir. İstediği imamı görevden alabilmelidir… Nitekim Taşpınar köyü imamı Habil’i, “okul için para topladı” diye görevinden almıştır.

Valiye göre, bunların hiçbir sakıncası olmadığını, kaymakama verdiği şu öğütte görüyoruz: “Müftüyü karşına alma, onun gücünden yararlanmaya  çalış. Bana kalırsa birçok engeli daha kolay aşarsın, halkın desteğini daha kolay yanına alırsın. (sayfa 222)” Kaymakama göre “bu tarihsel yanılgının devamı demek (sayfa 222)”tir. Gel de şimdi, 70’li yılların ilk Ecevit Hükümeti’ni anımsama!

Evet, Ece Ayhan, kaymakamlığında bir müftüyü görevden almıştır. Bu olayla ilgili kendisinden istenen savunma, bu romanın “gerçek belge”lerinden biridir. Kaymakama göre “savunma yapmak suçlamayı kabul etmektir demektir (sayfa 223)”. Bu nedenle o belge, bir savunma değil, açıklamadır. Bu belge bize bir şeyi daha öğretiyor; toplumun büyük kesimince hâlâ bir arada düşünülmese de Ece Ayhan’ın toplumcu kimliğini.

Evet, Çağlar, kasabada büyük bir yalnızlığı yaşamaktadır. Hele hele

onun, “Hükümet üşümüş kadınları ateşe atıyor. (sayfa 35)” cümlesini, Salome Opereti’nin sonundaki o “sevgilinin kesik başı” sahnesini ve Faust’u konuşup tartışabileceği kimse hiç yoktur yanında. Öğretmen Çınar ile Sezer’i bu nedenle sevmekte, onların köylerde olmasını bu nedenle önemsemektedir. Onun aradığı, peşine düştüğü “ısırgan şiir - aklın sınırlarını zorlayan bir düş (sayfa 38)”tür.

Zamir Bey, Hakim Türkan, savcı, Veteriner Emin, İstasyon Şefi Asaf ve birkaç öğretmen, dışında konuşup tartışabileceği, hukuktan, sendikadan, hürriyetten, politikadan, şiirden ve sanattan söz edebileceği hemen hemen kimse yoktur yanında.

Bunaldığında, kendisi de kaymakamlık yapan Feridun Sipahioğlu’nun, hep şu iki dizesini anımsar: “aklına turp sıkayım budala sersem adam / neden gittin oldun kaymakam” En dar gününde onu avutan şiirdir. Kuşkusuz şiir hayal gücüdür. Köylünün, insanımızın buna ihtiyacı vardır; hayal gücüne! Okulsuz, kitapsız hayal yok. Türküler, bu ihtiyacı ne kadar karşılıyor? Kuşkusuz daha çok hayale ihtiyaç vardır.

Çağlar ayrıca şunun da farkındadır: “Hişşşt! Devlet şiirden korkar, olur olmaz yerde şiirden konuşmamak gerekir. (sayfa 126)” Dahası Hakim Türkan ile savcı başka yerlere atanmışlardır. Biri Erzurum’a, biri Artvin’e…  Çünkü kasabanın söz kesenleri öyle istemişlerdir.

Eşi Filiz de anlayabilmiş değildir kendisini. Onun kendi küpünde kükremesi, ayrı bir sıkıntı nedenidir. O da hep kendi yalnızlığından yakınmaktadır. Hatta bir ara çekip ana evine gider.  Doğrusu şair eşi olmak zordur. “Gezindim Boş Odaları” diyebilmeyi bilmek gerekir. Çağlar, “kadın biz erkekler için bir sorudur ve cevabı hiç yoktur. (sayfa 255)” derken pek de haksız değildir.

Elbette iki taraflı durumu idare edenler de vardır. Kasabada Hakim Kocadayı, ilde koca vali… “Valinin makam odasında asasını yitirmiş, bildiği bütün şarkılar aklından silinmiş kör adam gibi (sayfa 43)” saptaması, bu ikiyüzlü ortamda, düştüğü açmazın somutlamasıdır kuşkusuz. Ayrıklıklar (istisna) bir yana valiler, hep frendirler kaymakamlara. Ağalar, din tüccarları, siyaset simsarları, en rahat valilerle iş tutarlar. Kendi tanıklığım da doğruluyor bunu; özellikle Hakkari’deki öğretmenlik günlerim bağlamında.

Kaymakam gidicidir. Neden bir iki değildir. Müftünün şikâyeti

üzerine, muhakkik vali yardımcısına söyleme gereğini duyduğu şu söz, her şeyin özeti, bu romanın da temel savıdır: “Hiç kimseye şu veya şu sebepten dolayı partili diye, dindar diye imtiyaz ve dokunulmazlık verilemez. Kaldı ki kendilerinin mutekit olduklarını ileri sürenler, dinden en uzak noktada bulunmaktadırlar. Tarikatçıdırlar, bu inkâr edilemez bir gerçektir. (sayfa 225)”[2]

Nerede kalmıştık? Tarihe ağarken üç ağır yıldız / Sürünerek

geçiyor bir hükümet kuşu kanatları yoluk” dizelerini yazacak bir şairin, kaymakamlığı da uzun sürmeyecekti elbet.

GÖNDERMELER ÇAĞRIŞTIRIMLAR SORULAR

İsa Küçük, şiirlerini mitolojiyle buluşturan şairdir. Özellikle “Başka Şeylerin Şiirleri” ve “Olimpos Mektupları” adlı yapıtlarında. Yazar, “Sarışın ve Kara”da da çalıyor mitolojinin kapısını bir şairle, kahramanı Çağlar’la: “Yarasalar, gece bulutları süpürdüler ve sonra yağmur, sonra kar yağdı. Üşüyen Hera, uyanınca koynunda bulduğu Herkül’ü fırlatıp attı. Süt boşaldı boşluğa ve samanyolu açıldı. (sayfa 48)” / “Herkül, Prometheus’u kurtardı ve Prometheus Herkül’e Zeus tahtından düşmedikçe işkencelerin sonu yoktur dedi. (sayfa 245)”

Romanda, salt girişte alıntıladığım  “Meçhul Öğrenci Anıtı”na göndermeler yok. Başka şiirlere de göndermeler ve çağrıştırımlar var. Romanı dikkatli okursanız, “Zambaklı Padişah” ile “Yort Savul” gelip buluyor sizi. “Melahat Geçilmez” de; özellikle romanın kahramanları Filiz ve Suna’yla…

Romanın anlatımı da bir şair anlatımı. Eğretileme (istiare), artsama (tevriye), anıştırması (telmih) bol roman.  İşte iki örnek:

Zambaklı Padişah: “Hem padişahların karıları da ecnebi değil miydi? Hem de zambaklı (sayfa 134)”

Bir hamam aranıyor: “Her devrin bir tellağı var. Bu devrin tellağı cehalet (sayfa 145)

 Seci de (düzyazı uyağı) sık sık çıkıyor karşımıza: “imrenerek mi söylemişlerdi yoksa iğrenerek mi (sayfa 134)” / “Çölü özle, ölümü gözle (sayfa 246)” / “Aşk olsun millet meşgul olsun (sayfa 262)”

Romanı okurken şu dizeyi anımsadım hep: "Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük kardeşim” Bu dize, kendisine dayatılan, dayatılmak istenen kaymakamlık anlayışına isyandır kuşkusuz. Özeleştiriye ve eleştiriye açılan kapıdır.

 Çağlar, bütün kaymakamlar adına bir özeleştiri yapar. Ve şu soruları sorar, hem kendisine hem hepimize:

  • “Yaban”ın o sorusu, dahası “Yaban”da aydınlara atılan o tokat,

    hâlâ niye günceldir? O kitabın sayfaları gibi niye sararıp solmamıştır? 

  • Promete’nin çaldığı o ateş, “egemenlik” değil midir?
  • Ortaasya’dan beri sırtımızda ve kafamızda taşıdığımız ne kadar yük varsa o köydür. (sayfa 242)” saptaması çok mu haksızdır?
  • “Köy romanlarını niye hep erkekler yazmış? (sayfa 243)”
  • Bir kaymakam niye “Sadece mevzuata karşı mı sorumluyuz?

(sayfa 244)” diye soru yöneltmez kendisine?

  • Dağdaki domuz sayısı, öğrencideki bir sayısından niye daha

    önemlidir? 

  • “… neden kanunlar halkla kavga ediyor. (sayfa 245)”
  • Dünyadaki kadim bilgilerin kaynağı tabiat… (sayfa 279” değil

midir?

  • Önderini ve programını yitirmiş öksüz cumhuriyet… (Sayfa

    301)”saptamasını yapmakla haksız mıdır?

    Bu soruları soran / sorduran biri için, en uygun niteleme de romanın son tümcesidir: “İçinde güneş tutulmasında bir ayçiçeği, dışında kör kuşların kanat sesleri (sayfa 318”

    Evet, İsa Küçük, zoru göze almış ve başarmış. İlk kitabı “Halet Abla Destanı”nda Halet Çambel’i tanımıştık, “Sarışın ve Kara” ile Ece Ayhan’ı.

    Peki, bizim son sözümüz ne olsun? Okumayı sevene, göze alana “Mor Külhani” bir selam; kitap sevmeze, halden bilmeze “Yort Savul (yoldan çekil)!


[1] Sarışın ve Kara, İsa Küçük, Arkeoloji ve Sanat Yayınları 2019

[2] Mutekit: İnançlı, imanlı, dindar.

Tahsin Şimşek
(Berfin Bahar, Sayı 270, Ağustos 2020)

Gerçek Edebiyat

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)